AZİZ MAHMUD HÜDÂİ (K.S.)

AZİZ MAHMUD HÜDÂİ (K.S.)

AZİZ MAHMUD HÜDÂİ (K.S.)Celvetî tarikatının kurucusu Üftâde hz.’nin has müridi Kutb-ul Ârifîn Seyyîd Aziz Mahmud Hüdâi (k.s.), Hicrî 950 yılında Seferihisar kasabasında dünyaya gelmiştir. Pederleri Mahmud oğlu Fazlullah Efendidir. Bizzat kendi­leri, Cüneyd-i Bağdadî hz.’nin soyundan olduklarını nakletmişlerdir. Hicrî 1038 yılı Sefer ayının ikinci salı gecesi, seksen sekiz yaşlarında iken, irtihâl-i dâri beka eylemişdir. İstanbul’da Üsküdar’da yaptırmış olduğu tekke ve camisinin yanına defnedilmiştir. El’ân mâmur olan bu makam, ziyarete gelen mü’minler ile dolup taşmaktadır.Büyük mutasavvıf, şâir, bestekâr, güzellik âşığı Aziz Mahmud Hüdâi hz. orta boylu, seyrek sakallı, çok tatlı konuşan, nazik ve şevkâtli bir zât idi. Fakat yüzünde öyle sihirli bir bakış ve teveccüh vardı ki, huzuruna çıkan, önce şöyle bir titrer sonra o nazarın câzibesine kapılırdı. İmâmın nurunu müşâhede eder; nasibini alır ve gaşyolur giderdi.Aziz Mahmud Hüdâi hz.’nin Şeyhi Üftâde hz.’ni buluşu, irşâd oluşu; Bursa Kadılığını üzerinde bulundurduğu bir zamanda, Bursa’nın Hisar semtin­de oturan bir şahsın zevcesinin boşanma talebi ile huzuruna gelmesi ile başlar. Şöyle ki bu hatun; efendisinin her yıl Hicaz’a gitmeye niyetlendiği hâlde gitmediğini, bütün mahalle hanımlarının “hacı hanımı” olduğunu, bu sene yeminle bu işe söz verdiğini ve gitmediği takdirde üç talâk üzerine kendisini bo­şayacağına and içtiğini fakat Arefe gününe kadar gitmediği hâlde, Kurban bayramında bir kaç gün ortalarda görünmeyip sonra meydana çıktığını ve hacı olduğunu söylediğini ve hacı arkadaşlarının hediyelerini getirip, kendisinin de hacı olduğunu ispat edeceğini söyleyen bu yalancıdan boşanmak ister. Kocası ise, Kâbe’yi tavaf ve mübârek yerleri ziyareti esnâsında görüştüğü hemşehrile­rinin iddiâlarının doğruluğunu ispat edeceğini bildirir; dâva hacıların dönme­sine bırakılır.Bir süre sonra hacı kafileleri dönmeye başlarlar. Bu adamın Hicaz’da konuştuğu ve aldığı hediyeleri emanet ettiği Bursa’lı hacıların şahitliği ile, boşanma talebinin reddine hükmolunur. Ancak, Kadı Aziz Mahmud Hüdâi, bu olaya ziyâdesiyle hayret ederek, adamı gizlice huzuruna alır ve işin aslınıöğrenmek ister. Adam, o yıl da hacca gitmek imkânını bulamayınca, dostlarına derdini, yuvasının dağılacağını ve buna karısının sebep olacağını yana yakıla anlatırken dostlarından birisinin Hz. Üftâde’ye gitmesini tavsiye ettiğini; Üftâde hazretlerinin de:- Tahtakale yokuşunda, bizim Eskici Mehmet Dede’ye git, selâmımısöyle, seni hacca götürsün! diye buyurduğunu; Eskici Dede’nin de kendisinitayy-ı mekân ile Hicaz’a götürüp getirdiğini, anlatır.Bunun üzerine, Kadı Aziz Mahmut, Mehmet Dede’ye müracâat ederek intisâb etmek