DEMOKRASİ

DEMOKRASİ

DEMOKRASİ

DEMOKRASİ

DEMOKRASİ (esk. yun. demos, halk ve kratos, otorite’den demokratladır, démocratie). Halkın kendi kendini yönetmesi. || Bir yönetim düzeninde halk iradesinin ağır basması veya yönetimin halk tarafından denetlenmesi. I! Doğrudan doğruya demokrasi, siyasî kararların, çoğunluk esasına göre, doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alındığı yönetim şekli. || Temsilî demokrasi, yurttaşların siyasî haklarını doğrudan doğruya değil de, kendi seçtikleri ve kendilerine karşı sorumlu olan temsilciler aracı-
1 iğiyle kullandıkları yönetim şekli. || Liberal demokrasi, azınlıkta kalanların kişi ve kamu haklarını (söz hürriyeti, vicdan hürriyeti v.b. güvenlik altına alabilmek için çoğunluk iktidarının anayasa ile kısıtlanarak uygulandığı yönetim şekli. (Anayasal demokrasi de denir). || Sosyal veya ekonomik demokrasi, siyasî anlamda demokrasinin (doğrudan doğruya demokrasi, temsilî demokrasi, liberal demokrasi) öngördüğü ilkeler dikkate alınmaksızın sosyal ve ekonomik farkları (en önemlisi özel gelir dağılımındaki eşitsizliklerden doğan farklar) en aza indirmek amacını güden sistem. || Hıristiyan demokrasisi, hıristiyan din ve ahlâkının buyrukları ile demokratik ilkeleri bağdaştırmağa çalışan akım. || Halk demokrasileri veya totaliter demokrasiler, ikinci Dünya savaşının ertesinde, çeşitli ülkelerde (Arnavutluk, Almanya Demokratik cumhuriyeti, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam) S.S.C.B. örnek tutularak kurulan demokratik cumhuriyetlere verilen ad. Bk. ANSİKL.
— ANSİKL. « Eski demokrasiler. Siyasî bir topluluğun teşkilâtlanmasında en çok başvurulan yollardan biri, doğrudan doğruya demokrasi olmuştur. Antropologlar demokrasinin birçok ilkel topluluk tarafından uygulandığını ortaya çıkarmışlar, sistemin tarihöncesi çağlardan beri kullanıldığını göstermişlerdir. Fakat batı siyasal geleneği açısından demokrasinin başlangıcı, eski Yu-nan’daki şehir devletleridir. Sistemli bir siyaset teorisi kurmayı deneyen Eflatun ve Aristoteles, demokrasiyi belli başlı beş veya altı hükümet biçiminden biri olarak gösterirler. Demokrasinin en iyi tanımını Aristoteles, Politikon’da yapmıştır. Fakat bu tanımın dayandığı demokrasi anlayıgı, günümüzdekinden bütünüyle farklıdır. Eski Yunan’da yasaları yurttaşların hepsi bira-raya gelerek yaparlardı; temsilî demokrasi sistemi yoktu. O çağlarda genellikle bir şehir ve yöresinden meydana gelen devletlerin büyük olmayışı, yurttaş sayısının çoğu zaman 10 000‘i geçmemesi, doğrudan doğruya demokrasiyi mümkün kılıyordu, üstelik yurttaş kitlesi ergin halk kitlesiyle eşit değildi. Kadınların oy hakkı olmadığı gibi, yurttaşlık haklarından hiç bi-
rine sahip olmayan kalabalık bir köle sınıf tv da vardı. Bu demokrasi anlayışı, köleliği kendi yapısına aykırı bulmuyor, kölelik kurumunu yurttaşlara kamu hizmetleriyle uğraşma imkânı verdiği için gerekli sayıyordu. Eski Yunan düzeni yurttaşlar arasında eşitliği tanımış, fakat insanlar arasındaki eşitliği tanıyan bir merhaleye varmamıştı.
Eski demokrasilerde bütün yurttaşlar meclise katılmak Ye oy vermek hakkına sahip oldukları gibi yürütme ve yargı organlarında^ da çeşitli görevler alabilirlerdi. Görev dağıtımı seçimle veya kura ile yapılırdı. Aristoteles’e göre, kura sisteminin üstün tutulması, demokrasinin başlıca özelliklerinden biriydi. Bu sistemde kuvvetler ayrılığı olmadığı gibi bütün görevliler yasama, yürütme ve yargı alanlarında yetki sahibi olan halk meclisi Önlinde .sorumluydular.
Eski Yunanlıların temsilî demokrasi sistemini kuramamış olmaları, geniş demokratik devletler meydana getirmelerini engelledi. Buna karşılık eski po/r.v’lerin (şehir) ufak oluşu, siyasî hayatın son derece yoğun bir biçimde gelişmesine yol açtı. Bütün yurttaşlar toplum olaylarıyle yakından ilgilenmek, olup bitenler hakkında doğrudan doğruya bilgi edinmek imkânını buldular. Yurttaş kitlesinin yönetimdeki payı bakımından ele alınırsa bu sistemin kelimenin tam anlamıyle doğrudan doğruya demokrasi olduğu görülür. Günümüzde bu sisteme en çok yaklaşan örnekler, New Eng-land’da ve bazı küçük İsviçre kantonlarında uygulanan yönetim biçimleridir.
Eski Yunan’da demokrasi özellikle M.ö, V. yy.da yaygınlaştı. Bu dönemin siyasî tarihi, Atina’nın temsil ettiği demokratik ve İsparta’nın temsil ettiği oligarşik devletlerin çatışmalarıyie doludur. Demokratik bir imparatorluk kurmayı ilk deneyen Atinalılar oldu. Atinalılar demokrasi ilkelerini benimsemiş bağımsız şehirleri kendi önderlikleri altında toplamak amacını güttüler. Fakat zaman ilerledikçe gönüllü İşbirliği metotları geçerliğini kaybetti; öyle ki Peloponne-sos savaşları sırasında öteki şehirlerin Atina ile ilişkileri, kaba kuvvete dayanarak yürütülür oldu. Demokratik imparatorluk denemesi böylece İsparta’nın zaferiyle başarısızlığa uğradı.
Yunan demokrasisi, tarihin akışı içinde kısa bir dönem olarak kaldı; çağdaş demokratik devletleri teori ve pratik yönünden pek az etkiledi. Daha sonraki çağlarda görülen faydacıların, toplum anlaşması nazari-yecilerinin ve XVII. yy.dan bu yana gelişen modern demokrasi akımlarının öne sürdükleri düşünceleri haber veren siyasî demokrasi nazariyelerinin eski Yunan’da geliştirilmiş olduğu konusunda elimizde bazı kanıtlar vardır. Fakat bu eski yazılar günümüze kalmadığından, batı siyasî geleneğini etkiledikleri söylenemez. Bize, antik çağın siyasî düşüncesi üstüne en geniş bilgiyi aktaran IV. yy. filozofları büyük ölçüde demokrasi aleyhtarıydılar. Eflatun’un Devlet1 inde demokrasi, soysuzlaşmış siyasî sistemler hiyerarşisinde zorba yönetimden (Tiranlık) sonra, ikinci sırada yer alır. Aristoteles’in ansiklopedik bir karakter taşıyan Politikon’u, daha dengeli bir görüş getirmesine ve demokrasiyi savunan bazı kalıpları tekrarlamasına rağmen, sonunda demokrasiden yana çıkmayan bir yargıya varır. Bıı yüzden klasik geleneğin, gelecekteki yeni demokrasi deneylerini teşvik eder bir nitelik taşımadığı rahatça söylenebilir. Yunanistan’da demokrasi Atina’nın düşüşünden sonra ayakta kalabildiyse de, hiç bir zaman eski üstünlüğüne kavuşamamış, uzun süren bir çöküş döneminden sonra Roma’-nm zaferiyle kesin olarak tarihe karışmıştır.
Aslında Roma’da hiç bir zaman Atina tipinde bir demokrasi gerçekleşmemiştir. Ama Roma rejimini aristokratik bir cumhuriyet diye tanımlamak veya halk meclisi demokrasisi, senato aristokrasisi ve konsüller monarşisi arasında bir denge sistemi saymak da yanlış olur; zaten, farkedilmesi çok güç olan bu denge, M.ö. II. yy. ortasında Roma devletinin gelişmesi içinde kısa bir süre görülmüştür. Etrüsk krallığının yıkıl-masıyle, iktidar halkın, yani roma gentes’iıûn eline geçti. Nüfusun geri kalan kısmı, ya-
ni yurttaşlık hakkına sahip olmayanlar, iktidara katılamadılar. Böylece, prensip olarak ortaya bir demokrasi çıkmış oldu. Ama Ro-ma’nın gelişmesi ve toprakları üzerinde yaşayan insan sayısının artışı ile bu gentes, plebeius’lara karşı bir aristokrasi durumunu aldı. PlebeiusMar yavaş yavaş hukuk eşitliği elde ettiler, üstelik orbis smtrlarında Urbus’un gelişmesi, yine aynı sınırlar içinde roma yurttaşlarının artması birbirini kovaladı. Rejim ne olursa olsun (önce cumhuriyet, sonra imparatorluk), devlet, Roma’-yı ve dünyayı yönettiği kabul edilen Sena-tııs Popuhısque Romanus’un (Roma Halk Senatosu) elinde idi.
Ama, birtakım yasalar bu demokrasiyi demokrasi olmaktan çıkardı. Cenhuiate sisteminin kurulması ile birlikte, zengin, orla halli ve yoksul yurttaşlar arasında ayrım yapan, gerçekte de İktidarı zenginlere veren bir rejim ortaya çıktı. Sonra, özellikle M. ö. III. yy. dan itibaren ple-beius’lar patricius’Iarla sözüm ona bütün eşit haklara kavuşunca, aynı zamanda zenginliğe ve kamu görevine dayanan bir soylular ve senatörler sınıfı doğdu. Böylece, yeniden gerçek bir aristokrasi belirdi. Cumhuriyet rejiminin sonunda, birincisine rakip yeni bir aristokrasi sınıfı, şövalyeler sınıfı kuruldu. Demek ki, «Roma demokrasisi», özü yüzyıllara göre değişen bir aristokrasi rejimine bağlı kalmıştır. İmparatorluk kurulduğu zaman da durum değişmedi. Roma aristokrasisine karşı tepki olarak, halk partisinin bazı önderleri, M.Ö. II, yy.dan sonra, başlangıçta geçici ve çıkarsız olarak (Gracques), sonra da kendi çıkarları için (Marius, Sulla, Pompe-us, Sezar) iktidarı ele geçirmeğe çalıştılar. Roma’da demokrasinin, o tarihten sonra, yerini tez elden aristokratik ve otokratik bîr rejime bırakmak zorunda kaldığı sanılır. Gerçekten, Augustus «Principatayı kurduğu zaman, Roma kurumlan bu yönde gelişti, ama Augustus şahsî iktidarım zorla kabul ettirmeyi başardı. Bunu da yönetici kastları pohpohlayıp ^yola getirerek ve aslında her türlü siyasî önemlerini kaybeden demokrasi kurumlarını, (comicia’lar, yüksek görevlileri seçmeye devam etmekteydiler) dış görünüşleriyle ayakta tutarak sağladı.
• Ortaçağ «şehir» demokrasileri. Yüzyıllar süren akınlardan, krallığa ve toprağa dayanan «derebeylik» rejimlerinden sonra Fland-re’da, İtalya’da v.b. ülkelerde Ortaçağ boyunca ticaret şehirleri gelişti. Şehir çevrelerinin eski «siteaye benzeyişi, tarihî hatıralar ve soylu olmayanlar tarafından. yönetilen rejimleri soylu kılma kaygısı, yöneticilerini, eski demokratik deyimleri benimsemeye («çhalk, halk meclisi» v.b.) zorladı; öyle ki, bu sitelere bazen «şehir demokrasisi» bile denildi. Bu deyime bakıp aldanmamak gerekir. Bu şehirlerin hepsi, hemen her zaman aristokratik «patricia»lara has bir rejimle yönetildi. «Halk», şehrin başlıca mesleklerini elinde tutan en zengin burjuvalardan ibaretti. Bazen bir sıçrama ile, daha aşağı meslekten insanlar iktidara geliyor, üstelik kendilerinden daha aşağı durumda olanlara karşı aristokratça davranıyor, ama iktidarda fazla kalamıyorlardı.
