TAHA’İ HAKKÂRİ

TAHA’İ HAKKÂRİ: Osmanlılar zamâmnda Anadolu’da yaşayan evliyâmn en büyüklerinden. İnsanlan Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuzbirincisi- dir. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Ya’nî Peygamber efendimizin (s.a.v.) soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbânî ilimlerin hazînesidir. Mevlânâ Hâlid’in talebesi olan Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül irşâd vel-medâr’dır. Hocası tarafından Şemdinân’da Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. Bütün Islâm âlimleri gibi, gecelerini gündüzlerine katarak Islâmın güzel ahlâkım yaymış, herkesi iyilik yapmağa teşvik eylemiştir. 1269 (m. 1853) senesinde Nehri’de vefât eyledi. Seyyid Tâhâ, çocukluğundan i’ti– bâren büyük bir istidâd, vekar ve heybet sâhibi idi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağım söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, filah gibi zâhirî ilimleri, zamâmn fen veede- biyât bilgilerini öğrendi. Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, birgün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz” deyince; “Bu, mâ-i câridir, ya’nî akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunlan bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i’tirâz etmiyeceğiz” dediler. Onüçüncü asnn kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek, Gulâm Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müste- hak olduklan fazîlet ve kemâlâü aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullanna doğru yolu gösterip Hakka kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ’mn kalbinden saçılan nûrlar ile aydınlanmağa başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da,
Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ’yı ziyârete gitti. Onun da sohbetinde bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli ya’nî en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, birâderi oğlu Seyyid Tâhâ’nın, hârikulâde ve yüksek istidâdım anlattı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu berâber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, bir dahaki ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ’yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, isti- hâre etmesini emr eyledi. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre eyledi. Ceddi Abülkâdir Geylânî hazretleri, Allahü teâlâmn izniyle kabr-i şerifinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; “Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamânının âlimi, evliyâmn en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu. S ey y id Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ma’ nevî emri ve izni üzerine, Mevlânâ’nın huzûruna geldi. Bu öyle bir gelişdi ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişden belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulaklann duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamâmn en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimâm ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnâsmda, Seyyid Tâhâ’ya dağdan istincâ taşlan getirttirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taac- cüble karşılanır; “Hocamız Mevlânâ, Resûl-i ekremin (s.a.v.) Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlânâ ise, bu hususda konuşmaz sükût ederdi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin yamnda seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerâmet sâhibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, hazret-i Mevlânâ onu büyük bir cemâatle teşyî’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’mn ayrılmış olduğunu hissedip, atma binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ’mn olduğunu gördü. “ Estagfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitâben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i e kremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emir edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merâsimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhlan sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi. Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’ mn da gönderilmiş olmasımn hikmetini anlayamayan birçoklan; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehri kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırkiki sene, ilim talebesine, Hak âşıklannâ ve Hakkı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervâne gibi bu irşâd ve nûr kaynağının etrâ- fına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu ki, Allahı arayanlann arzusu verûhla- nmn mıknatısı hâline geldi.

Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus onaltıbine yükseldi. Nehri, birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri binâlarla o civânn merkezi idi. Seyyid Tâhâ hazretleri, vefâ ve sadâkatte Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’ı,şecâatte ve adâlette Hz. imâm Ömer’i, hayâ ve hilmde Hz. Osman’ı, vilâyet-i ktibrâda Hz. îmâm Ali’yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resülullaha yakın Eshâb-ı kirâmdan birisi gibi idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet şuâsı, ondördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştınrdı. Aim geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşları arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parçası idi. Gönül sâhibleri görünce, rûhen âşık olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hudûduna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokulan, akıllı olanlan ve gönül sâhiplerini istilâ ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî’ye giremezdi. En büyük halîfelerinden meşhûr Molla Tâhâ ki, “Halîfe Köse” lakabıyla tanınır, o buyurdu ki: “îki yerinden başka Nehri’nin bütün taşlan, ağaçlan, herşeyi nûrdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfi- ğın kalesidir.” Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriyâ saâdetli hâne- sinde, ba’zan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazım dâimâ câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu.