ister; o da kendisini Şeyhi Üftâde hz.’ne gönderir. Hz. Üftâde, salhâneden ciğer ve işkembe alıp sattıktan sonra, kendisini kabul edebileceğini söyler. Bunun üzerine Aziz Mahmud Hüdâi, daha o gün kadı kıyafeti ile salhâneden almış olduğu ciğer ve işkembeleri Bursa sokaklarında bağırarak satıp, tekkenin yolunu tutar. Bu kıyafetle alış verişte gören tanıdıkları, “Efendi bu ne hâldir?” diye sorunca da:Bir padişaha kul ol kim Mülkü zâil olmaz ola Bir gülşene bülbül ol kim Hiç sararıp solmaz ola Kendin ummâna sala gör Bir türlü cevher bula gör Kimsede bulunmaz olamukabelesinde bulunur.Aşk ummânında dalgıç olmuş, insanlık denilen cevheri bulmuş olan Aziz Mahmud Hüdaî, tam üç sene sabahlan erken kalkıp, ihtiyar şeyhi Mehmed Muhyiddin Üftâde hz. ‘nin abdest suyunu ısıtmakla görevli idi. Bir sabah uyuya kalmıştı. Üftâde’nin “Aziz, Aziz!” diye seslenmesi ile uyandı. Ne yapacağını şaşırdı. Vakit oldukça dardı. Hemen dergâhın avlusundaki “Hû” çeşmesinden abdest ibriğini doldurup, içine “Hû” İsm-i Şerifini okuya okuya huzura girdi ve Hazret’in eline döktü. Şeyh’in elleri haşlanmıştı:Azizim! Sen bu suyu nerede ısıttın?Efendimize malûmdur.Oğlum ben sana suyu kömür ateşinde ısıt dedim; gönül ateşinde kaynat demedim. Aşkının ateşi ile ellerimi yaktın. İki arslan bir posta yakışmaz. Bu günden tezi yok, git İstanbul’a! O büyük şehir, senin gibi bir insana muhtaçtır.Böylece, Üsküdar’a gitmesi ve bu gönül ateşiyle oraya bir dergâh kurulması tahakkuk eder.Aziz Mahmud Hüdâi, gülü dikenleri ile sevenlerdendi; kusurları görmez-di. Nasıl ki gül dikensiz olmaz; insan da kusursuz olmazdı. Dikenli gülün nasıl hoş kokusu, güzel renkleri varsa; kusurlarla dolu insanlara da güzel renkler, hoş kokular vermeye çalışmalı idi.Bulgurlu köyü’nün kenarında bir çilehânesi vardı. Aşkının galebe çalıp coştuğu zamanlar, kabına sığmaz; yanına bir kuru ekmek, bir testi su alır, tek başına oraya giderdi. Kâh dalgın düşünür, kâh vecd içinde zikrederdi. Dilinde sevgi ve hayır duâ, elinde bereket ve mârifet, ayağında uğur ve şerefi olan bir kimse idi. Gönül gözü açıktı; “İtteku ferâset-ül mü’min fe innehû yenzuru binurillâh” Hadîsi Kudsî’nin sırrına öylesine sahip olmuştu ki, karşısındaki­nin içinden geçenleri okurdu. Bu sebepten etrafı, “Ona gizli yoktur” derlerdi.Bir ayrancının güzel bir oğlu vardı. Ne zaman o ayrancı dükkânının önünden geçse, o çocuğun elinden bir tas ayran içerdi. Bir gün adı Yusuf olan çocuğun saçlarının ustura ile kazınmış olduğunu gördü. Ayrancıya:- Saç, başın ve yüzün süsüdür. Lüzumu olmasaydı, Cenâb-ı Hak başı­mızda saç bitirmezdi. Yazık etmişsin güzel çocuğa! dedi.