• Çağdaş demokrasinin kaynakları. Yunan şehir devletlerinin çöküşüyle çağdaş anayasa rejimlerinin ortaya çıkışı arasında, demokratik düşünce ve uygulama bakımından
2 00ü yıllık bir boşluk vardır. Başlangıçta oligarşik bir cumhuriyet olan Roma, zamanla otokratik bir imparatorluğa dönüştü. Roma’nın çöküşünden sonra ortaya çıkan feodal krallıklar ise XVI. ve XVII. yy.da mutlak krallıklar haline geldiler. Bununla birlikte bu genel gelişmenin bütün ülkelerde görüldüğünü iddia etmek yanlıştır. Nitekim İngiliz monarşisi XVII. yy.da mutlak olma niteliğini kaybetmiş ve toprağa bağlı yüksek^ sınıfların denetimi altına girmiştir. Ortaçağda da birçok bağımsız cumhuriyetin ortaya çıktığı görüldü. Ancak bunlar, demokratik olmaktan çok, oligarşik bir nitelik taşıyorlardı. Ortaçağ ve Yeniçağ yazarları, Aristoteles’e dayanarak demokrasiyi üç temel yönetim biçiminden biri saymağa devam ettilerse de, bu çağlarda demokrasi,^ düşünce alanında kalmaktan ve antik çağlarla ilgilenenlerin üzerine eğildikleri bir konu olmaktan ileri gidemedi. Bu
durum, Amerikan ve Fransız devrimlerine kadar böyle devam etti.
Bu donem gerçek demokratik gelişmelere sahne olmadıysa da, bugünkü çağdaş demokratik yönetimlerin ayırıcı karakterini belirten düşünce ve kurumlarm yerleşmesine yol açtı. Günümüz demokratik devletlerinin hepsi, eski Yunan’daki doğrudan doğruya demokrasilerin tersine, temsilî veya liberal demokrasilerdir. Ama bunların hepsinde İktisadî demokrasiye doğru belirli bir eğilim vardır. Hükümetin temel organı temsilî meclis veya parlamentodur; dayandığı ahlâk temeli ise bütün insanların eşit yaratıldığı ve hükümetlerin, insanların belirli, temel haklarını kullanabilmelerini sağlamak amacıyle var olduklarıdır. Bütün bunların, kendi kendini yöneten köle sahibi alınalı yurttaşlarca anlaşılmasına imkân olmadığı muhakkaktır. Aradaki fark, ancak Ortaçağ boyunca yavaş yavaş ortaya çıkan yeni düşünce ve kurumlarm gelişmesi sonucu olarak açıklanabilir.
Bu yeni düşüncelerin önemlilerinden biri, çağdaş anayasa anlayışıdır. (Bk. anayasa). Eski Yunanlılar yasaları, siyasî iktidarı sınırlayan bir olgu değil de, bu iktidarın bir ifadesi saymışlardır. Fakat gerek daha sonra ortaya çıkan barbar krallıklar, gerek ilkel toplumlar yasaları, kimsenin değiştirmeğe hakkı olmayan çok eski bir töre olarak düşündüler. Bunlarda kralların görevi yasa koyma değil, mevcut yasaları uygulamaktı. Yasalar, halkı olduğu kadar, kralı da bağlıyordu. Bu fikir, antik çağın sonlarında ortaya çıkan stoacı ve hıristiyan düşünürlerin geliştirdiği tabiî hukuk anlayışıyle desteklendi. Hıristiyan dinbilimcilere göre evren, yetkin ve değişmez iradesi ile bütün yaratıkları bağlayan «kadiri mutlak» bir Tanrı tarafından yaratılmıştır, insan bu iradeyi, ancak kilise tarafından yorumlandığı biçimde, vahiylerle veya tabiî akılla kavrayabiliyordu. Bu yüzden Ortaçağ boyunca krallar üç ayrı yasaya bağlıydılar: Tanrının yasalarına, aklın tabiî yasalarına ve ülkenin geleneksel yasalarına. Bu yasalar meşru hükümetin ürünü değil, kaynağıydı; bunları çiğneyenlere, yasalara uyan bir yönetici değil, bir zorba gözüyle bakılırdı. Günümüzdeki anayasanın üstünlüğü İlkesi de, doğrudan doğruya bu Ortaçağ anlayışından gelmektedir.
Bugünkü temsilî sistemin de kaynakları Ortaçağdadır ve Roma’nın çöküşünden sonra, devlet otoritesinde beliren çözülmenin sonucudur. Roma imparatorluğu, merkezden yönetilen güçlü bir imparatorluktu, hükümet kendine bağlı halklara iradesini kabul ettirebilecek güçteydi. Oysa, Roma’dan sonra gelen feodal krallıklar, aynı derecede güçlü, merkezî hükümetler kuramadılar: derebeyleri, kilise ve imtiyazlı şehirler kendi başlarına buyruk oldular. Bazı durumlarda (yeni vergiler koymak v.b. gibi) krallar, ancak tebaanın rızasını aldıktan sonra bu kararlan uygulayabiliyorlardı. Bu rızanın alınabilmesi de, genel olarak çeşit-
li bölge temsilcilerinden kurulu bir meclisin onayına bağlıydı, önceleri bu meclislere, zengin ve kendi yörelerinde sözü geçen güçlü prensler ve din adamları katılırken, imtiyazlı şehirlerden gelen heyetler de bu meclislerde görülmeğe başladı, imtiyazlı şehirlerin önem kazanmasıyle bu meclislere kendilerini temsil edecek ve şehir adına vaatlerde bulunabilecek heyetler göndermek âdet haline geldi. Bıı toplantılar çağdaş parlamentoların öncüsü olmuştur.
Ortaçağın bu siyası düzeni XV. ve XVI. yy. da monarşilerin güç kazanmasıyle bozuldu. Yasa kısıtlamaları, mutlak krallık düşüncesine yol açtı. Bu gelişme de. bazı direnmelerle karşılaştı. O kadar ki XVI. yy.da kısa bir süre için, Ortaçağın siyaset anlayışına geri dönüldüğü bile oldu. Devrin din alanındaki karışıklıkları karşısında gerek katolikler, gerekse protestanlar bütün kralları zorbalıkla suçladılar ve bunların yasalara uygun olarak kurulacak meclisler tarafından tahttan indirilmelerini istediler. Nitekim ileride halk hâkimiyeti ilkesinin gelişmesinde önemli bir rol oynayacak olan bu düşünceler kendi devirlerinde tutunamamış ve XVII. yy. ortalarında mutlak krallık Batı Avrupa’da hüküm süren tek yönetim biçimi haline gelmiştir.
Bu kurala uymayan tek ülke İngiltere ol-
du. İngiltere’de Ortaçağ parlamentoculuk geleneği, giiciinü ve önemini kaybetmeden devam etti. XVII. yy.ın ortalarında din ve hukuk alanında parlamentoyle kral arasında çıkan çatışmalar, parlamentonun zaferiyle sonuçlandı ve kralın boynu vuruldu. Cumhuriyetçi bir devlet kurma teşebbüsleri boşa gittiyse de, yeniden kurulan krallık düzeni eskisinden zayıf oldu. 1688 Devrimi ile İngiliz kralının otoritesi azaldı. Parlamento, bundan sonra yasama ve maliye işlerini kesinlikle denetimi altına aldı. Parlamento sorumluluğu ilkesinin gelişmesiyle, yürütme1 işleri de parlamentonun yetkisine girdi. XVIII. yy.da kralın, hükümeti kurarken, bakanlarını parlamentoda çoğunluğun desteklediği adaylar arasından seçmesi ve çoğunluğun desteğini kaybedince de iş başından uzaklaştırması bir gelenek olarak yerleşti. Böylece kralın yetkileri elinden alınmış oluyor, parlamento gerçek bir güç haline geliyordu.
XVIII. yy. İngilteresi’nde siyasî edebiyat gelişti. Bunların bazıları çağdaş liberal düşünce akımının temel eserleri arasında yer alır. Bu eserlerin en etkilisi John Locke’un Of Civil Government (Sivil Yönetim Hakkında) [1690] adlı risalesi olmuştur. Locke yaşamanın, hürriyetin ve mülk sahibi olmanın insanın tabiî hakları olduğunu belirtti (bk. tabiî HAK). Locke’a göre bir toplum anlaşmasının sonucunda ortaya çıkmış olan hükümetlerin görevi bu haklan korumakta. Bu anlaşmaya uymadıkları anda toplumun, yöneticilerini işbaşından uzaklaştırmağa ve yerlerine başkalarını getirmeğe hakkı vardır. Hükümetle;! yozlaşmaktan korumak için en güvenilir yol, yasama ve yürütme işleri gibi yönetim güçlerini ayrı ellerde toplamaktır. Bu teori İngiliz devrim hareketinin Özellikleri gözönünde bulundurularak yazılmışsa da, kullanılan kavramların genelliği başka durumlara da kolaylıkla uygulanmasına imkân verir. Bu doktrinler, Avrupa dışında İngiltere’nin Kuzey Amerika sömürgelerinde de yayıldı ve amerikan yönetim sisteminin kurulması için gerekli düşünce ortamını hazırladı. XVII. yy. İngiltere’si, çağdaş anayasalı demokrasilerin gelişmesinde, gerek teorik gerekse pratik alanda önemli bir rol oynadı. Fakat bu parlamento devrimi, ilk sonuçları bakımından demokratik olmaktan uzaktı. Kuvvet dengesi kraldan parlamentoya kaymıştı ama,- parlamento demokratik değil, oligarşik bir kurumdu. Büyük toprak sahipleri, üyeliğin babadan oğula geçmesi yüzünden Lordlar kamarasında, oy verme hakkının kısıtlı oluşu ve temsil sisteminin eşitlik ilkesine dayanmaması yüzünden de Avam kamarasında, çoğunluktaydılar. İç savaş sırasında bu duruma karşı protesto sesleri yükseldi. Bağımsızların birçoğu, presbiteryen ve anglikanların aksine, din devletinin demokratik ilkelerini uygulamağa başladılar; parlamentoyu da aynı şekilde demokratlaştırmağa çalıştılar; hükümetlerin yönetilenlerin rızasına bağlı olduğu ilkesinden çıkarak her ingilizin veya hiç olmazsa mülk sahibi her ingilizin, kamu işlerinde eşit söz hakkına sahip olması gerektiği sonucuna vardılar. Leveller’ler bir ara, özellikle Cromwell ordusunun alt tabakalarındaki subaylar arasında önemli bir destek sağladılarsa da, kısa bir süre sonra dağıtıldılar. Demokratik düşünceyi büyük çapta geliştirici çalışmalar yapan Leve Hehlerin fikirleri unutuldu; Locke İngiliz devrim düşüncesinin tipik temsilcisi olarak kaldı, Locke’un tabiî haklar teorisi demokratik eşitliği savunan bir teori olarak yorumlandı. Oysa Locke’un amacı bu değildi. Çağdaşları da bu teoriyi, mevcut parlamento düzenine bir meydan okuma şeklinde kabullenmediler. Böylece İngiliz siyasetinin oligarşik karakteri iyice yerleşti ve temelli değişikliklere uğramadan, 1832’deki reform hareketine kadar devam etti.