Müderrislerin müşkil mes’elelerini hâlle- derdi. Nehri, kannca yuvası gibi, dâimâ sâlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sâhibleri feyz almak için boyunlannı büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makâmın, zikr, fikr, ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâha teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi, ikindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât”ı okunurdu, Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdlan ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada ba’zı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzu’unun esâsı olurdu. Nehrî’de misâfirlerden, farazâ sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fâsılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam üzeri yenirdi. Talebelere teveccüh edip makamlannı yükseltme vakitleri, Seyyid hazretleri tarafından ta’yin buyurulur, gün, saat ve şartlannı îlân ederlerdi. Ba’zan bu teveccühü halîfelerinden birisine yaptmrlardı, Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtaç olanlann ihtiyaçlannı karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricâli ile temas buyurmazlar, ancak ba’zı müslümanlann zarannı önlemek üzere mektup yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet ricâli her emirlerine âmâde idi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhı- rete âid ilimlerdeki mahâret ve ihti- sâsı, herkesten üstün idi. Hülâsa, madden ve ma’nen, îslâm âlemine bahşedilen ilâhı lütuflardan bir büyük ni’ met idi. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynakdan feyz aldı. Seyyid Tâhâ, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misâfîr olurdu. Seyyid Muhammed’in birâderi Molla Lütfî’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizân’dan Van’a gelince, Seyyid Tâhâ’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizân’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehrî’ye Seyyid Tâhâ hazretlerini ziyârete giderdi; Seyyid Tâhâ hazretleri zamânında, İran Şâhı, Şemdinan’a yakın 145 pâre köyü, her şeyi ile berâber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şâhı ölünce, oğlu bu köyleri geri a idi. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Köse Halîfe; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu. Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma’ruf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Sey- yit Tâhâ’nın halîfelerinden olup, ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’ dır” demeğe hayâ ederdi. Üstâdmdan kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; Bizim Köse buraya gelsin” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, “Köse Halîfe” kaldı. Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin kerâ- metleri pekçoktur. Bunlardan ba’ zılan: Musul taraflarında şeyhlik iddiâ- sında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından soî ayağımnkıni uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu. Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbanna girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yanya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim” deyince hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrine girişte yapılmasını ve; “Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıktan, benim mezânma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklanna mezânmın toprağı değmekle teberrük ederim” buyurdu. (Gerçekten o mezâr, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.) Bir ermeni, Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; “Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun” dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; “Git bir beze iki tâne koyun kılı koy, sar, getir!” buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Tâhâ, ermeniye; “Bu bezi beline sar, hiç çıkarma” buyurdu. Aynı ermeni beş sene sonra gelip; “Efendim, her bâtında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tâne çocuğum oldu. Artık yeter” dedi. Seyyid Tâhâ da; “ Belindekini artık çıkarabilirsin” buyurdu. Seyyid Sıbgatullah, Arvas’dan Hizân’a halîfe olarak gönderilmeden önce, Van’a gitmişti. Van vâlisi, VanlIlara nasihat etmek için Van’da kalmasını çok ricâ etti. O da; “Hocam Seyyid Tâhâ hazretleri müsâade ederlerse kalırım” dedi. Nehrî’ye vannca, vâli- nin ricâsını ve ilâveten; “Van halkı nasîhata çok muhtaçdır” diyerek arzetti. Seyyid Tâhâ: “Molla Sıbgatul- lah! Van halkı âsîdir. Ne sen onlan ıslah edebilirsin, ne de ben. Ancak bana ma’lûm olduğuna göre, hânedândan büyük âlim ve fâzıl Seyyid Fehîm isminde bir zâtın gizli te’ himmetleri ile Van halkı muvakkaten ıslâh edilecektir. O zâtın şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum” buyurunca, *bu hikmetli beyânlarına karşılık Seyyid Sıbgatullah; “Evet efendim, o zât benim amcazâdemdir. Cezîre’de Şeyh Hâlid Cezîrî’nin yamnda, ilim tahsiline devâm etmektedir. Gerçekten buyurduğunuz gibi ilim ve fazileti ile meşhûrdur” dedi. Hazret-i Seyyid Tâhâ, bu îzâha çok memnûn olup; “İkinci gelişinizde onu mutlakâ bana getireceksiniz” buyurdu.