Çocuğun babası:- Efendi Hazretleri, Direk Hoca “saç uzatmak küffârı taklittir” diyor,dedi.Aziz Mahmud Hüdâî:- Küffârın başında kulak, burun, göz de var. Taklit diye onları da kesipayıralım mı? Hem sen o Direk Hoca’ya benden selâm söyle, Şeyh Aziz”Peygamberimizin de (s.a.v.) uzun saçı vardı” diyor, de!O yavruyu o gün oradan dergâha götürdü ve taht-ı terbiyesine aldı. Ona “Kumral” lâkabını verdi. Tekkesine zâkirbaşı yaptı, yetiştirdi ve dergâhın ” Hafız Kumral” ı oldu.Bir gece Padişah Sultan Ahmet rüyasında, Avusturya kralı ile güreştiğini ve sırtının yere gelip, kralın üstünde olduğunu görür. Sabahleyin ulemâ ve rüya tâbirine vâkıf kimseler huzura çağırılıp, rüya kendilerine anlatılır; kimse tâbirine tâkat getiremez. Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâi hz.’ni sâlık verirler. Padişah bu tavsiye üzerine, görülen rüyayı hâvi bir nâme yazıp, kapalı zarf içinde yakınlarından birine verir, Üsküdar’a yollar. Aziz Mahmud Hüdâi hz.’nin kapısını çalan zât, selâmı müteâkip zarfı verir; verilen zarf açılmadan kendisine, kapalı bir zarf uzatılır. Zarfın içinde zâhiri pek fena gözüken rüyanın te’vil ve tâbiri bulunmaktadır:”Cenâb-ı Hak, insan vücudunda arkayı, cemadâtta ise arzı en kuvvetli olarak yaratmıştır. İnsan ile toprağın temas ve birleşmesinden iki kuvvet biraraya gelir. Padişah Hazretlerinin arkaüstü yere teması ile, iki kuvvetin husulü ve Hakk’ın kudretine istinâden, İslâm’ın düşmana üstünlüğü ve Padi­şahımızın zafer kazanması mukarrerdir”Cevabı okuyan ve mektubu getiren kimsenin anlattıklarını da dinleyen Sultan Ahmet, hem hayret eder, hem sevinir. Bu tâbir, onun içine de kanâat getirir. Şeyh Hazretlerine bin altın gönderir. Ertesi gün tebdil kıyafetle gider; mübârek ellerini öper ve intisâb eder. Böylece saltanatları müddetince, Allah yolunda çok terakki ile nusret-i ilâhîye mazhâr olur. Padişah, bu nimet-i uzmâya şükren, şu manzumeyi irticâlen söyler; bu tadın nasıl bir tad olduğunu duyurur:Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri varım kalmadı Cümlesinden el çekip, bes dû cihânım kalmadı Çünkü Hubbullah erişti, çekti beni kendüye Açtı gönlüm gözümü gayri gümânım kalmadıEvliyânın himmeti yaktı beni kül eyledi Safîyim buldum safâyı dû cihânım kalmadı Ahmedî der yâ İlâhî sana şükrüm çok dürür Hamdülillâh aşk-ı Hak’dan gayrî vârım kalmadıO sıralarda Aziz Mahmud Hüdâi hz.’nin dünyaya bir yolcusu gelecekti. Muhterem zevceleri, “Bursa’da nâiblik, müderrislik terkedildi. Mal ve mülk şuna buna dağıtılıp, elde avuçta birşey bırakılmadı. Şu dünyaya gelecek yavruyu sarıp sarmalayacak bir hırka parçası bile kalmadı” diye sitem ettiği sırada, Padişahın gönderdiği altınları getiren zât kapıyı vurur. Hazret-i Pîr henüz kapıyı açmadan, “Hatun, istediğin dünyalık işte geldi” der ve kapıyı açar; altınlara el sürmeden zevcesine verir.Avusturya ile yapılan muharebeden gâlib olarak dönen Padişah Sultan Ahmet