Amerikan ve Fransız devrimler ine kadaf olan dönemde, demokratik tutumu sürdüren en önemli düşünür, Jean-Jacques Rousseau oldu. Toplum Sözleşmesi’mn (de Contrat Social) [1762], bu dönemde yazılan e-serîer arasında ayrı bir yeri vardır. Cenevre’de doğup büyüyen Rousseau, mutlak krallığın hâkim olduğu bir çağda, bilinçli bir cumhuriyetçi olarak kaldı. Kaynak olarak klasik antik çağa eğildlyse de antik çağda ilgisini çeken demokrasiler değil Is-
parta ve Roma oldu. Rousseau Atina’yı değil, İsparta ve Roma’yı «siyasî yetkinlik örneği» olarak nitelendirdi. Ona göre monarşi, aristokrasi ve demokrasi sadece yönetimin yürütme gücünün değişik biçimlerde teşkilâtlanmasından ibaretti; demokrasi konusundaki kuşkularını açıklarken, halk kitlelerinin biraraya gelerek günlük İdarî meseleleri çözmelerinin çok zor olacağını söylüyordu. Ama hükümranlık otoritesinin nasıl kullanılacağı konusunda da Rousseau, demokrasi deyimini hiç kullanmadığı halde, tam bir demokrasi taraftarı olarak görünür. Toplum sözleşmesine göre, genel iradeyi yansıtmayan hiç bir yasa meşru değildir. Toplulukların birlikte vardıkları ortak düşüncelere hukuken bağlı insanlar, bu ortak düşüncenin oluşumuna katkıda bulunmalıdırlar. Böyle bir katkıda bulundukları sürece insanlar ahlâk sorumluluklarını yerine getirdiklerini vc gerçek insanlar olduklarını hissederler. Bu, yurttaşların belli aralıklarla toplanıp, yasamayle ilgili bütün konularda oy vermeleri demektir. Bir yurttaş kanunları uygulayacak hükümetin seçiminden de sorumlu olmalıdır. Rousseau, bu yolla kurulan bir hükümetin, halk meclislerinde ifadesini bulan genel iradeye bağlı olması gerektiği kanısındadır. Böyle bir yasama meclisi anlayışı eski Yunan’daki demokrasi uygulamalarına bir dönüşü öngörüyor, ancak şehir-devletlerinde kullanılmaya elverişli olduğundan çağdaş şartlara aykırı düşüyordu. Rousseau genel irade ilkesinin nasıl uygulanacağı konusunda gerçekçi olmaktan uzak görüşler ileri sürmüşse de, ilkenin kendisi büyük önem taşıyordu. Ahlâk sorumluluklarını insan değerinin özü olarak kabul edince bundan, hiç bir insanın temel siyasî kararlara katkıda bulunmaktan alakonama-yacağı sonucu çıkıyordu. Rousseau bu görüşü son derece açık ve kesin bir biçimde savundu ve böylece çağdaş demokrasi düşüncesine önemli bir katkıda bulundu.
• Amerika Birleşik devletlerinde demokrasi. Anayasaya dayanan demokrasi deneyi Amerika’da, Amerikan devriminin bir sonucu olarak gerçekleşti. Devrimin gerçek amacı bu olmamakla birlikte, olaylar kendiliğinden bu yönde gelişti. Sömürgelerin anayurttan ayrılmak istemesine sebep olan çatışmalar, aslında, XVII. yy. Ingİlteresi’nde kralla parlamentonun arasını açan çatışmaların aynıydı. Sömürgeler, önceleri mütevazi isteklerde bulunurlarken, giderek işi yasama ve maliye konularında yetkili parlamentolar istemeye kadar vardırdılar. Krallığın valileri bu istekleri reddedip İngiliz parlamentosunun aldığı kararları uygulamaya, bu arada zorla gümrük resmi almaya kalkışınca, durum XVII. yy.dakıne benzer bir anayasa buhranı yarattı. Amerikalılar, parlamentoda temsil edilmedikleri halde kendilerinden vergi alınmasını, insanın tabiî haklarının ve İngiliz geleneğinin zorbaca inkâr edilmesi olarak suçladılar. Amerikan Bağımsızlık bildirisinin dayandığı siyasî temel, Locke’un Sivil Yönetim Hakkında adlı ikinci risalesine şaşırtıcı bir benzerlik gösterir. Aslına bakılırsa bu bildiri demokratik değil, fakat anayasaya dayanan bir yönetimi öngörüyordu. Sömürgelerdeki meclisler İngiliz parlamentosundan daha geniş bir temsil ilkesine dayandıysa da, bunlar demokratik kurumlar olmaktan çok uzaktılar. Fakat öncü bir toplumun eşit şartları altında bazı özel ayrıcalıkları sürdürmek çok güçtü. Sömürgelerdeki toprak sahiplerinin durumu, anavatandakîlerinki kadar sağlam olmadığı gibi, demokratik baskılara karşı daha da az dayanıklıydı. İngiltere’nin denetimi ortadan kalkınca, Amerika’daki demokratik güçler düşüncelerini hür bir şekilde ortaya koyma imkânına kavuştular. Amerikalıların çoğu da uzun vadeli olarak, yalnız anayasaya dayanan bir düzen değil, fakat aynı zamanda demokratik bir yönetimden yanaydılar. Nitekim Amerikan devriminin asıl gerçekleştirdiği de bu oldu. Devrimci hareketin demokratik eğilimleri daha başından belliydi. Bağımsızlığına yeni kavuşan eyaletlerin çoğu, ük iş olarak, yeni anayasalar kabul ettiler. Uzun süre krallığın sömürge tüzükleri altında yaşayan Amerikalılar, yazılı kurallarla sınırlanmış hükümet ilkesine alışıktılar. Değişiklik isteğinin temeldeki sebebi, bu eyaletlerden çoğunun eski tüzükler kadar kısıtlayıcı nitelik taşımayan yeni anayasalar-
dan yana olmalarıydı. Mülk sahiplerinden başkasına oy hakkı tanımayan yasa kaldıramamakla birlikte seçme hakkı genişletildi ve halk tarafından seçilen meclislerin yetkileri, yürütme organlarının aleyhine olarak arttırıldı. Demokratik güçlerin sesi artık duyulmağa başlamıştı.
Bu demokratik gelişmeleri baltalama eğilimi, ilk defa 1787’de toplanan Anayasa kongresinde görüldü. Kongrenin ilk amacı. Konfederasyon bildirisinin yerine, daha etkileyici olan birleşik devlet düzenini getirmekti. Fakat delegelerin büyük kısmı muhafazakâr, hattâ bir kısmı, mizaç olarak aristokrattı. Çevrelerinde olup bitenlerden rahatsızlık duyan bu delegeler hem eyaletlerin güçlerini dengelemek için kuvvetli bir merkezî hükümet kurulmasına, hem de bu merkezî hükümeti denetliyebilmek için, halk çoğunluğunun yetkisini kısıtlamaya karar verdiler.
Bu tartışmaların sonunda ortaya çıkan anayasa, gerek demokratik ve gerek antidemokratik fikirlerin bir uzlaşımı oldu. Eyaletler, diledikleri ölçüde demokratik olmakta bağımsız bırakıldılar. İktisadî alanda önemli yetkilerin yalnızca federal hükümete tanınması ilkesine ve mülkiyet hakkına müdahale yetkileri kısıtlandı. Demokrasi ilkesi, temsilciler meclisi üyelerinin eyalet seçimlerinde seçme hakkına sahip olanla rca doğrudan doğruya seçilmesinde kendini gösterdi; başkan ve senato seçimlerinde ise çift dereceli seçim ilkesi kabul edildj. Çoğunluk yönetimi de, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile olduğu kadar, karışık bir denetim ve denge mekanizmasıyle de sınırlandı.
Bu gelişmenin teorik planda doğrulanması işini, James Madison, The Federalist adlı kitabında yetkin bir biçimde başardı. Alexander Hamilton ve John Jay de bu düzenin savunuculanndandır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu düşünürlerin hepsi Amerika cumhuriyetinin ilk yıllarında önemli kişilerdi. Sistematik bir siyasî teori olmamakla birlikte bu yazılar o çağın siyasî düşüncesini en iyi biçimde yansıtır. Bu yazarlar, bütün meşru yönetimlerin halk iradesine dayanması gerektiğini kabul etmekle birlikte sınırsız bir çoğunluk yönetiminin tehlikelerini ve bunun yasalar yoluyle kısıtlanması gerektiğini de belirttiler. Anayasanın kabulü, amerikan demokrasisinin gelişimini durdurmaktan çok değiştirdi. Daha sonra amerikan siyasî geleneğinin temeli olan çift parti sisteminin yerleşmesiyle anayasanın kısıtlayıcı maddeleri ya kısmen veya bütünüyle işleyemez oldu: başkanları çift dereceli olarak seçmekle görevli seçmenler topluluğu, başkan adaylarının partilerce gösterilmesi yüzünden bütün anlamını kaybetmişti.
Kuvvetler ayrılığı İlkesi, özellikle başkanlığın ve iki meclisteki çoğunluğun tek partide toplandığı dönemlerde, çoğunluk yönetiminin gücünü sınırlamak bakımından önemini büyük ölçüde kaybetti. Ama A.
B.D.’dc parti disiplini hiç bir zaman fazla sert olmadı; yasama ve yürütme organlarının sık sık çatışmaları olağan sayıldı. Bütün kısıtlamalarına rağmen, tek partinin bütün organlara sahip olması. Amerikan yönetiminin çeşitli kollarına ortak bir yön vermek ve karmaşık hukuk düzenini halkın isteklerini yansıtan etkili bir araç biçimine sokmak açısından, çok yararlı oldu.
Amerika’da başlangıçta iki parti çekişiyordu: eski adiyle Demokrat Cumhuriyetçi parti (veya şimdiki Demokrat parti) ve Federalist parti. Demokrat parti kısa zamanda çoğunluğu kazandı. Anayasa kongresine hâkim olan antidemokratik havayı sürdüren federalistler arasından değerli önderler ve düşünürler yetiştiyse de, «büyük bir hayvan» saydıkları halka güvenmemeleri, amerikan toplumuna aykırı geldi. Buna karşılık «sokaktaki adam»ın aslında iyi olduğunu, ona güvenmek gerektiğini savunan Thomas Jef-ferson’un düşünceleri amerikan toplumu-nun duygularına çok daha yatkındı. Bu görüş herhangi bir ünlü siyasî felsefe kitabında yer almamış olmakla birlikte Amerikan siyasetinin temel dayanağı oldu.
XDC. yy.ın ortasında Amerikan devrimi başarıya ulaşmış ve anayasaya dayanan çağdaş demokrasi anlayışının ilk örneğini vermişti. Gerçi kölelik devam ediyor, kadın-
lara henüz hiç bir hak tanınmıyordu. Zencilerin tam bir eşitliğe kavuşmaları da, daha uzun yıllar sürecekti. Fakat bu istisnaların dışında, Amerika’da siyasî eşitlik savaşı kazanılmıştı. 1845 Yılına kadar ergin erkeklere eşit oy hakkı tanımayan ve yalnız mülk sahiplerinin oy verebildiği bir tek eyalet kalmıştı. Bu eyalette de mülk imtiyazı ilkesinin kaldırılması için 11 yıl daha geçmesi gerekecekti. Bununla birlikte amerikan hayatına apayrı bir görünüm veren sosyal eşitlik havası ağır basıyordu. A.B. D.’de yeni bir medeniyetin yaratıldığı fikri, Alexis de Tocqueville’in De la Démocratie* en Amérique (Amerika’da Demokrasi üstüne) adlı kitabının ağırlık noktasını meydana getirir. 1835 ve 1840’ta iki niyetin kötü yanları da belirtiliyor, sözgelişi amerikan toplumunun son derece bayağı ve konformist olduğu söyleniyordu. Ama gene de Tocqueville, amerikan demokrasisinin çok önemli bir güç haline geleceği ve dünyanın geleceğini değiştireceği kanısındaydı. Gerek İngiltere’de, gerek Avrupa’da büyük ilgi toplayan bu kitap, demokratik düşünce tarihinde bir temel taşı niteliği taşır.
1850’den bu yana Amerika’da, zencilerin kölelikten kurtulmaları ve kadınların seçmenlik hakkını elde etmeleri hariç, görülen değişiklikler İktisadî demokrasinin gelişmesiyle ilgilidir. Laissez-faire, liberalizmi, yerli endüstriyi koruyan himayeci gümrük rejimiyle bir hayli kösteklenmesine rağmen, yine de amerikan toplumuna hâkim İktisadî doktrin olma niteliğini korudu. Ama serbest pazar, özellikle iç savaştan sonra, servet eşitsizliğine yol açınca, birçokları bunu antidemokratik buldu. Jeffer-son’un küçük mülk sahiplerine büyük değer vermesi, zaten uzun bir süreden beri amerikan siyasî geleneğine iyice yerleşmişti. Bu geleneğin tehlikeye düşmesi üstüne popülistler, ilericiler ve başka gruplar büyük sermayenin bütünlüklerini ortaya dökerek, durumu protesto ettiler.
Amerikan radikalizminin önderleri, avrupalı sosyal demokratların aksine, işi hiç bir zaman özel mülkiyeti inkâra kadar götürmediler. Onların üstünde durdukları nokta, İktisadî fırsat eşitliği ve hükümetin asgarî İktisadî refah standartlarını sağlamakla görevli oluşuydu. Antitröst kanunlar ve demiryolları tüzüğü ile başlayan bu akım, Franklin D. Roosevelt’in New Deal, Harry S. Truman’in Fair Deal siyaseti ile refah devletinin gelişmesine yol açtı.
