GELİBOLU ACEMİ OCAĞI
; Gelibolu’da kurulan ilk acemi ocağına verilen ad. Gelibolu Acemi Ocağı, Birinci Murâd Han zamâmnda kuruldu.
İlk acemiler, harpte esir edilen kuvvetli ve dinç gençlerden teşekkül ederdi. Bunlar, Gelibolu ve Çardak arasında sefer yapan gemilerde hizmet görürler ve günde bir akçe alırlardı. On sene kadar bir hizmetten sonra Türkçeyi ve Türk âdetlerini de öğrenip, iki akçe gündelikle yeniçeri ocağına kaydedilirdi. Acemi oğlanlara ilk önceleri san renkte sivri uçlu serpuş giydirilirdi. Önceleri ocağın başında “Acemi Ocağı Ağası” isminde birisi vardı.
İstanbul’un fethinden sonra geniş şekilde bir Acemi Ocağının buraya da kurulması üzerine Gelibolu’daki acemilerin başına “Gelibolu Ağası” denilen bir baş ağa tâyin edildi ve emrine sekiz adet acemi bölüklerine kumandan olmak üzere, çorbacı, yâni bölük kumandanı verildi. Gelibolu Acemi Ocağı Ağası bir yolsuzluğu görülmedikçe ölünceye kadar vazifesine devâm ederdi. Vefâtı ile yerine birinci çorbacı geçerdi. Fakat İstanbul devlet merkezi olduktan sonra, yeniçeri ocağının ihtiyâr bir yayabaşısının Gelibolu ağalığına tâyini kânun oldu. Ağalık bunlardan başkasma verilmezdi.
‘ Gelibolu Ağasının yevmiyesi sonralan arttırılarak yirmi beş akçeye yükseldi. Gelibolu zâbit ve acemilerinin maaşlan her ulûfe dağıtımında İstanbul’dan verilmek âdetti. Bunun için nöbetçi bir yayabaşı İstanbul’a gelir, bütün ocağın maaşını alıp, Gelibolu’ya götürürdü.
Yeniçeri ocağına girmek veya bir hizmete verilmek zamânı gelen Gelibolu acemilerinin, ağalarının teklif ve arz etmesiyle kayıt muâmelesi yapılırdı. Bunun için yeniçeri ağasma hükümdâr tarafından hüküm yazılır, o da bu hükme göre Gelibolu acemilerini deftere kaydettirirdi. Yine yeniçeri ağasma yazılan başka bir hükümle de Gelibolu Acemi Ocağındaki münhallere (boş yerlere) Türk çiftçilerinin hizmetlerinden gelmiş olan acemilerden verilirdi. İlk zamanlarda Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört yüz kadar olup, sonralan bu mikdâr ihtiyâca göre arttırıldı.
Gelibolu Acemi Ocağı acemileri devamlı olarak Rumeli ile Anadolu arasında işleyip, hükümete âit her türlü nakliyat yapan gemilerde hizmet ederlerdi.
GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ; on altıncı asırda yetişen meşhur Osmanlı târihçisi. Adı, Mustafa bin Ahmed’dir. 1541 senesi Nisan aymda Gelibolu’da doğdu. Küçük yaşta tahsile başlayan Alî Efendi yirmi yaşında medreseden mezun oldu.
Mihr-ü Mah adlı eserini şehzâde İkinci Se-lim’e takdim ederek dîvân kâtibliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşanın dîvân kâtipliğine tâyin edildi. Mustafa Paşanın Mısır beylerbeyi olması ile birlikte Mısır’a gitti. Bir süre sonra Mustafa Paşa Mısır beylerbeyliğinden alınınca, Manisa’daki Şehzâde Üçüncü Murâd’ın musâhibleri arasına girdi. Oradan Bosna Beylerbeyi Ferhat Paşanın dîvân kâtipliği vazifesine tâyin edildi.
Sultan Üçüncü Murâd Han devrinde Gürcistan beylerbeyliği ve dîvân kâtipliği görevlerinde bulundu.