karşılayanların içinde muhterem Şeyhini de görünce, tâzîmen atından yere atlar ve Şeyhini ata bindirir, kendisi de yaya olarak yanında yürür. Birkaç adım gidildikten sonra, Hüdâi hz.:Bir Padişahın yaya olarak yürümesini aslâ istemem. Fakat Şeyhimin sözü yerini bulsun, diye bindim, diyerek attan inip, Padişahın binmesini işaret buyururlar. Zira Aziz Mahmud Hüdâi hz.’ne bir gün Şeyhi Üftâde hz.:”Oğlum, Padişahlar rikâbında yürüsün (Sen atlı iken o, atın üzengisini tutarak yaya yürüsün). Padişahlar eline su döksün, Vâlide Sultanlar eline havlu tutsun!” diye duâ etmişti.Bu duânın gerisi sarayda tamamlanmış; yemekten önce padişah ellerine su dökmüş, Vâlide Sultan havlu tutmuştu. Gönlünden de “Bu zât velî ise bana da bir kerâmet göstersin!” düşüncesini geçiren Vâlide Sultan’a, aziz Mahmud Hüdâi hz.:- Bu kerâmet yetmez mi? Zamanın Padişahı benim gibi âciz bir kulun406AZIZ MAHMUD HÜDAİ (K.S.)eline su dökmekte; onun muhterem anası, havlu ile başucumda beklemekte! cevabı ile gönlünü mutmâin etmiştir.Sultan Ahmet, bir sohbet esnâsında Şeyhine:Pîr’im, dedi. Abdülkâdir Geylânî hz., kıyamet günü birçok günahkâr­lara şefâat edeceğine dâir evlâtlarına vaatte bulunmuş, doğru mudur?Evet, sahihtir!Peki Pîr’im, sizin böyle bir tebşirâtınız yok mu?Aziz Mahmud Hüdâi hz., gözlerini kapayıp, şöyle bir murâkabaya daldıktan sonra cevap verdi:- “Alel-kıyâm tarîkimize nisbet edenler ve müddet-i ömürlerinde birkere türbemizin önünden geçip te, Fatihâ okuyanlar bizimdir. Bunlar, denizdeboğulmasınlar; ömürlerinin sonunda yoksulluk çekmesinler; imânlarını kurtar-madıkça âhirete göçmesinler; ölmezden evvel ölsünler ve ölecekleri zamanıbilip, haber versinler!”Aziz Mahmud Hüdâi hz.’nin hikmetli sözleriKimya öğrenmek, nefsini kimya etmektir. Oğlum! Bunun için, nefsini kimya etmeye çalış!Ey oğul! Sakın âh alma, can yakma, gönül kırma! Çirkin yüzün aynaya zarar vermediğini bil!
Dinde makbul olan kerâmet; kerâmet-i kevniyye değil, kerâmet-i ilmîyyedir.Kızını veren, oğluna kız alan, arkadaş edinen, ticaretine ortak tutan! Bunların cümlesinde aranılacak ilk evsaf merhamet olsun! O sıfat onu eğriliğe götürmez.Ey oğul! Rabb’inin verdiği nimetlere şâkir, belâlara sâbir, kendi hakk­ında kazâ-i ilâhîsinden hoşnut ol! Zordur ama tatlıdır!Hz. İnsan, insan yetiştirir. Onlar almazlar; verirler!Duyarak giden, edeple yürüyen muhakkak, istediğini bulur ve alır. Bundan mahrum olanlar; taşı taş, toprağı toprak olarak görürler.Bu kapı (dervişlik kapısı) Hak kapısıdır! Oraya edeple girilir, edep üzere girilir!Bu meşhed mecma-i ervâh-i ecsâd-i Hüdâi’dir Edeple gir azizim, türbe-i pâki Hüdâi’dir. Dilâ tahsil eden dersen eğer zevk-i ilâhî’den, Nasibini alır elbet giren bâb-ı Hüdâi’den.Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*