KARINCALAR
Kırlarda, Hermes’in oğlu Pan, dolaşıyordu. Binlerce yıldan beri gelip
geçen binlerce Temmuz aylarından biriydi. Zaten yüzyıllarca önce,
İmparator Tiberius’e, “Büyük Tanrı Pan öldü!” diyenler, yalan söylemiştir.
O, tanrısal Ege’nin mavi kıyılarında, yeşil ormanlarında, bereketli
topraklarında, kendisinden kaçıp, durgun sularda saza dönen peri
kızı Simikis’i hâlâ arar durur. Onun saz olan bedeninden yaptığı flü
tünü üflemekten yorulmaz.
Bugün de Pan, sevgili yurdumuzun çam ormanlarının dallarında,
yapraklarında inleyen rüzgârdır, kırlarında çın çın çınlayan doğanın
sesidir. Pan, eskiden peri kızlarını kovalar, korkutur, kaçırırmış. Bu-
şün, bu toprağın çocuklarının, kırlarda, tarlalarda çalışan insanlarının
iki yakasında döner dolaşır. Çapadan beli ağrıyan, çift sürerken yorulan
bn gidenlerin insanları, bir soluk almak için doğrulduklannda, gözlerini
mavi göklere, beyaz bulutlara, yeşil ağaçlara kaldırır, Pan’ı ararlar,
onun sesine kulak verirler -.
Ali Tosun da, tarlaların arasındaki tozlu yolda, Pan’la birlikte köye
doğru yürüyordu. İki yakasındaki topraklarda diz boyu kalkan pamukları,
yer yer, sıraya dizilmiş ırgatlar çapalıyor, ötede beride tarla kuş
ları uçuşuyordu. Kesiklerin üstünü devedikenleri kaplamış, kesiklerin
çukurlarında yozsöğütler dallanmıştı.
Tozlu yolun üstünde zinde adımlarla yürüyordu Ali Tosun. Ama,
kaa tere batmıştı. Karşıdaki yeşil bir sırtın eteğine çöken köy, çok yakınmış
görünüyor, gel gör ki, Ali Tosun, yürüyor, yürüyor, bir türlü
varamıyordu. Kumlu yolun üzerindeki araba izini sürüyordu. Bir soluk
almak için, kesiğin kenarına, devedikenlerinin gölgesine sığındı. Uzamış,
sakalının terden ıslak ıslak olduğunu, kaytan bıyığının ucundan neredeyse
ter damlıyacağmı hissediyordu. Elinin tersiyle terini sildi. Bu
sırada Pan, ters bir esinti ile tozu toprağı kaldırıp Ali’nin üstüne, yü
züne gözüne yığdı, sonra da gelip yanma çöktü. Tosun’un gözleri, yolun
üstündeki derin izdeydi. Pan, kulağına eğilip:
“Yoruldun mu Ali Tosun?” dedi. Soluğunu koyvererek:
“Yoruldum.” Karşılığını verdi Ali. Ayağını sıkan çarığının sırımlarını
gevşetti. Gözlerini uçsuz bucaksız ovada gezdirdi. Sonra ışıl ışıl
gökyüzüne kaldırdı. Pan, kulağına fısıldadı:
“Senin niçin bir karış toprağın yok?” Ali, kızdı:
“Yok işte!…”
“Ne yapıyor, n’işliyorsun topraksız?”
“Irgatlık ediyoruz, pamuklara çapa vuruyoruz…”
“Topraksız kişi, köksüz kişidir…” Diye Pan, Ali Tosun’un üstüne
vardı. Ali, iyice öfkelendi. Kalktı, yürüdü. Pan, yakasını bırakmıyordu.
Dört bir yakasında dolanıyor, esiyor, tozlan kaldırıp üstüne yıkıyor,
durmadan:
“Haydi Ali, bir türkü söyle Ali!” Diyordu. Tosun, eski .kasketini
kaşlarına çekti:
“Türkü söyleyecek keyfim yok!” Karşılığını verdi. Pan, direniyordu:
“Ben de kavalımı çalarım .. Bir türkü, haydi bir türkü!”
Ali Tosun, Pan’dan kurtulmak için hızlı hızlı yürümeye başladı.
Köye girerken Pan’dan kurtuldu. Pan, kırların tanrısıydı. Köyleri, şehirleri
sevmezdi.
•k
Ali Tosun, kahvenin ilerisindeki meydana geldiğinde, Kocaçınar’m
altında durdu. Çınarın altındaki çeşmede, elini yüzünü yıkadı. Kana
kana su içti. Ağacın koca gövdesine sırtını verip oturdu. Gözlerini kar
şıdaki kahveye dikti. Kahvenin berisinde yeşil boyalı bir cip duruyordu.
Ali’nin gözünde ne köyün yamru yumru sokakları, ne de evleri vardı.
Hep hep, bir kahvenin kapısına, bir cibe bakıyordu. Kararsızdı. Çeş
menin ilerisinden geçen yolun üstünde irili ufaklı, kızlı erkekli bir bölük
çocuk, toplanmış, diz çökmüş, durmadan yere bakıyordu. Meraklandı Ali
Tosun, nereye, niye bakarlar diye… Çocuklar, bir karınca yuvasını seyrediyorlardı.