Sultan Üçüncü Mehmed tahta çıktığı zaman mîr-i mîrân rütbesiyle Şam vâliliğine tâyin edildi. Fakat o, yazmakta olduğu Künhü’I-Ahbâr adlı eserini tamamlamak için lüzumlu malzemeyi daha rahat bulabileceği Mısır defterdârlığı veya Amasya sancakbeyliğini istedi.
Son olarak kendisine Cidde emirliği verilen Alî Efendi, bu vazîfesine Mısır ve Mekke yoluyla gi-
Gelibolulu Mustafa Âlî Efendînin yazmış olduğu, OsmanlI’nın örf ve âdetlerini anlatan Mevâid-ün-Nefâ-is adlı eserin ilk sahifesi.
derek hac farîzasım yerine getirdi. Sultan Üçüncü Mehmed’e yazdığı bir mesnevîde kendisine Mısır eyâletinin verilmesini ricâ etmişse de, buna nâil olamadan 1600 senesinde Cidde’de vefât etti.
Âlî, bir şâir olarak zaman zaman üstün şiirler yazmıştır. Bunu, ortaya koyduğu üç Dîvân’ı açıkça gösterir. Ayrıca şerh edebiyatımızda mühim yeri vardır. Sultan Üçüncü Murâd’m şiirlerinin şerhini yapmıştır. Nefî gibi bâzı şâirlere mahlas vermesi onun şiirimizin ustalarından olduğunun açık delilidir. Ancak dalgalı ve dengesiz bir rûh yapışma sâhib olması hayâtına da aksetmiştir. Bunu diğer eserlerinde de görmek mümkündür.
Âlî Mustafa Efendi, çeşitli alanlarda yazı yazmakla birlikte, asıl başarılı olduğu alan târihtir. Ayrıca eserlerinde tenkid fikrine yer verir. Asrım bir bakımdan ele alan bir yazar olup, manzum, mensur elliye yakın eseri vardır. Bunlardan en meşhuru dört bölümden meydana gelen Künhii’l-Ahbâr adlı târihidir. Bu eser, sâdece bir Osmanlı târihini değil, Peygamberler târihi, İslâm târihi, Türk ve Moğol târihi bahislerini de içine alan bir âlem târihidir. Âlî Efendi, eserde Osmanlı âlim ve şâirleri için de önemli bir kısım ayırmış olup, bu bölüm şâirler tezkiresi sayılabilecek genişliktedir. Eserin en geniş kısmı, 16. asır Osmanlı târihini anlattığı bölümdür. Ayrıca İslâm târihinde verilen bilgiler geniş ve tefemıâtlıdır. Eserin İlmî değerini artıran bir yönü, Âlî’nin, İslâm medeniyetinin gelişmesinde Türklerin büyük rolüne ve hizmetine dikkat çekmesidir. Bunun yanında, yeri geldikçe, bölüm bölüm Avrupa milletleri hakkında da kısa bilgiler verilmiştir. Eserin başından İstanbul’un fethine kadar olan kısmı tertibine uygîın olarak beş cilt hâlinde basılmıştır. Yazmaları çeşitli parçalar hâlinde İstanbul’un birçok kütüphânelerinde bulunmaktadır.
Kavâidü’l-Mecâlis; Osmanlı medeniyeti ve sosyal hayâtı bakımından kıymetli bilgiler veren bir görgü ve âdâb-ı muâşeret kitabıdır. Âlî Efendi, ömrünün sonlarına doğru Sultan Üçüncü Murâd Hanın isteği üzerine yazdığı bu eserde, mühim meclislerde çeşitli sınıf, sanat ve mesleklere mensup insanların nasıl hareket edeceklerini, nasıl giyineceklerini, kısacası topluluk içinde âdâba uygun yaşamak için neler yapmak ve neleri bilmek gerektiğini anlatmıştır.