Bir müddet sonra, Seyyid Muhammed, oğlu Seyyid Fehîm’in Seyyid Tâhâ hazretlerinden ilim tahsil etmesi için o- nunla Nehrî’ye doğru yola çıktılar. Yolda; “Yavrum Fehîm! Huzûruna çıkacağın Seyyid Tâhâ, çok büyük zâtdır. Vilâyet derecelerinin en yükseğindedir. Feyz almadıkça, kemâle ermedikçe, ondan sakın aynlma” dedi. Nehrî’de Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öptüler. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ayakta iken, Tâhâ-i Hakkâri hazretleri bir vazife verip, talim buyurdu. Sıcak bir günde anlattıklarını tekrar ettirdi. Seyyid Fehîm, hepsini olduğu gibi söyleyip, yalnız “Hatt-ı tûlânî” yerine “Hatt-ı tûlî” dedi. Seyyid Tâhâ, onu henien düzeltti. O zaman Seyyid Fehîm pek genç idi. Medrese derişlerini henüz bitirmemişti. Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün talebeleriyle birlikte, Ahmed-i Cüzeyfî hazretlerinin ‘‘Dîvânımdan okuyordu. Bir beytin ma’nâsmı talebelerine sordu. Herkes birşeyler söyledi. O zaman, Seyyid Fehîm çok genç idi ve oraya yeni gitmişti, “Sen ne dersin Molla Fehîm?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri de, anladığını söyledi. Nihâyet Seyyid Tâhâ; “Söyleyenler içerisinde, Cüzeyrî’nin murâdına en yakın olanı Seyyid Fehîm’in söylediğidir. Bununla berâber, onunla, Cüzeyrî’nin m ur âdi arasında yerle gök kadar mesâfe vardır” buyurdu. (Cüzeyrî büyük velîlerden ve Hak âşıklarından olup, yaslandığı taş, kalbinin harâretinden, aşkının ateşinden ısınırdı. Oradan ayrılınca, ihtiyâr bir kadın o taşa hamurunu koyar, biraz sonra hamur pişerek ekmek olurdu. Çok garib kerâmetleri, çok ince ve yanık ma nâîı şiirleri vardır. “Dîvân”ı, doğu illerimizde asırlardır okunmaktadır.)
Tâhâ-i Hakkâri hazretleri, Seyyid Fehîm’i öyle yetiştirmişti ki, oğlu Habib vefât edince, Seyyid Fehım hazretlerine; “Bir bak bakalım, bizim evlâd nasıldır, ne ile meşgûl oluyor?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri, kabrinde murâkabe edip geldi ve; “Oğlunuzu, rahat ve dağılmış inci teşbih tânelerini toplayıp, bir ipliğe dizmeğe uğraşır gördüm” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ; “Ben de öyle gördüm, onlan ancak kıyâmete kadar dizer” buyurdu. (Bu oğullannın kabri, kendi kabirlerinin bitişiğiııdedir.) Seyyid Tâhâ, birgün, câmi duva- nna dayanarak otururken, oraya Seyyid Fehîm geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri mübârek eli ile işâret ederek, onu yanına çağırdı ve buyurdu ki; “Sen zekî bir talebesin. Mutavvel’i okumalısın!” O da; “Efendim kitabım yok. Hem de, memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ kendi kitabım verdi. Seyyid Fehîm tahsilini bitirmek için, Muş un Bulanık kazâsı, Âbirî köyünde, Molla Resûl-i Sübkî’nin yanına gitti. M uta well bunun huzûrunda okuyup, bitirdi. Vilâyet derecelerinde yükselmek için de her yıl iki kerre Nehrî’ye ya’nî Şemdinân’a geliyordu. Her gelişinde, Seyyid Tâhâ’nm çeşitli iltifâtla- nyla şerefleniyordu. Meselâ birgün, câmi sofasında “Mektûbât” okunuyordu. Dinleyenler çok kalabalıktı. Seyyid Fehîm ise Uzakta ayakta dinliyordu. Seyyid Tâhâ, kitapdan başını kaldırarak; “Molla Fehîm! Acabâ şimdi hiç üstâd yok mu?” buyurunca, Seyyid Fehîm cevap vererek; “Şimdi bulunan üstâd gibi, hiç gelmemiştir” deyiverdi. Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm’in kemâle gelip olgunlaştığını görünce ona, talebe yetiştirmek üzere mutlak icâzet verdi. Seyyid Fehîm ise, bu işi görmeğe lâyık olmadığını bildirdi. Seyyid Tâhâ ise, ısrarla bu vazifeyi alması için uğraştı ve kabûl ettirdi. Memleketi olan Arvâs’a gitmesiniemir buyurdu. Seyyid Fehîm, Nehri’ deki dağın tepesine çıkıp giderken, tekrar çağırdı. Kitapların içindeki mektuplannı kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve sevgi, sizin değil midir? Niçin bu vazifeden kaçmıyorsun” buyurdu. Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rü’ yâsında Resûl-i ekrem efendimizi (s.a.v.) uçsuz-bucaksız bir sahrâda ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlannda ve arkalannda, şefâat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerine geçip dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allahın Resûlü (s.a.v.) onu görünce, ona doğru yöneldiler. Ona iltifâtlarda bulundular. Yine bir gece rü’yâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allahın Resûlü (s.a.v.) var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O’nun mukaddes parmaklanndan akmaktadır… Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fişkınş noktasından içmek saâdetine erişmek için yaklaştı ve içti. Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektuplann- dan birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâimâ çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onlann yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâ- reli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. înşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalannın daVetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve Islâm pâdişâhına duâ etmek, insanlann dînine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhâlefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye’de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulun- pıak ve yerleşmek zarûrîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helâke sebep olur. Kullann en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî/’ Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye yazdıkları Fârisî bir mektupda şöyle buyuruyor: “Adı güzel, feyz ve fâide menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâla- nmı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhıret saâdetinin sermâyesi olan fukarâya (evliyâya) muhabbetiniz hiç sönmemiş, kızıl kor gibi durmaktadır ve aynlık günleri onu hiç etkilememiş, iki şeyi muhâfaza etmek lâzımdır: Bu dînin sâhibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse ni’mettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka birşey verilmezse, hiç üzül- memelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel (ânza, sakatlık) olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunlan istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!” İkinci mektuplannda da; “Duâcını- zın hâllerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. “Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler. İzin var mıdır?” diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ! Kullann en za’îfi Seyyit Tâhâ Hâlid-i Nakşibendî.” Birgün Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkala- nnda ise yoktur. Acabâ hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Mâdem ki, siz örttünüz, biz birşey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devâm etmektedir. Başkale’de, Gayda’ da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü ya’nî türbe içinde değildir.) Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hattâ babalannın medfûn bulunduğu Meleyân köyünün de doğusundadır. İran hudûduna yakındır. Hazret-i Ömer (r.a.) zamâmnda, Eshâb-ı kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler) dağıdır. Irak’m Revândız havâlisinde, Berzend kabilesi ile Hayderî kabilesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler. Irak ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne Ve kavgayı önleyemediler. önemli mesele olduğundan, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Bunu siz hâlledersiniz” dediler. Sulh ve banş- tırma dînî bir emir olduğundan, hemen Irak’a, ya’nî Revândız’a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunlan banştınp, Nehrî’ye geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenânndaki Zî Tûvâ Çeşmesi başınta istirahat ettiler. Berâberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beş- yüz kişi derhal, o anda hâl ve kerâmet sâhibi oldu. ( Bu büyük kerâmet, irşâd târihinde ender zevâta nasîb olmuştur. Zî Tûvâ Çeşmesi, bugünkü kazâ merkezi ile, Nehrî arasındaki dere kenânndadır.) Irak’tan iki seyyid genç, altı katın hediyelerle yükleyip, Nehrî’ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârunân köyünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki bey, katırlan yükleri ile birlikte gas- betti. Gençler ağlayarak Nehrî’ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Bey’e haber gönderip; “Bu katırlann yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler, Onlara merhamet et, katırlanm teslim et” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi, katırlan vermedi. İkinci defâ haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatınma versin” buyurdu. Buna da karşıçıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cum’a gecesi gelsin de o vermesin görelim” buyurdu. Cum’a gecesi, Nehrî’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divânhânesinde kendine inananlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ’nın evliyâ- lığını inkâr husûsunda konuşuyormuş. Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mi’desine bir ağn girdi. “Karnım!.. kamım!..” diye bağırarak can verdi. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ’ ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merâsiminde bulunup, duâ buyurunuz” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz buyurdu. Çocukları çok İsrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâ- yet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlen- medi” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir sey- yide hakâret etmenin onu üzmenin cezâsmı verdi. Bunu herkes açıkça gördü. Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile birlikte ziyâret için Nehrî’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehrî’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de Hoca Efendi: “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i İlâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston gayb oldu. O da, böyle söylediğine pişmân oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Herhâlde bu bastondan dayak yemişsiniz” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişmân olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi. Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervanabaşı olarak İran’a gidiyordu. Gâyet sarp bir yerde, ayağı kayan katın uçuruma yuvarlanırken; “îmdâd yâ Seyyid Tâhâ!’ diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir müddet sonra ziyâret için Nehrî’ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yâ Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran’a çekiyorsunuz” buyurdu.
Van’ın Gürpınar kazasından bir zât, Nehrî’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlannın bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği teşbihi iâde etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Teşbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Birgün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ la’în” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Köse Halîfe; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti. O da: “Gürpınar’da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhilla’ ne îmânsız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu. Köse Halîfe; “Teşbihi iâde eden olmasın?” dedi. “Evet, odur” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti var idi” buyurdular.
Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün câ- mide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir miktar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Köse Halîfe cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti. Seyyid Tâhâ hazretleri cevâben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin “Imdât yâ mübârek hocam” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyük âlimlerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu, Sultan Abdülmecîd Hân zamâ- nında, Miiks kaymakamı Derviş Bey, yaptığı bir hatâ sebebiyle kaymakamlıktan çıkarılmış, aynca yakalandı* ğmda hapse atılması için emir verilmişti. Bu sebeple Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışan çıkamı- yordu. Kaymakam Derviş Beyin hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzuruna gidip, tövbe ettiğini vazifesine yeniden iâde edilmesini, kendisinin affedilmesi için Şark bölgesinin askeri idâre âmiri olan Erzincan müşirine şefaatçi olmasını yalvardı. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidi- miz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim mes’elelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim. Inşâallah tefsirini muhakkak görürsünüz” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna vannca, takdim olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan müşirine şu meâlde bir emi mâ rn e yazdı: “Derviş Beyi sana gönderiyorum, İşini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse ya pan m, vesselam.” Mektubu Derviş Bey’e verdi. Derviş Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yansı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yann müşirle görüşürüm” deyip, bir oteİe gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Bey’i bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürnıet gösterip; “Hemen müşîr Bev’e gidelim” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve talimat şudur: “Müks’lü Den/iş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandmn.” Derviş Bey’i hemen götürüp, müşire haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Bey’ in boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Bey’i gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdirde helak olursun” buyuruyor” dedi. Hemen telgrafla Derviş Bey’in tahliye edilmesini, affedildiğini, vazifesine iâde edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum” deyince, Seyyid hazretleri; “Arvas a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin” buyurdu. Misâfirlerin hizmetlerine me’mûr îevâzım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; ‘ Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri, bin erkek ve beşyüz kadın misâfirlerin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beşyüz kişi Nehrî’ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?” diye arzedince, Seyyid Tâhâ; “Anbarlarda olması lâzım” buyurdu. “Efendim, süpürdüm, birşey kalmadı” deyince; “Bir daha bak” diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarlann unla dolu olduğunu hayretle gördü. Seyyid Tâhâ, Nehrî’nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plânı ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnâ- smda talebeleriyle berâber sırtında taş taşıdı, Günlerce çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle san’atlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Sey yid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:
“ Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir, Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir.”
Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifatla yanlarına teşrif buyurdu. Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanma defnedilmiş ti. Seyyid Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; “Bu kimsenin, şu büyük velîden aşağı olduğu söylenemez” buyurdu. Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye götüren velı-ni’meti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük ni’metin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefât ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar.
Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyen Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdı.) Seyyid Tâhâ hazretleri, öyle yüksek dereceli bir âlim idi ki, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlarlardı. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyurunca, meclisinde olanlar; “Efendim! Siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yarımdaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu içirt, bu hocadan üstündürler” buyurdu. Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstâdma muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona ma’ rifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarım izâle eder, giderir” buyurdu. Yine şöyle buyurdu: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsım Eshâb-ı kirârmn (aleyhi- mümdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın (s.a.v.) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de üstâda muhabbet yeter.” “Bana Cennet ve Cehennemden bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi te’sir etmez.” Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: “Ebrâr, ya’nî iyi mü’minler âhıretleri için amel ederler, mukarrebler, ya’nı Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâiâ için amel ederler.” “Zikr yapılmaksızın yalnız râbıta ile Hakka kavuşmak mümkündür. Zikr ise, râbıtasız kavuşturucu değildir,” Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi ba’zı kitaplarda, ba’zı evliyâ için (kuddise sirruh) ba’zıları için (r.aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamâmen kurtulanlar, İkincisi kendinde, nefsinden birşeyler kalanlar içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak,irşâdın şartı değildir. (R.aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, fâideli olmuşlardır.” Halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et, bu fâide vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fâide vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullaha (s.a.v.) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.” “Münkirden (inkârcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullahın (s.a.v.) zamânında olsaydı, ona îmân etmezlerdi.” Seyyid Tâhâ hazretleri ba’zan; “M isvâkla kılınan bir rekat namaz, nüsvâksız kılınan yetmiş rek’attan hayırlıdır” hadîs-i şerifini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvâklamak” ma’nâsına geldiği gibi “sensiz”’ manâsma da gelir. O zaman hadîs-i şerifin ma’nâsı; “Sensiz, ya’nî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rek’at, kendinle olduğun yetmiş rek’ attan fâidelidir” buyururdu.