Bu gelişmeler Amerika’nın anayasaya dayanan geleneksel yönetiminde değişiklikler yarattı. İktisadî değişimin çok hızlı olduğu bu devrede İktisadî demokrasi mevcut anayasa sisteminin karşılayamadığı yeni^ bazı istekler yarattı; anayasanın getirdiği kısıtlamalar huzursuzluk doğurmağa başladı. Yüksek mahkemenin yasa tedbirlerini sık sık hükümsüz kılması, bu kuruma sık sık hücum edilmesine yol açtı. Eyalet meclisleri, federal meclis, hattâ siyasî partiler, halkın baskısına cevap vermekte yavaş davrandıkları için ara sıra halk desteğinden yoksun kaldılar. Bir ara, doğrudan doğruya demokrasiyi, tek çıkış yolu diye ileri sürenler de oldu. Çeşitli referandum şekilleri, senatörlerin doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi, parti adaylarının ön seçimle tespiti, amerikan demokrasisinin geleneksel kurumlan karşısında duyulan bu hayal kırıklığını yansıtır. Ne var ki amerikan halkı, hiç bir zaman, alışılmış yönetim biçiminde köklü değişiklikler yapmak isteğini göstermedi; her zaman, sağlam bir anayasanın kısıtlayıcı çerçevesi içinde demokrasi ve çoğunluk yönetimi ilkelerinin uygulanmasından yana oldu. 1787 Anayasası, çoğunluğun kararıyle gerçekleşen hızlı ve büyük değişiklikleri zaman zaman engelleyici bir rol oynamasına rağmen, XX. yy.da da amerikan siyasî bütünlüğünün sembolü olmakta devam etti. A.B.D. bugün de anayasaya dayanan bir demokrasidir; anayasaya dayanması, sistemin en önemli özelliğidir.
• Fransız devrimi. Çağdaş demokrasi tarihinin ikinci dönüm noktası da, Fransız devrimi oldu. Amerikan devriminin aksine bu devrim, yerleşmiş anayasa geleneğine dayanmıyordu; Fransa, XVI. yy.dan beri mutla-
Foto. Wclirli (LAROUSSE)
kıyetle idare edilen bir ülkeydi. Devrimcileri etkileyen yeni dünya görüsü, insan hakları konusunu radikal ve yenf bir açıdan değerlendiren aydınlanma felsefesi oldu.
XVIII. yy. boyunca fransız aydınları, özellikle Voltaire ve ansiklopedistler, insanların doğuştan eşit olduklarını savundular ve aristokratlarla öteki üstün sınıflara, yasalarda ayrıcalık tanınmasının akla aykırı olduğunu öne sürdüler. Aydınlanma akımının dışında kalan Rousseau hariç, bu düşünürlerden hiç biri siyasî demokrasi ile ilgili değildiler. Onlarca önemli olan yasa önünde eşitlik ilkesîydi. Aydınlanmanın gerektirdiği reformları gerçekleştirmesi şar-tıyle mutlak krallık düzenine bir itirazları yoktu. Ancak bu umut ortadan kalktıktan sonradır ki, reformcular dikkatlerini halka çevirdiler ve halk hâkimiyeti ilkesini desteklemeğe başladılar. Ama bu amaç değil, bir araçtı. Aslında devrimciler hürriyet, kardeşlik, eşitlik istiyorlar, fakat bunu gerçekleştirecek siyasî araçların niteliği üzerinde durmuyorlardı. Nitekim Fransız devriminin sonsuz reformcu gücünü ve demokrasi siyasetini sağlam bir gelenek olarak temellendirirken karşılaşılan sayısız güçlüklerin özünü burada aramalıdır.
Bu gelişmenin siyasî istikrarsızlığı 1789 ile 1804 yılları arasında pek çok sayıda değişik rejimin birbirini takip etmesinden anlaşılmaktadır. Bu 15 yıl içinde Fransa’da mutlakiyet, meşrutiyet, mutlak demokrasi ve imparatorluk rejimlerinin hepsi denendi. Harekei états-generaux’ nun toplanmasıyle başladı. Bu, aslında ortaçağ parlamentoculuk geleneğini canlandırmak için yapılan bir teşebbüstü; ancak reformcular kısa zamanda bu kurumun karakterini değiştirmeye yöneldiler. Başlangıçta toplanan üç état’mn (mec-lis’in) İngiliz parlamentosunun iki meclisi gibi, eşit ve birbirini tamamlayıcı yetkileri kullanmaları öngörüldüyse de reformcular bu üç état’nin hep birlikte toplanmasını istediler. Halkın seçtiği tiers-état (üçüncü meclis), üye sayısı, öteki mecislerin iki katı olduğundan, soyluların ve ruhban sınıfının temsilcileri karşısında üstünlük sağ-lıyabiliyordu. Geleneksel törelerin bu şekilde zorlanması, demokrasi ilkeleri adına’hak-lı gösterildi. Bunlara göre halkın yüzde 90’ını temsil eden tiers-état fransız halkının gerçek temsilcisiydi; bu sebeple de fransız siyasetinde son söz onun olmalıydı. Bu iddia kısa zamanda gerçekleştirildi.
Halk meclisinin gücünü sınırlayan tek engel krallık kurumuydu. Bu kurum, aydınlanma ilkesine aykırı bulunarak ortadan kaldırıldı. Ama mutlak çoğunluk yönetiminin de, aydınlanma eylemi için yeterli bir dayanak olmadığı görüldü. Mecliste fikir ayrılıkları ortaya çıkmağa başlayınca aşın reformcu Jakoben’ler devrimci bir diktatörlük kurmakta tereddüt etmediler. Kısa bir süre sonra Jakoben’lerin yerini Direktuvar* yönetimi aldı, sonunda da Napolyon iktidara geldi. Bu süre içinde devrimciler «meşru otoritenin kaynağı halktır» görüşünü savundular^ imparatorluk bile bütün erkeklerin katıldığı bir plebisit sonunda gerçekleşti. Herkes halk adına konuştuğu halde, halkın kendi sesini duyurması için ne gibi somut bir siyasî kurumun gerektiği konusunda devamlı bir anlaşmaya varılamadı.
Fransız devrimi modern demokrasinin gelişmesini karışık bir biçimde etkiledi. Devrim; ancien régime’in (eski rejim) geleneklerini yıkmakta ve hürriyet, kardeşlik, eşitlik üzerine kurulacak bir toplum ülküsünü yaymakta başarılı oldu. Bu ülkü, birtakım yasa reformları biçiminde dile getirildi. Nitekim İnsan Hakları beyannamesi ve Code Napoléon (Napolyon kanunnamesi), Avrupa’nın görünümünü iyice değiştirdi. Böy-lece, amaçları yasalar önünde eşitlik sağlamak olan aydınlanmacı düşünürler dileklerini gerçekleştirmiş oldular. Halk hâkimiyetinin savunulması, zaman zaman bütün erkek nüfusun katıldığı seçim ve plebisitler yapılması, halkın yönetime katılması düşüncesini güçlendirdi. Fakat Jakoben’lerin ve Napolyon’un diktatörlüğünü de bu düşüncelere bağlamakla demokratik kurumların gelişmesi engellendi. Devrim, ilk dönemlerinde demokratik yollarla seçilmiş meclisler ara-cılığıyle sağlanan mutlak çoğunluk yöneti-
mine belli bir eğilim gösterdiyse de, belirli bir hükümet biçimini ciddî ve sürekli olarak savunmamıştır. Devrimcilerin pek çoğu yasalar önünde ve sosyal alanda eşitliği, varılacak en son nokta olarak görmüşler ve bu eşitliği sağlıyacak bütün siyasî araçları haklı saymışlardır. Fransız devriminin en sağlam ve kalıcı mirası budur.
• Büyük Britanya. Her ne kadar çağdaş demokrasi Fransa’da başladıysa da, eski Dünya’ya ilk ve en etkili demokratik devlet örneğini, Büyük Britanya verdi. Fransız devrimi sırasındaki İngiliz hukuk düzeni hâlâ 1688 devrimiyle kurulan oligarşik sisteme dayanıyordu. Fakat İngiliz hukuk ve anayasa geleneği, fransız ancien régime’inin tersine, demokratik baskılara uyabilecek kadar esnek ve sağlamdı. Nitekim bu geleneği kendine has bir biçimde geliştiren A.B.D.. buna nasıl demokratik bir yön verileceğini gösterdi; aynı şey XIX. yy.da Ingiltere’de de tekrarlandı.
Sonuç olarak ortaya çıkan parlamenter demokrasi, amerikan sistemine uymakla beraber, ondan daha az başarılı olmadı. Güney ve merkezî Amerika’da A.B.D.’nin başkanlık sistemini benimseyen devletlerin dışında, İngiltere’deki modern anayasa demokrasisi, hemen her yerde örnek alındı. Tarihte bu alanda İngiltere kadar çok taklit edilen başka bir ülke yoktur.
İngiliz yasalarını ve anayasasını demokratlaştırma hareketi siyaset nazariyecileri-nin düşünceleriyle başlar. Bu düşünürlerin çoğu, özellikle eskiler, aydınlanma filozoflarına çok yakındılar. Fransız ansiklope-distleri gibi Jeremy Bentham da, başlangıçta yasalarda yapılacak reformlardan yana oldu. Meselelere rasyonalist bir hazcılık açısından bakan Bentham, çoğunluk yönetimini olumlu sosyal sonuçlara varmak için en uygun yol olarak gördü. Bentham, bu bakımdan birinci kuşak İngiliz faydacılarına (utilitarians) yaklaşır. Fakat zamanla İngiliz düşünürleri demokrasiyi daha geniş kapsamlı bir temele oturtarak savunmaya başladılar. Daha sonraki faydacıların en önde gelenlerinden biri olan John Stuart Mill, çoğunluk yönetiminin kaçınılmaz olarak sağduyulu ve akılcı olacağına, kendinden öncekiler kadar inanmadı. Representative Government (Temsilî Hükümet) adlı eserinde de görüldüğü gibi çoğunluk yönetimi her şeyden önce, insanlığın ahlâk açısından kendi kendini eğitmesine yarayan bir kurumdur ve bu bakımdan, ortaya çıkabilecek bütün güçlüklere rağmen desteklenmesi gereklidir. İdealistler, daha da ileri giderek, demokratik sürecin özünde ahlâk değerleri bulunduğunu öne sürdüler. Lectures on the Principles of Political Obligation (Siyasî Yüküm ilkeleri üstüne Dersler) adlı eserinde Thomas Hill Green, Rousseau’ya çok şey borçlu olduğunu saklamadan, demokrasiyi insanın kendi manevî değerlerini kendi seçmek hakkının mantıkî bir sonucu olarak gören ve XX. yy. refah devletinin temellerini hazırlayan dengeli ve akılcı bir hümanizmayı savundu. XIX. yy. boyunca İngiliz yazarları çağdaş demokratik düşüncenin biçimlenmesine büyük çapta katkıda bulundular.
Demokratik gelişme, İngiltere’de, XVIII.
DEMOKRASİ
155
demokrasi
Glaris’te (İsviçre) açıkhava yasama meclisi
DEMOKRASİ
156
yy. Fransası’nın aksine, öteden beri varolan kurum larda ifadesini buldu. Parlamentonun üstünlüğü ilkesi çoktan kabul edilmişti. Siyası reformcuların amacı, parlamentoyu denetimleri altına alabilmekti. Bu da kolay değildi. Gerek Lordlar karaması üyeliğinin babadan oğula kalması, gerek Avam kamarası seçmenlerinin sınırlı olusu, genellikle reformcu hareketlere karşı koyan toprak sahiplerinin güçlenmelerine yol açtı. Ama o zamanlar İngiliz yurttaş hürriyeti gelenekleri, yine de siyasî eylemlere girişenlere, nispî de olsa, bir çeşit güvenlik sağladı. Yürürlükteki temsil sisteminin belirli kurallara bağlı olmaması, bazı bölgelerde seçmenlik hakkının daha geniş tutulmasına yol açtı. Dolayısıyle bu bögelerde radikal adaylar, kolayca başarıya ulaşıp parlamentoya girdiler; ayrıca yönetici sınıfın bazı üyeleri, özellikle zengin tüccarlar, radikal düşünceleri benimsediler, bazı üyeler ise, halkın baskısı karşısında bunu kabul zorunda kaldılar. Radikal hareket yavaş gelişmekle birlikte durum cesaret kırıcı olmadı ve 1832’de reform kanununun çıkmasıyle hareket başarıya ulaştı.