Diğer bir önemli eseri Menâkıb-ı Hünerve-rân’dır. Eserde Türk-İslâm âleminde yetişen büyük hattatlar ve bunların hat sanatlarından, ayrıca tas-vircilerden, tezhipçilerden, mücellit, halkari, ze-refşân ve oyma sanatlarından bahsedilmekte, za-mâmn diğer sanatları ve sanatkârları hakkında da kıymetli bilgiler verilmektedir. İstanbul ve Viyana kütüphânelerinde dokuz nüshası bulunan eser, yedi bölümden meydana gelmiştir. İbn-ül-Emin Mah-
mûd Kemâl tarafından 1926 senesinde İstanbul’da eserin karşılaştırmalı neşri gerçekleştirilmiştir.
Âli’nin yazdığı diğer mühim eserler şunlardır:
1) Nâdir-ül-Mahârîb, 2) Heft Meclis, 3) Zübdet-üt-Tevârih, 4) Nusretnâme, 5) Câmi-ul-Hubûr der Mecâlis-i Sûr, 6) Mirkât-ül-Cihâd, 7) Füsûlü Hallü Akd ve Usûli Hare ü Nakd, 8) Hâlât-ül-Kâhire min el-Âdât- iz-Zâhire, 9) Mihr ü Mah, 10) Mihr ü Vefa, 11) Tuhfet-üI-Uşşâk, 12) Râhat-ün-Nüfûs, 13) Hilyet-ür-Ricâl, 14) Münşeât, 15) Mahâsin-üI-Âdâb, 16) Dîvân (üç . adet Vâridât-ı Enıka).
GELİN ALAYI; Alm. Brautzug (m), Fr. Pro-cessiorı de la Jeune mariee, İng. Bridal proces-sion. Osmanlılar zamânında pâdişâh kızlarının, kız kardeşlerinin ve saltanat hânedâmna mensup sultanların evlenmeleri münâsebetiyle yapılan merâsimin adı. Osmanlı hükümdâıîarmın kızlarına “sultan” denilirdi. Bunlar yetiştikleri zaman, münâsib birisiyle evlendirilirdi. Sultanların ni-‘ kâhları bâzan Yeni Sarayda, Bâzan da Paşakapı-sı’nda yapılırdı. Sultana dârüssaâde ağası, dâ-mâd paşaya da münâsip görülen bir vezir vekil olurdu. Nikâhı şeyhülislâm kıyar, mehr-i muaccel ve mehr-i müeccel sultanın derecesine uy–gun olurdu. Sultan nikâhından sonra hükümdâr nâmına merâsimde bulunanlara ve dâmat paşaya hil’at giydirilirdi. Dâmâda bundan başka sultan tarafından ikinci bir hil’at gönderilir, bunu da dârüssaâde ağası giydirirdi. Babaları sağ olan sultanların düğünleri pek muhteşem olurdu. Bu sebeple, dâmâd paşa nişandan başlayarak saraya mücevherli yüzük, küpe, bilezik, İncili gelin duvağı ve hamam nalını gönderirdi. Sultan, dâmat paşanın evine gitmeden önce çeyizi misâfirlere teşhir edilirdi. Sadrâzam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hediyelerini de gönderirlerdi. Sonra bu çeyiz alayla dâmâdm konağına gönderilirdi. Düğünün müddeti muayyen* değildi. 15-20 gün sürdüğü olurdu.
Gelin olan sultânın alayı da kendisinin bulunduğu Eski Saraydan, yâhut Yeni Saraydan îti-bâren tâkib edilirdi. Sultan, hanedana mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde ve iki çift atlı araba ile dâ-mât paşanın konağına götürülürdü. Gelin alayında sadrâzam, vezirler, devlet erkânı ile düğün münâsebetiyle sultanlara mahsus balmumundan yapılmış ve “nahl” denilen düğün tezyinâtı alayın önünde giderdi.
Sultan hanım, akrabâları ve kocası tarafından karşılanır ve hareme götürülürdü. Dâmâdm konağında kadın ve erkek misâfirlere ayrı ayrı yerlerde ziyâfetler çekilir ve yatsı namazından sonra misâfirler evlerine dönerlerdi.