Birgün, kendilerine; “Nehrî’de sâdık talebeniz kimdir?” dediler. “Molla Muhammed Münhanî’dir” buyurdu. “O, katı tabiatlıdır” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî’nin Dîvân’ındaki şu beyti okudu:

“Ehl-i tarîk, makamları seyr ederken renk renktir,

Bir kısmı İlâhî cemâl, bir kısmı celâldedir.”

“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz,

yok etmeyiniz.” “Bizim yolumuzda ucb ve riyâ yoktur.

Riyâ ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir.”

“Bizim yolumuzun yolcularının fâideleri, ana ve babalarına dahî ulaşır.”

Evliyâmn vefâtmdan sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (rûh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, 1269 (m. 1852) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet âmnda kendisine iki mektup arzedildi. Bunlan kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; ‘Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. Onbir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının onikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yalanları ile helâl- laşü, vedâlaşü, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerif tilâvetleri arasında, mübârek rûh unu Kelim e-i tevhîd getirerek teslim eyledi. Mübârek mezân Nehrî’dedir. Onu seven âşıklan, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nârlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler. Seyyid Tâhâ hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefât etti, ismi Habîbullah idi. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup, babasından istifâde ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinden hilâfet aldı. Amcasından sonra, büyük bir metânet ve adâletle Nehri makâmını, irşâd ve hükümdarlıkla idâre etmişti. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gönderilmiş, Tâifde kendisine konak verilmişti. Mekke-i mükerreme de hazret-i Îbrâhim aleyhisselâmm makâmmda, tavâf sünnetinin son secdesinde, büyüklere yakışan bir tarzda vefât edip, Cennet-i Mu’allâ kabristanında defn edilmiştir.

:

2

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*