Bununla birlikte 1832’den sonra bile İngiliz anayasasının demokratlaştırılması sona ermedi. Reform kanunu, Lordlar kamarasının genis yetkilerine hiç dokunmamış, sadece parlamenter temsil sistemini daha mantıklı bir temele oturtmak ve seçmenlik hakkını biraz daha genis tutmakla yetinmişti. Oy hakkı herkese tanınmadıkça ve iktidar bütünüyle Avam kamarasında toplanmadıkça, demokratlaşma eylemi sona ermiş sayılmazdı. Bu değişikliklerin gerçekleştirilmesi, devre devre oldu ve XX, yy.da da devam etti.
Her ne kadar seçme hakkı 1867 ve 1884’te büyük çapta genişletildiyse de bütiin ergin erkeklere oy hakkı 191S’dc, kadınlara ise ancak 1928’de tanındı. Bazı oyların, birden fazla sayılması gibi gariplikler, 1948’e kadar sürdü. Lordlar kamarasının gücü XIX. yy. boyunca fiilen gitgide azaldıysa da, 1911’deki parlamento kanununa kadar Lordlar kamarasıyle Avam kamarası, hukuken eşit güce sahip olmakta devam ettiler. Lordlar kamarası parlamento kanunuyle gücünü kaybetti (1911); 1948’de çıkan ikinci bir kanunla da yetkileri büsbütün kısıtlandı. Bütün bunlar bir yüzyıldan fazla sürdü.
Tarihte eşine pek rastlanmayan bu ağır ve kademeli gelişme, öteki anayasa devletlerinde görülemeyecek kadar katıksız bir demokrasinin kurulmasıyle sonuçlandı. Amerika’da çoğunluk yöntemine beslenen inanç, hükümetin hiç bir koluna sınırsız otorite tanınmamasıyle desteklendi. Buna karşılık İngiliz anayasası anayasa hukukuyle, öteki yasalar arasında bir fark gözetmez. Ayrıca İngiliz anayasasına göre kral, parlamentoda yasama bakımından tam bir hükümranlığa sahiptir. Bugünkü şartlar çerçevesinde düşünülürse, bu doktrin, genel seçimlerde meclis çoğunluğunu kazanmış parti liderine sınırsız iktidar tanımak anlamına gelir. Anayasaya göre kral, bu parti liderini çağırır ve yürütme gücünü ona teslim ederek kabineyi kurmasını ister. Ingiltere’de parti disiplini son derece sıkı olduğundan, kabine üyelerinin çoğunluk partisinden seçilmeleri bunların yasama organına da hâkim oldukları anlamına gelir. Bu güç, sadece kralın ve Lordlar kamarasının, uygulamada artık bir anlamı kalmamış olan yetkileriyle sınırlıdır. Bu yüzden İngiliz seçmen oy verirken, seçtiği partinin iktidara gelmesi halinde kelimenin tam an-lamıyİe yönelimi ele alacağını bilir. Hiç bir ülke mutlak çoğunluk yönetimi ilkesini uygulamakta bu kadar ileri gitmemiştir.
Bu, İngiltere’nin anayasaya dayanan bir devlet olmaktan vaz geçmesi anlamına gelmez. A.B.D.’de olduğu gibi İngiltere’de de, herkes anayasaya saygı gösterir. Bugün İngiltere çağdaş bir refah devletidir, İngiliz halkı bu aşamaya büyük sosyal değişikliklerden sonra varmıştır. Ama bu değişikliklerin barış içinde gerçekleştirilmesinin en büyük sebebi, İngiliz halkının bu olaylara, anayasaya uygun ve meşru gelişmeler gözüyle bakmış olmasıdır. İngiliz anayasa geleneği, öteki ülkelerin ki ne benzerse de, onlardan bir yerde ayrılır: bu gelenek uzun süre parlamentonun hâkimiyeti ilkesiyle birlikte ele alındığı için hukukî olmaktan
çok, ahlâkî bir anlam taşır, lngilizlerin çoğu, çoğunluğun parlamento kanalıyle istediğini yapmağa hukuken hakkı olduğunu kabul eder; ama bu çoğunluğun birçok şey yapmağa da ahlaken hakkı olmadığını savunur; ahlâkla bağdaşmayan bir teşebbüste bulunan, çoğunluğun, bunu parlamento yoluyle yapmağa bile yeltense, anayasa ilkelerini çiğnemiş sayılacağını bilir. Medenî haklar İngiltere’de en az öbür ülkelerde olduğu kadar garanti altına alınmıştır. Ama bu garantiyi sağlayan, parlamento çoğunluğunun yetkilerini kötüye kullanmasını önlemek için çıkarılan kanunlar değildir. İngiltere’de bu haklara karşı öylesine geleneksel bir saygı duyulur kj, hiç bir çoğunluğun bunları çiğneyebileceği düşünülemez. tngiliz anayasasının ilkeleri, toplumun ortak ahlâk anlayışına dayanır. İngiltere bu görüş birliği sayesinde, anayasaya dayanan hükümete olan bağlılığından fedakârlık etmeden, demokratik çoğunluk ilkesini tümüyle kabul edebilmiştir.
• öteki Avrupa ülkeleri. Avrupa’da demokrasinin yerleşmesini sağlayan başlıca güç, Fransız devriminin yaydığı fikirler ve bu devrim sonucu ortaya çıkan milliyetçi hareketler oldu. Devrimcilerin kendilerine has bir siyasî gelenek yaratamamaları üzerine, Avrupa’da demokratik kurumlar meydana getirmek isteyen güçler, genellikle _ İngiliz anayasasını örnek aldılar. Bu örneğin dışında kalan tek ülke, İsviçre oldu. İsviçre Fransız devrimînden önce küçük cumhuriyetlerden meydana gelen gevsek bir konfederasyon tarafından yönetiliyordu; cumhuriyetlerin çoğu da oligarşik özellikler taşıyordu. XIX. yy.da ortaya çıkan demokrasi ve milliyetçilik akımları karsısında İsviçre’nin tutumu daha çok merkeze bağlı bir federal devlet kurmak oldu.
Bu devletteki kanton-birlik arası ilişkiler, amerikan örneğini hatırlatmakla birlikte, ya-‘iama-yürütme arasındaki ilişkiler bütünüyle İsviçre’ye has bir anlayışla çözümlendi. Sonuç olarak, ortaya çıkan devlet, anayasaya dayanan çağdaş demokrasilerin en dengeli ve etkililerinden biri oldu. Birçoklarınca fazlasıyle beğenildiği halde İsviçre örneği, hemen hemen hiç taklit edilmedi. Birinci Dünya” savaşına kadar krallık, Avrupa’da yaygın yönetim biçimi olarak kaldı. Ancak İngiltere’de krallığın hem anayasaya dayanabileceği, hem de demokratik olabileceği ispatlandıktan sonradır ki, İngiliz anayasasını örnek alan Avrupada demokratik hükümetler kurulmağa başlandı.
İşin tuhafı İngiltere’deki kurumlan taklit edenlerin yalnız demokrasi taraflıları olmayışlarıydı. Bu harekete karşı olanlar da İngiliz kurumlarını benimsiyordu. 1815’te Vi-yana’da toplanan kongrenin asıl amacı Fransız devriminden ve Napolyon’dan önceki krallık düzenini geri getirmekti. Ama, bir nesilden beri süregelen devrimci deneylerin kökleşmesiyle, devrimci demokrasi ilkelerinin artık bir kenara atılamayacak kadar etkili olduğu kabul edildi. Ancien regime’i, tıpkı eskisi gibi uygulamanın artık imkânsız olduğunu gören restorasyon monarşileri, eski yönetici sınıfların gücünü kırmadan, halka bazı yeni haklar tanıyacak bir formül aramağa koyuldular. O zamana kadar demokratik güçlere başarıyle dayanmış olan İngiliz oligarşisi, onlara bir çözüm yolu gibi geldi. Louis XVIII Fransa’ya döndüğü zaman 1814 fermanı adiyle bir anayasa yayımladı. Her ne kadar Louis XVIII bu yeni kanunun yalnızca kendi mutlak otoritesini yansıttığını, halk hâkimiyeti ilkesine hiç bir tavizde bulunmadığını iddia ettiyse de, bunlar sözden ibaret kaldı. Dolayısıyle Fransa, kısa sürede, İngiltere’de yürürlükte olan kurumlan taklit eden bir meşrutî krallık haline geldi. Bunu, kısa zamanda öteki restorasyon monarşilerinde kabul edilen buna benzer fermanlar takip etti.
Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte hemen bütün Avrupa’da demokratlaşma hareketleri İngiltere’nin geçirdiği evrimleri geçirdi. Yeni devrimci karışıklıkların bir sonucu olarak mutlak krallık düşüncesinin yerini, meşru otoritenin kaynağı olan halk ilkesi aldı; herkese oy hakkı tanınmasına doğru genel bir eğilim belirdi. Yasama ve yürütme yetkileri halk tarafından seçilmiş meclisler karşısında sorumlu durumda olan kabinelere verildi.
Bu gelişimlerin temposu, sık sık, iniş ve çıkışlar gösterir. Arada bir, Avrupa kıtasındaki ülkelerin İngiltere örneğini asıp Öncii durumuna geçtikleri de görüldü. Halka tanınan hakların genişletilmesi ve toplum refahını sağlayacak tedbirler söz konusu olunca, Avrupa ülkeleri daha hızlı hareket ediyor, buna karşılık hükümet sorumluluğunu gerçekleştirme konusunda geride kalıyorlardı. Fransa’da 1814 fermanıyle tanınan seçmenlik hakları İngiltere’de Re-form’dan önce çıkan kanunun tanıdığı haklardan daha geniş kapsamlıydı. 1875’te üçüncü Fransız cumhuriyetini kuran temel kanunlar arasında erkek nüfusun bütününe oy hakkı tanıyan kanun da vardı. Yeni Alman imparatorluğunun anayasası bu konuda Fransa’dan da önce davranmıştı. Kabine sorumluluğu ilkesi ise Fransa’da ilk defa 1875’-te uygulandığı halde, Danimarka ve Almanya gibi bazı başka ülkelerde XX. yy.ın baslarında hâlâ tam anlamıyle gerçekleştirilmiş değildi.
1920’lerde artık bu gibi farklar hemen hemen bütünüyle ortadan kalktı. Avrupa ülkeleri ya demokratik krallık veya cumhuriyetle yönetilir oldular. Siyasî kurumlar, İngiltere ile boy ölçüşecek duruma geldi. Ama hepsinde İngiltere’den farklı olan ve amerikan örneğine daha çok yaklaşan bir özellik vardı: yasama kuvvetinin mutlak hâkimiyeti ilkesini tanımamak. Bu anayasaların hepsinde parlamentodaki çoğunluğun gücünü bir dereceye kadar kısıtlayan maddeler vardır. Bu ülkelerde anayasa değiştirme süreci de, Amerika’daki kadar güç olmamakla birlikte, anayasanın dışında kalan öteki yasaları değiştirme işleminden farklıydı. Anayasayı değiştirmek için, özel bir çoğunluğun sağlanması gerekiyor, hattâ değişiklikler için bazen doğrudan doğruya halk oyuna başvuruluyordu.
Aslında, bu hükümet sistemleri, amerikan sistemine değil, İngiliz sistemine benzer. Bunlarda kuvvet ayrımı ilkesinden çok, yasama ve yürütme organlarının kaynaştırılması ilkesine dayanılır. Yürütme sorumluluğu, parlamentoda çoğunluğa sahip olan parti liderlerinden kurulu bir kabineye bırakıldı. Parlamentonun demokratik karakteri, kadınlara da oy hakkının tanındığj, düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle sağlandı. Avrupa’da anayasaya dayanan hemen hemen bütün çağdaş demokrasiler bu örneğe uydular.