Yuvanın ağzının dört bir yakası ince kumla çevrilmişti,
küçük bir yığın kum. Kanncalar, kara kara, y u v ay a giriyor, çıkıyor,
durmadan, dinlenmeden içerden dışanya kumlan taşıyordu. Çocuklar
dikkatli dikkatli karıncaların çalışmasını izliyordu. “Akılsız hayvanlar!”
diye düşündü Ali, “yol üstünde yuva olur mu? Gelen geçen basar…”
Yıkadığı eli yüzü kuruyunca, ağır ağır kalktı, yürüdü. Kahvenin
kapısına yaklaştı. Kapıda durdu. Basık tavanlı kahvenin darlığı içinde
pek kimseler yoktu. Eğri büğrü iskemleler boştu. Yalnız bir köşede,
çınara bakan pencerenin yanında üç kişi oturuyordu. Üçten ikisi köylü,
, sıska, sakallı kişilerdi. Öteki, oldukça şişman, ava ceketi giymiş, aya-
*vi gına siyah çizmeler çekmiş, eli sarı tesbihli bir kişiydi. Bıyıksız, tıraşlı
yüzünde, kara kara kaşlarının altında sakin görünen ufak gözleri vardı.
Bu gözler, Ali Tosun’u görünce, önce yumuldu, sonra açıldı:
• “Gel otur, bir kahve iç…” Diyen sesini duydu adamın Ali.
“Hiç de kahve içesim yok.” Karşılığını verdi.
“Dikilme öyleyse kapıda öylece!”
“Dikilirim, dikilirim…”
Ocağın başından kahveci, seke seke fırladı, bir iskemleyi oturanların
yanın açekti, götürdü:
“Buyur, gel otur.”
“Otnrmıyacağız dedik.”
Şişman adam, öfkelendi:
“öylecene dikil öyleyse kapıda.”
“Dikildik.”
Ali Tosun, öylece bir vakit kapıda dikildi. Sonunda adam tedirgin,
sağına soluna baka baka yoruldu. Ali’ye:
“Anladık, işi bıraktınız…” Diye patladı. Ali, dikildiği yerden kı
pırdamadan :
“Bıraktık.” Karşılığını verdi. Kapının içinde dikildi yine.
“Hakkınızı vermedim mi?”
i “Hakkımız, verdiğinden çok olacaktı.”
“Benim işim, başkalarının işine denk değil. Veremem.”
“‘Sen bilirsin.”
“ Toparlanın öyleyse, çıkın tarlamdan.”
“Ben de bunu diyecektim. Çıktık.”
“Cehenneme dek yolunuz var!…”
“O gadarlık deel, başka bir tarlaya dek yolumuz . ”
Şişman adamın, bu karşılıktan yüzü gerildi. Yaşlılığı birden belli
ı o ld u :
“Ben kırk yıldır…” Diye söz edecek oldu, hemen vazgeçti. Ali Tosun
da döndü arkasını, çınarın altına yürüdü. Çöktü Kocaçmarın altına.
Oradan kahvenin penceresine baktı da baktı. Çocuklar, hâlâ karıncaları
inceliyor, izliyordu. Kahvedeki, uzaktan uzağa Ali’nin bakışlarından sı-
t kıldı. Kahveden çıktı. Cibine bindi, öfkeyle gaza bastı. Karınca yuva-
sının yanındaki çocuklar, korkuyla çil yavrusu gibi kaçıştılar, dağıldı
lar. Cibin tekerlekleri, yuvanın üstüne bastı, geçti. Ortalığı bir toz bulutu
kapladı. Çocuklar, şaşkın şaşkın üstü, ağzı kumla örtülen yuvaya
tekrar yaklaştılar, üzüntülü gözlerle, ezilen karıncalara baktılar. Ali
Tosun, yerinden kalkıp yanlarına geldi çocukların. Mavi gözlü, sarı saçh
küçük bir kızın başını okşadı. Karayağız bir küçük delikanlının arkasını
sıvazladı:
“Durun hele…” dedi, “yuvanın kapısını, ağzını bulalım, açalım!–.”
Çocuklar, sevinçle ellerini çırptılar. Ali, avuçları ile kumları dikkatle
açtı. Parmağını, yuvanın ağzına sokup temizledi. Çömeldi, oracıkta,
gözlerini yere dikip bekledi. Çocuklar da bekliyordu. Çok geçmeden, toz
toprak içindeki başını, bir karınca, deliğin ağzından çıkardı. Arkası sö
kün etti. Karıncalar yeniden çalışmaya giriştiler. Ali Tosun, döndü, çı
narın altına yeniden oturdu. Çocukların sevincini seyretmeye başladu
Pan, dayanamamış, işlerin sonucunu merak etmiş, gelmiş, çınarın
dallan, yaprakları arasına oturmuştu. Kocaçmarlann sesleri ile sesleniyordu,
flütünü çalıyordu. Arada bir, durup durup:
“Haydi Ali, bir türkü söyle, Ali!” Diyordu. Ali Tosun, yeniden
kaynaşan, çalışan karıncalara bakıyordu uzaktan, çocukların sevincini
paylaşıyordu. Pan’a:
“Hiç de türkü söyliyecek keyfim yok…” Karşılığım veriyordu.
S A M İ M K O C A G Ö Z