Avrupa’daki yönetim biçimlerinin yapısı Ingiltere’ye çok benzemesine rağmen, uygulamada büsbütün farklı bir demokrasi ortaya çıktı. Bunun başlıca sebebi, Avrupa’da parti teşkilâtlanmasının değişik olmasıydı. İngiliz seçmeni oyunu genellikle iki büyük partiden birine verir ve bu iki partiden birinin seçimi kazanıp hükümeti kuracağını bilir. Amerika’da da seçimi kazanan başkan adayı, kongre çoğunluğu kendisine muhalif bile olsa, en az dört yıl başkanlık yapmak durumundadır. İngiltere’de ve A.B. D.’de çift parti sistemi her seçmene^ seçtiği partinin ya hükümete sahip çıkacağını veya muhalefette kalacağını garanti eder. Oysa avrupalı seçmenin böyle bir güvenliği yoktur. Oylar eskiden beri pek çok parti arasında bölündüğünden tek bir partinin mutlak çoğunluğu sağlaması, hemen hemen imkânsızdır, Avrupa anayasalarından birçoğu, nispî temsil sistemlerini kabul etmekle, oyların bu şekilde bölünmesine büsbütün geniş bir imkân hazırlamışlardır. Tabiî bazı istisnalar da yok değildir. İkinci Dünyasavaşından sonra Sosyal Demokrat ve Hıristiyan Sosyalist partiler tek başlarına gerekli çoğunluğu aldılar; Batı Almanya’da ise oylar, iki büyük parti arasında paylaşıldı. Ama Avrupa’da hükümetlerin, iki veya daha çok partinin meydana getirdiği koalisyonlarla kurulması* ^artık bir gelenek halini almıştır. Rakipler arasında koalisyon kurmak güçtür, fakat bu koalisyonları devam ettirmek daha da güçtür. Bu yüzden seçmen, oy verdiği partinin, ne kadar başarılı olursa olsu», hükümete katılıp katılmayacağından. katıldığı takdirde, programını gerçekleştirmeye yeter bir süre görevde kalıp kalamayacağından emin değildir. Bütün bunlara rağmen birçok Avrupa ülkesinin geçirdiği deneyler çok parti sisteminden doğan güçlüklerin aşılmaz olmadığını ortaya koydu. Parti liderlerinin işbirliğine iyi niyetle katılmaları ve parti üyelerinin de
birlikte çalışmayı desteklemek amacıyle isteklerinden biraz fedakârlık yapmaları şar-tıyle, koalisyon kabineleri pekala dengeli ve canlı bir demokrasi şekli olabilir. Bu da imkansız değildir. Nitekim bazı küçük meşrutî krallıklarda, özellikle Hollanda ve İskandinav ülkelerinde, anayasaya dayanan demokrasinin çok parti sistemiyle başarılı bir şekilde kaynaştığı görülmüştür. Bununla beraber yukarıda sayılan güçlükler birçok Avrupa ülkesinde anayasaya dayanan demokrasinin yerleşmesini de önlememiş değildir. XX. yy.ın ikinci yarısında demokrasi, Avrupa’da ağır basan bir güçtü, fakat fikir yönünden sağlam ve kurumlar yönünden yetersiz olan Fransız devriminin etkisinden kurtulamamıştı. Jakoben zihniyeti de büsbütün kaybolmamıştı: birtakım seçmenler, partilerin yalnız ideolojisini gö-zönünde tutuyor, parti programının uygulanıp uygulanamayacağını hesaba katmıyor, sonuçları ne olursa olsun tuttuğu partinin herhangi bir taviz vermesini istemiyordu. Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmında parti sayısının çok oluşu bu yüzdendir. Nitekim hükümetlerin, hiç bir iş yapma imkânı bulamadan birbiri ardınca düşmelerinden doğan hükümet buhranları, seçmenin parlamento seçimlerine beslediği İnancı kaybetmesine sebep oldu. Bu yüzden başka yollar aranmağa başlandı. Gerek ikinci Dünya savaşından önce, gerek sonra birçok ülkede seçmenlerin Önemli bir kısmı, hattâ bazı yerlerde çoğunluğu, bu hoşnutsuzluklarını totaliter partilere oy vererek gösterdiler.
• Totaliter demokrasi. XIX, yy. boyunca ve XX. yy.ın başında demokrasi, liberal ana-anayas acılıkla bir tutuluyordu. Nitekim Amerika’nın Birinci Dünya savaşına giriş sebebini «dünyayı, demokrasinin yayılması için güvenilir bir yer haline getirmek» şeklinde açıklayan başkan Woordrow Wilson demokrasiden, liberal anayasacılığı anlıyordu. Oysa savaşın en önemli sonuçlarından biri, Rusya’da komünist rejimin yerleşmesi oldu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği zaten liberal bir devlet olduğunu ileri sürmüyor, kendini bir «halk demokrasisi» olarak ortaya koyuyordu. Geleneksel demokrasi taraftarlarına göre, bu iddia gerçekten uzaktı. İkinci Dünya savaşından sonra kurulan Doğu Avrupa hükümetleri de. resmen «halk demokrasisi» adını aldılar.
Bu yeni demokrasi anlayışının kaynakları, Fransız devrimine dayanır. Devrimcilerin çoğu, eşitlik derken, yasalar önünde eşitliği anlıyorlardı. Ama, küçük bir devrimci azınlık, İktisadî eşitliğin de insanın tabiî haklarından olduğunu savunuyor, hukuk reformlarına İktisadî düzenin değiştirilmesini öngören köklü reformlar eklenmedikçe, Fransız devriminin anlamsız kalacağını öne sürüyordu.
Bu düşüncede olanların başında, hoşnut olmayan Jakoben’le rden kurulu Société des Egaux (Eşitler derneği) geliyordu. Bu grubun başkanı François Babeuf’tü. Bunlar 1796’da Direktuvar yönetimine karşı komplo kurdukları için sindirilip susturuldularsa da, düşünceleri yaşamağa devam etti. Sosyalizm, XIX. yy. boyunca, devrimci geleneğin canlı bir kolu olarak, özellikle Fransa’da, gelişti. Etİenne Cabet, Louis Blanc ve Pierre Joseph Proudhon gibi önemli yazarların hepsi, sosyalizme kendi açılarından katkıda bulundular. Büyük ilgi toplayan bu akım 1848’deki ihtilâl hareketlerinde de önemli bir rol oynadı.
Bu akım en güçlü ifadesini Karl Marx’ta bulmuştur. Aslen alman olan Marx, fransız devrimci geleneğinin etkisi altında kaldı. Marx’in getirdiği sosyal ve İktisadî nazariye kısa zamanda geniş yankılar yarattı. Marx’in Das Kapital (Sermaye) ve öteki yazılarında ortaya konulan şekliyle Marks*-çılık, sosyalist düşüncenin en gelişmiş örneğedir. Bütün insanların, emeklerinin karşılığını alma hakkına sahip olduğu varsayımından hareket eden Marks’çılık, çoğu çürük ve muğlak İktisadî delillerle* kapitalizmin emek sonucu ortaya çıkan artık değerlerinin sömürülmesine dayandığını ispatlamağa çalışır. Dolayısıyle Marks’çılığa göre, üretim araçlarının özel ellerde bulunması İktisadî adaletle bağdaşamaz.
Marx’a göre insan hayatını belirleyen temel etken, İktisadî ilişkilerdir. Hâkim sı-
nıfların çıkarma işleyen iktisadi ilişkilerin meydana getirdiği alt yapının üzerinde siyaset, hukuk ve din, birer üst yapı olarak yükselir. Bundan çıkan sonuç liberal anayasacılığm, gerçekten hiç bir anlamda «demokratik» olmadığıdır. Siyasî ve medenî haklar mülkiyetsiz yığınlara tanınsa bile gerçek hâkimiyet, üretim araçlarına sahip olanların elindedir. Bu iktisadı eşitsizlik devam ettiği sürece, gerçek demokrasi imkânsızdır. Proleteryanın tarihî fonksiyonu, burjuva devletini yıkmak, kapitalist sınıfı ortadan kaldırarak gerçekten adalete dayanan sınıfsız bir toplumun temelini atmaktır. Demokratik devrimin henüz gerçekleştirmediği en büyük iş budur (bk. SOSYALİZM; KOMÜNİZM; PROLETER YA). Siyasî meselelere karşı takındığı tavırla Marx, açıkça jakoben geleneğine bağlanır. Marx’a göre hukukî olmaktan çok İktisadî bir anlam taşıyan eşitlik, demokrasinin özüdür. Bu anlamda eşitliğe varmak için kullanılacak siyasî metoda fazla önem vermeyen Marx, proleter devrimi sırasında proleter sınıfın, kapitalistlerden sayıca çok fazla olacağı görüşündedir. Bu bakımdan devrim nazariyesi çoğunluktan yanadır. Marx kapitalist veya proleter olmayan başka sınıfların da varlığını kabul etmekte, fakat nazariyesinde «proleteryanın öncüsü» diye nitelendirdiği devrimcilerin devrime başlamadan önce halk çoğunluğunu mu, yoksa pro-leteryanın çoğunluğunu mu kazanmaları gerektiği noktasını açıkça ortaya koymamaktadır. Marx, devrim sarasında ve devrimden sonra ne gibi sjyasî kurumlar meydana getirilmesi gerektiği konusunu da aydınlığa çıkarmış değildir. Bunun sebebini Marx’in kendi anladığı anlamda bir İktisadî demokrasi üzerinde ısrarla durmasında ve siyasî demokrasinin meseleleriyle ilgilenmemesinde aramalıdır.
Marx, siyasî nazariyesinin temel meselelerinden çoğuyle ilgilenmediği için kendisinden sonra gelenler değişik siyasî tutumlar uygulamakta bağımsız kaldılar. Batı Avrupa’daki Marks’çılarm çoğu, anayasaya dayanan yönetimin yürürlükle olan şartlarına ayak uyduracak İktisadî demokrasiye, parlamenter yolla varmağa çalıştılar. Herkese oy hakkı tanındıktan sonra pek çok Batı Avrupa ülkesinde sosyalist partiler, parlamentoya çok sayıda temsilci soktular ve böylece sosyal reformların gerçekleştirilmesi alanında başarılı oldular. Bu tutum, Marx’in «devrimin kaçınılmazlığı» na-zariyesiyle çatıştığından, ortodoks marksist-îer, uzun bir süre, parlamenter düzen içinde işbirliği yapmamakta direndiler. Marksçı nazariyeye Jakoben’lerden miras kalan bu uzlaşmaz tutum, bazı değişikliklere rağmen, devam etti. Ama XIX.yy.in sonunda devrim olmadan da, parlamenter yolla, sosyal reformlar yapmanın mümkün olduğu ortaya çıktı. Uygulama alanında varılan bu sonuç nazarî açıdan, inkâr edilemeyecek ölçüde güçlü oldu. Revizyonist akım, Marks’-çılara eski devrim nazariyesinin modasının geçtiğini, sosyalizme anayasa demokrasisi çerçevesi içinde varmanın en iyi yol olduğunu anlatmağa çalıştı. Revizyonistlerin en ünlüleri, alman sosyalisti Edward Bernstein ile, fransız sosyalist lider Jean JauriLs idi. Re vizyonizm, hemen benimsenmediyse de, çok etkili oldu ve sosyal demokrat partilerin çalışmalarını nazariye açısından haklı çıkardı. Nitekim bu partiler çağdaş refah devletlerinin gelişmesi içinde önemli bir rol oynamışlardır.
Rusya’da marksçı nazariye büsbütün başka bir biçimde gelişti. XX.yy.m başında çarlık, bir mutlakıyet yönetimi olmakta devam ediyordu; anayasaya dayanan çağdaş demokrasi anlayışından henüz çok uzaktaydı. Rusya henüz bir sanayi toplumu olmadığından, sanayi proleteryasının sayısı da çok azdı. Bütün bunlar Rusya’da sosyal demokrat hareketin faaliyet alanını kısıtladı. Fakat rus Marks’çılarının bir kolu olan Bolşeviklerİn lideri Lenin, marksçı nazariyenin devrimci yönü üstünde durarak, devrimci bir eylemde asıl önemli rolün, küçük ve aktif bir grup tarafından oynanacağı fikrini savundu. Marx’in pek de üstünde durmadığı «proleteryanın diktatörlüğü» düşüncesini derinleştirerek, küçük ve gelişmemiş bir proleteryanın bile, belli bazı şartlar altında, iktidarı ele geçirmesinin haklı gösterilebileceğini öne sürdü.
Lenin’in demokrasi nazariyesi aslında jakoben diktatörlüğünün demokrasi anlayışının aynıdır. Gerek Lenin, gerek Jakoben’ler için devrim, halk çıkarları için o kadar önemlidir ki, halkın devrime razı olup olmadığını dikkate almak gerekmez. Devrimin sözcüleri, ne proleter olmayan çoğunluk, ne de proleteryanın kendisidir. Asıl sözcüler «proleteryanın öncüleri» adı verilen, iyi eğitim görmüş bir «devrimci önderler» grubudur. Rusya’da Öncülük rolünü, Lenin’in partisi üstüne aldı. Lenin’in başkanlığındaki bu parti küçük olmakla birlikte son derece etkin ve disiplinli profesyonel devrimcilerden meydana geliyordu. 1917’de yönetimi bu parti eline aldı. Sonuç olarak, totaliter demokrasi diye adlandırabileceğimiz yeni bir siyasî rejim ortaya çıktı. Bu rejim, açık ifadesini 1936’daki sovyet anayasasında bulmuştur, Bu anayasanın birçok maddesi liberal demokrasilerin hemen hepsinde bulunan maddelerdir. «Şehir ve köylerdeki çalışan İnsanlar» diye nitelendirilen halk adına çıkarılan bu anayasa, herkesin katıldığı genel seçimlerle seçilen iki meclisi öngörür. Siyasî iktidar, merkezî hükümet ve bu hükümete bağlı federal cumhuriyetler arasında paylaşılmıştır. Anayasa ayrıca eksiksiz bir «haklar listesi»ni de kapsar.
Sovyet anayasasının asıl özelliği Komünist partisine tanıdığı haklardır. Bu haklar, geleneksel batı demokrasi anlayışına aykırı düşer. Anayasaya dayanan demokrasilerde sıyası partiler birden fazladır ve halk çoğunluğunu kazanmak için, birbirleriyle rekabet ederler. Oysa S.S.C.B.’de Komünist partisi anayasa tarafından, siyasî harekette bulunmağa kanunen hakkı olan tek örgüt olarak kabul edilmiştir. Partirİn onayı olmadıkça hiç bir medenî ve siyasî hak geçerli değildir. Partinin öncü ve yönetici rolü, yalnız siyasî alanda değil, ticaret ve kültürle ilgili bütün örgütlerde de kesin ve mutlaktır. Parti, halkın denetimi altında değildir. XX. yy. ın ortalarında nüfusun yüzde beşini meydana getiren parti üyelerini, imtiyazlı bir önderler tabakası olan parti yöneticileri denetler. Bu düzenin amacı, devrimin başarıyle sürdürülmesini teminat altına almak için, bütün yetkileri devrimci bir kadronun tekelinde toplamaktır.
Batının demokrasi anlayışı, halka seçme imkanını yasalar yoluyîe belirtmek hakkını tanımayan, önemli siyasî görevleri yalnızca halkın küçük bir azınlığına veren bir yönetimi, demokrasi saymaz. Oysa komünistler tam aksini, 1936 tarihli sovyet anayasasının dünyanın en demokratik anayasası olduğunu -öne sürmekte ve liberal batı anayasalarının, temelinden antidemokratik olan toplumlann gerçeğini maskeleme-.ğe yaradığını öne sürerler. Marksçı demokrasi anlayışından yola çıkılınca mantıkî olarak bu yargıya varmak mümkündür. Ama demokrasi bir siyasî haklar kurumu ise, sovyetlerin iddiası yanlıştır. Nitekim demokrasi bir iktisadı eşitlik meselesi olarak kabul edilse bile, İngiltere ve A.B.D. gibi ülkelerin S.S.C.B.’den da-h.? .f*?.’1 bir g?lir. dağılımı sağladıkları düşünülürse j,u iddiaların doğru olmadığı görülür. Marksçı lerminolojiye göre, demokrasi için gerekli ve yeterli tek şart üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Nitekim S.S.C.B.’de özel mülkiyet yoktur. Duruma bu açıdan bakıldığında, markçı demokrasi anlayışına göre S.S.C.B. herhangi bîr liberal devletten çok daha demokratiktir.
• XX. Yüzyıl’ın en çarpıcı özelliklerinden biri, demokrasi fikrinin çok hızlı bir biçimde yayılması olmuştur. Totaliterlerle anayasa taraftarlarının «demokrasi» sözünü farklı olarak yorumlamalarına rağmen, XX.yy. ortalarında, demokratik olmadığını veya demokratik olmak için çaba göstermediğini ileri süren hükümet yok gibidir. Oysa Birinci Dünya savaşından önce demokratik olduklarını ileri süren hükümetler çok daha azdı,
«Demokrat» olduklarını öne sürenler, genellikle, Avrupa’da veya Amerika ve Avustu-ralya gibi aslen avrupalı olan halkların yaşadığı bölgelerde toplanmıştı. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra totaliter olsun, liberal olsun, kendilerini demokratik olarak niteleyen devletlerin sayısı sü-
DEMOKRASİ
157
rekli olaıak arttı. İki savaş arası dönemde, demokratik eşitlik ilkesini reddeden ideolojik akımların Batı Avrupa’da basarı kazandığı ve Nazi Almanyast’nın zaferleriyle, kısa bir şiire için, en üstün durumuna ulaştığı doğrudur. Antidemokratik akımlar başka yerlerde, özellikle Güney Afrika birliğinde ortaya çıktıysa da XX.yy.ın ortalarında şu veya bu biçimiyle demokrasi, hemen hemen her yerde meşru bir siyası ilke olarak kabul edildi.
Bu gelişme hem birbirinden ayrı, hem de birbirine yakın iki olayın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri sömürgeciliğin zayıflaması, öteki ise milliyetçiliğin güçlenmesidir. Birinci Dünya savaşından önce batı medeniyetinin yayılması, dünyanın öteki kesimlerini kapsayan sömürge imparatorluklarının kurulmasına veya Çin’de olduğu gibi, Batının nüfuz alanına .giren bölgelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Sömürgecilik alanında başarı gösterenler, liberal demokrasiler olmalarına rağmen bunlar hükümet şekillerini denizaşırı sömürgelerine yaymamışlar ve bu sömürgeleri bağımlı ülkeler olarak yönetmişlerdir. Batı dünyasın-de ise demokrasi, millî bağımsızlık düşüncesiyle birlikte gelişti ve Batı Avrupa kaynaklı bütün düşünceler gibi, sömürgelere yayılarak devrimci bir güç haline geldi.
Büyük nüfus artışı ve şehirleşme, sömürgeci toplumun geleneksel temellerini sarsmış ve Batıdan gelen düşüncelerin, özellikle milliyetçiliğin yayılmasını sağlamıştır. Kısa bir süre içinde sömürgelerdeki yerli halkın batılılaşmış tabakaları, halk adına sömürgeciliğe meydan okumağa başladı. Sonuç olarak birçok sömürge imparatorluğu parçalandı. Bu parçalanma İkinci Dünya savaşı sırasında Japonların Güneydoğu Asya’yı zaptetmeleriyle daha da hızlandı. Savaşın bitmesinden hemen sotıra Asya’nın daha büyük bir parçası sömürgeci sistemden koptu; bütün sömürge bölgelerinde bağımsızlık hareketleri canlandı. Avrupa’nın dışında kalan bu ülkelerin batılılaşması, artık sömürge olmadan önceki yerli yönetim biçimlerine dönmelerini imkânsız kılacak düzeye vardı. Bazı istisnaların dışında, milliyetçilerin istediği, ülkelerini ileri ülkelerle eşit düzeye eriştirecek modern yönetimler kurmaktı. Bu da demokrasi demekti.
Ama bu nasıl bir demokrasi olacaktı? Modem dünya, liberal demokrasi ve totaliter demokrasi olmak iizere, iki örnek sunuyordu. Birincisi bugün de ileri sanayi ülkelerinde geçerli, eski ve yerleşmiş olanıydı. S.S.C.B. tarafından temsil edilen İkincisi ise, bu ülkenin sanayi ve askerlik bakımından hızla kalkınmasını sağladığı için, azgelişmiş ülkelere daha çekici geliyordu. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerin hangi modele dayanacağı sorusu XX.yy- siyasetinin en önemli konularından biri oldu.
Bu iki demokrasi örneği arasında seçme yapmak bütünüyle serbest değildi. İkinci Dünya savaşından hemen sonra A.B.D.’-nin önderliğini yaptığı batı dünyasıyle S. S.C.B.’nin önderliğini yaptığı komünist dünya arasındaki yarışma, dünya siyasetinin en önemli olayı haline geldi. Bu yarışma, iki büyük gücün kendi taraflarına çok sayıda müttefik çekmeleri ye kendilerine bağlı ülkelerin sayısını arttırmağa çalışmaları biçiminde ortaya çıktı. Bu iki büyük devletin küçük ülkeleri kendi taraflarına çekmeleri, kendi yönetim biçimlerini bu ülkelere zorla kabul ettirmeleri anlamına gelmiyordu. A.B.D. yardımı, liberal demokrasinin çok uzağındaki arap şeyhliklerine giderken, S.S.C.B. de Nâsır’m Mısır’ı gibi, komünistlikle ilgisi olmayan ülkeleri destekledi. Fakat imkân buldukça, her iki taraf da siyasî rejimlerini kabul ettirmeğe ve böylelikle ilişki bağlarını giiç-lendirmeğe çalıktı. Bu tutum, en çok t kinci Dünya savasından sonraki yıllarda askerî işgal altında kalmış bölgelerde etkili oldu. Orta ve Doğu Avrupa devletleri hızla halk demokrasilerine dönülürken Batı Almanya ve Japonya, liberal yönetimi benimsedi. Doğrudan doğruya askerî denetim olmayan yerlerde de baskı yoluyle sonuç alınmağa çalışıldı. Bu çeşit müdahaleler savaş sonrasında dünyanın siyasî yapısını büyük ölçüde etkiledi. Bu konuda dış baskıların büyük payı
olduğu kabul edilirse de, sömürge devrinde bağımsız olan devletler, birbiriyle yarıdan iki sistemden birine belirli bir yakınlık göstermişlerdir. Genel olarak eskiden sömürge durumunda olanlar, bu süre içinde siyasî sorumluluklar taşımayı öğrendikleri için liberal demokrasiyi, ötekiler de totaliter demokrasiyi seçmişlerdir. Meselâ hiç bir zaman bütünüyle bir sömürge durumuna düşmemiş olan Çin daha sonra da totaliter eğiümli milliyetçi bir yönetimin buyruğu altına girdi ve ikinci Dünya savaşının bitiminden kısa bir süre sonra tam bir komünist devlet haline geldi. S.S.C.B/nin Çin’deki bu gelişmeyi çok az desteklemesi ve A.B.D.’nin komünizme karşı olan milliyetçilere yardım etmesi, bu sonucu değiş* tirmedi. Buna karşılık Filipin cumhuriyeti, A.B.D.’ninkine çok benzeyen demokratik bir anayasa kabul etti.
Büyük önem taşıyan birtakım gelişmeler de İngiltere’nin denizaşırı sömürgelerinde gerçekleşti. XIX.yy.rn ikinci yansında İngiltere, sömürgelerini kendi istekleriyle kurulan bir milletler camiası içinde toplamağa başladı. Bu süreç, İngilizce konuşan sömürgeler için Westminster kanununun 1931 ’de kabulüyle tamamlandı. İkinci Dünya savaşından sonra bu siyaset imparatorluğun her yerinde uygulanmağa başladı. Hindistan, Pakistan, İngiltere’nin Asya sömürgeleri ve Gana ile İngiliz Batı Hint adaları gibi ülkeler, kısa zamanda bağımsızlıklarına kavuştular. Bütün bu yeni ülkeler de İngiliz örneğine az veya çok benzeyen yönetim biçimleri kabul ettiler. Liberal demokrasi açısından bu durum, savaş sonrası döneminin en umut verici gelişmelerinden biri sayılmalıdır.
Fakat XX.yy.in ortalarında, gerek liberal gerek totaliter demokrasiler istikrarlı bir denge kurmuş olmaktan henüz çok uzaktılar. 1950’lerde Macaristan ve Doğu Almanya’da Ruslar tarafından kısa zamanda bastırılan büyük ayaklanmalar oldu. Bunlar totaliter demokrasinin Orta ve Doğu Avrupa halkları tarafından daha tam olarak kabul edilmediğini gösteriyordu. Buna karşılık Hindistan seçimlerinden komünist partisinin çok fazla oy alması, Filipinler ve Burma’da komünist eğilimli gerillacıların faaliyetlerini sürdürmeleri, yeni kurulan liberal demokrasilerin de, birçok güçlüklerle karşılaştığını ortaya koydu. Uzun süre bağımsızlık için savaşmış ülkelerde milliyetçi partiler birleşip kendilerini halkın gerçek temsilcileri saydüar. Bu partiler liberal demokrasinin istediği gibi başka partilerle ya-rışmaktansa, totaliter bir rejime kaymayı daha kolay buldular. Bazı yerlerde, meselâ Hindistan’da, milliyetçi bir parti olan Kongre partisi liberal demokrasinin yerleş^ mesi için elinden geleni yaptıysa da, yeni kurulan bu liberal demokrat devletlerin, liberalizm ilkesine sadık kalıp kalmayacakları kesin olarak belli değildir. Halkın hoşnutsuzluğuna bakılırsa totaliter rejimlerin de devam edeceğine inanmak güçtür. Buna bakarak dünyanın birçok yerinde siyasî meselelerin henüz çözümlenmediği sonucunu çıkarabiliriz. Demokrasi, her yerde kabul edilmektedir, ama totaliter veya liberal demokrasi biçimlerinden hangisinin uzun ömürlü olacağını tarih gösterecektir.
• Türkiye’de demokrasinin gelişimi. Türkiye’nin son 160 yıllık tarihi, her biri bir öncekinden daha güçlü ve sürekli olan demokratlaşma gayretiyle doludur. 1961 Anayasası, bu gelişim içinde son merhaledir. Bu yenileşme hareketinin başlangıcında, hükümdarlar ve devlet adamları orduda ve yönetimde ilk değişiklikleri yaptılar. Bu gelişme dört döneme ayrılarak incelenebilir:
1807-1920 Dönemi. Türkiye’nin Batı’nm demokratik gelişmelerine katılışı, ıslahat hareketleriyle başladı. Halife-sultanın iktidarını kısıtlayan ilk metin, 1807 Senedi İttifakadır. Devletin siyasî yapısında esaslı bir değişme gayesini güden Tanzimat hareketi de insan hak ve hürriyetlerine, içinde bulunduğu çağın değerini verir. 1868’de «Şûrayı Devlet» kurulusu pek yetersiz de olsa, bir parlamento hazırlığını ifade ettiği gibi aynı tarihli «Teşkilâtı Vilâyet^ nizamnamesi» de seçim prensibini, mahallî idareler yoluyle, İmparatorluğun İdarî yapısına sokmuş oldu. İlk yazılı anayasa olan 1876 Kanunu Esasîsi, batı anayasalarındaki örneklere uy-
gun olarak anayasa kurumlarını, aralarındaki ilişkilerle devlet karşısında kişi hak ve hürriyetleri tanımını getirdi; ancak Meclisi Mebusan’ın varlığını, kişi hak ye hürriyetlerini güvenlik altına alamadığı için, padişah kendi yetkilerinden faydalanmasını bildi. Böylece Birinci Meşrutiyet kısa bir süre sonra, yerini otuz yıllık bir istibdat idaresine bıraktı. Ülke içinde ve dışında gelişen Jöntürk mücadelesi, sonunda hürriyetçi gelişmelerin sayılı merhalelerinden biri olan İkinci Meşrutiyet’e kadar geldi. 1876 Kanunu Esasîsi, 1909 ve 1914’te iki defa değiştirilmek suretiyle, Anayasayı çiğneyen mutlak hükümdarlığın yerine, parlamenter bir monarşi getirildi. Fakat iç ve dış sebeplerin baskısı altında pek çabuk bozulan siyasî iktidar, meclis içindeki çoğunluğu koruyabilmek için her türlü antidemokratik tedbire başvurdu. Büyük ümitlerle bağlanılan İkinci Meşrutiyet, tek parti tahakkümü halinde Birici “Dünya savaşının sonuna kadar sürdü. Rejimin teokratik monarşi karakteri, böylece 1876’dan 1920’ye kadar devam etti.
1920-1945 Dönemi. Laik, millî hâkimiyete dayanan yeni bir devletin kurulması, ancak Kurtuluş savaşıyle gerçekleşebildi. Türk ler, millî misak sınırları içinde millî iradeye dayanan bağımsız bir vatan ve demokratik bir devlet kurma hakkını, kolektif bîr hürriyet mücadelesi olan Müdafaayı Hukuk hareketiyle kullandılar. 1920’de kurulan T.B.M.M., millî temsili ve 1921 Teşkilâtı Esasiye kanunu ile ikinci yazılı Anayasayı gerçekleştirdi. Buhranlı bîr devirde yapılan bu Anayasa, temsilî rejimin bir uygulama şekli olan meclis hükümeti sistemini kurdu. T.B.M.M. yasama ve yürütme yetkilerini, büyük bir titizlikle, bünyesinde topladı. 1921 Anayasasındaki bazı eksikler rejimin işleyişini güçleştirince 1923 değişikliği yapıldı, fakat meclis hükümeti sisteminden uzaklaşılmadı. Cumhuriyetten sonra, yeni şartlara ^uygun bir anayasa hazırlığına girişildi ve üçüncü yazılı anayasa 1924’te yapıldı. Böylece 1876 metni tamamen kaldırıldı, 1921 metninin eksikleri tamamlandı, yeni bazı prensipler de anayasada yer aldı. Devrimci bir devletin şartlarına uyan bu kısa metin, sosyal ve siyasî hayatın düzenleyicisi oldu; demokratik, laik ve devrimci gelişmelerin gereğine göre çeşitli tarihlerde değişikliğe uğradı.
Bu rejimin kurduğu sistemi bozan ve başarısızlığa götüren etkenlerin başlıcası seçim sistemidir. Çünkü, seçim sistemi, 1876 tarihli İntihabı Mebusan kanununun kabul ettiği âdi çoğunluk sistemine dayandığı i-çın, çok partili sistemin yerleşmesinden sonra bile çoğunluğu kazanan partilerin T.B. M.M.’ne hâkim olmaları önlenemedi. 1945-1960 Dönemi. 1945 Yılında, çok partili siyasî hayata girişten sonra uygulanan seçim kanunları büyük seçim bölgelerindeki liste usulü ve âdi çoğunluğa dayanışı bakımlarından getirdiği adaletsiz sonuçlarla değişik muhalefet partileri tarafından sürekli şikâyetlere konu oldu ve siyasî buhranın başlıca sebepleri arasında gösterildi. 1946 Yılından sonra seçim usulünün temel prensiplerinin değiştirilmesine bağlandıysa da, âdi çoğunluk usulünde bir değişiklik yapılmadı. 1954 ve 1957’de değiştirilen 1950 tarihli Milletvekilleri Seçim kanunu, seçimlerde siyasî iktidarın baskısını arttırıcı, muhalefeti zor durumda bırakıcı, hükümetin T.B.M.M.’de ezici bir çoğunluk sağlamasını mümkün kılıcı nitelikte îdi. Aslında 1924 Teşkilâtı Esasiye kanununun meclis hükümeti sistemine dayanışı ve yasama organının yargı denetiminin dışında oluşu, mecliste ezici çoğunluğa dayanan siyasî iktidarın bir tahakküm kurması sonucunu doğurdu; halk oyunun teşekkülüne yarayan kurumlar işlemez, böylece demokratik gelişme asıl yolundan uzaklaşmış oldu.
Anayasa sisteminden ve batı demokrasisinin ilkelerinden ayrılma, iki noktada ortaya çıktı: çoğunluğun her şeye muktedir olabileceği inanışında birleşme yüzünden azınlık küçük görüldü; halk oyunu meydana getiren ve açıklayan kurumların işleyişine engel olunarak hak ve hürriyetlere ağır darbeler vurulmuş oldu. Muhalefetin inkârı, siyasî partilerin teşkilâtlanma, çalışma ye gelişmelerinin engellenişi; basın hürriyetinin
DEMOKRAT PARTİ
hukukî ve İktisadî tedbirlerle kayıtlamşı, devlet radyosunun keyfî kullanılışı, yasa dışı yollarla desteklenen gazeteler ve yayın yasakları ile halk oyunun yanlış yola sev-kedilmesi, adalet üzerine ağır baskı, memurlara uygulanan rejim, sosyal ve İktisadî hayatın her alanına yayılan partizan davranışlar, nihayet türlü kanunlarla yurttaşların temel haklarının kısıtlanması ve baltalanması, anayasa ve batı demokrasisi ilkelerinden ayrılışın başlıca görünüşleri sayıldı. İktidar, bir taraftan da türk devriminin ilkelerinden ayrılarak devrimi benimsemeyen çevrelerin oylarını kazanmak yoluna sapmakla suçlandı.
27 Mayıs 1960 hareketi öncesinde demokrasi adına öne sürülen başlıca istekler şunlardı: millî temsil kurumunu düzeltmek; siyasî iktidarın seçimlerden doğan siyasî kurumlar ve organlar yoluyle işleyişini sağlamak; siyasî iktidarı, modern devletin gereği olarak İktisadî ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirebilen faal, dinamik ve etkili bir güç haline getirmek; iktidarı hukuk devletinin gereklerine uygun siyasî ve hukukî bir denetim altında bulundurmak; kamuoyunun siyasî iktidar üzerindeki kontrolünü sağlamak.
1960’tan sonra. 1961 Anayasası türk demokrasisine şu esasları getirmiştir: 1. Batı demokrasisi ilkelerine dayanan demokratik ve sosyal hukuk devleti düzenini korumak ve yerleştirmek başlıca gayedir. 2. Devlet idaresi parlamenter sistem esaslarına dayanır (Millî hâkimiyet ilkesinin yürürlüğü devam etmektedir). 3. Temel haklar (özellikle sosyal ve İktisadî haklar) ve ödevler, mümkün olan genişlikte sağlanacaktır. 4. Kalkınma, hürriyet ve demokrasi düzeni içinde gerçekleşecektir. 5. Yasama ve yürütme ilişkilerinde «istikrarlı hükümet ve tesirli denetim» esastır. 6. Parlamento, birbirini tamamlayacak şekilde çift mecliste faaliyette bulunur. 7. Seçimlerin yönetim ve denetimi hâkimlere aittir. 8. Siyasî partiler, iktidarda veya muhalefette olsunlar, siyasî hayatın vaz geçilmez unsurlarıdır ve denetlenmeleri konusunda Anayasa mahkemesi yetkilidir. 9. Mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkim teminatı sağlanmıştır. 10. Türk milletinin bugünkü ve yarınki medenî varlığının vaz geçilmez unsuru olarak Atatürk devriminin bir bütün halinde korunması fikri teminata bağlanmıştır. (-^ Bibliyo.) [LM] DEMOKRAT sıf. ve i. (fr. démocrate). Demokrasiden ve demokratça düşüncelerden yana olan (kimse): Teşkilâtı Esasiye kanununa göre türk inkılâbı demokrat, hattâ liberaldir (P. Safa). || [Türkiye’de] Eski Demokrat parti üyesi veya taraftarı; [Amerika’da] Demokrat parti üyesi veya taraftarı. || Teşm. yol. Halka yakın, alçak gönüllü (kimse). || Sosyal demokrat. Bk. SOSYAL.
+ Demokratik sıf. (fr. démocratique). Demokrasiyle ilgili, demokrasiye ait: Demokratik düşünce. |l Demokrasiye uygun: Demokratik rejim.
♦ Demokratlaşma i. Demokrat özelliği kazanma.
+ Demokratlaşmak dönşl. f. Demokrat özelliği kazanmak.
+ Demokratlaştırma i. Demokratlaştırmak işlemi: Kredinin demokratlaştırılması.
♦ Demokratlaştırmak geçi. f. Demokrat bir özellik kazandırmak.
+ Demokratlık i. Demokrat olma hali. || Demokrasi. (ML)
DEMOKRATES (Servilius), yunan hekimi (M.S. I. yy.). Neron zamanında Roma’da büyük ün sağladı. Birçok eser yazdı. Galenos (Calinus), bunlardan büyük ölçüde yararland

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*