AYDIN OLMAK KOLAY MI?
ilkin “aydın”m tarifi üzerinde anlaşmak lâzım. Çünkü aydın olmak
hem o kadar kolay, hem de o kadar zor ki… Bakıyorsunuz, ilkokulu bile
bitirmemiş bir kimse aydın olabilmiş de, üniversiteler bitirmiş, yabancı
diller hatmetmiş, kütüphaneler devirmiş ve hattâ ordinaryüs olmuş kimseler
aydın olamamış. Bu ne biçim iştir böyle?
Şu halde kimdir bu aydın?…
Aydın, doğmalara bağlanmıyan, başkasının kafasiyle düşünmiyen
insandır.
Aydın, bilgisini ve inanışlarını menfaatine feda etmiyen insandır.
Aydın, toplumdaki sorumluluğunu idrak etmiş kimsedir.
“Aydın kişi, gözü ilerde, kafası daha iyiyi, daha doğruyu bulmak
için yorulan insan demektir.” (Atalay Yörükoğlu, Yeni Ufuklar, Şubat
1955).
Aydın, bir düşünce savaşçısıdır.
Aydın, toplumun fikir hayatının gidişinden kendini sorumlu sayandır.
Aydın, devrimci olup, gerçekten, uygarlıktan ve insanlıktan yanadır.
Kısaca, aydın kişiler, toplumun önderleridirler.
Ataç bir yazısında (Ulus, 8/10/1946) insanın o kadar çok bilmediği
vardır ki, bu yönden düşünülürse, kimse kendine yüzde bir değil, binde
bir aydın bile diyemez, düşüncesinde bulunuyor. Halbuki kimsenin “aydm”lığı
sadece bilgisine bağlı değildir. İnsan, davranışları, olayları yorumlaması,
doğru ile eğriyi ayırabilmesi, lüzumlu ile lüzumsuzu kestirebilmcsi
ile bu niteliğini belli edecektir.
Forum dergisinin 124 üncü sayısında Süleyman Sürmen: “Aydınları
gaflette ve ihanette olan bir milletin kaybedilecek başka şeyi yoktur. O,
herşeyini kaybetmiş sayılır” diyor. Bizce gerçek aydın gaflette ve giderek
ihanette bulunamaz. Buradaki “aydın” sözcüğünü “okumuş” ile de
ğiştirmek lâzım. O okumuşlar ki, onların tersine dönen kafa çarklarında
herşey çürür, kokuşur ve bunlar, bu çürümüşlüklerinin ve kokuşmuşluklarının
farkında olmadan, topluma nizam vermek sevdasında bulunurlar.
Peyami Safa, gerçek aydını şöyle tanımlıyor: “Gerçek münevver,
bütün ilimlerin ve felsefe sistemlerinin esasları, tarihî safhaları ve son
verileri hakkında bilgi sahibi olan ve bu bilgiyi, şahsî temayül ve ihtiraslarının
tesirinden kurtarıp, objektif plânda fikir haline getiren
insandır.” (Milliyet, 27 Nisan 1955)
Ne yazık ki, bu tarifin sahibi, kendini şahsî temayüllerinden ve
“ idefikslerinden kurtaramamış ve bu yüzden lekelemediği sanatçı, düşü
nür, kitap, dergi ve gazete kalmamıştır.
Özellikle az gelişmiş ülkelerde, aydınları, sayısız ödevler beklemektedir.
Bir memlekette siyasî otoritenin arkasında, “aydınlar sınıfı” bir
kuvvet teşkil edemezse, oradaki demokrasinin kısa zamanda soysuzlaş
ması mukadderdir. Demagoji yolu ile masum, okuma yazma öğrenememiş
kimselerin zihinlerini bulandırma, onların zayıf taraflarını sömürme
acaba demokrasinin mahiyeti icabı mıdır, yoksa hastalığı mıdır? Biz,
hastalığı olduğunu sanıyoruz. Bu hastalığı, siyasî otoritenin dışında bir
kuvvet olması gereken aydınlar sınıfı teşhis ve tedavi edecektir. Çünkü
gerçek demokrasilerde, hükümet mekanizmasının da, parlâmento düzeninin
de işleyişi, önder aydınlar sınıfının deneti altındadır.
Ya bu kadar görev yüklenmiş aydınların düşmanları kimlerdir?
Bunlar en başta, az gelişmiş kafaların sahipleridir. Bunlar, düşünce
körlüğüne müptelâ, akıl hastalarıdır. Bunlar, memleketin acı gerçeklerinin
sanat yoluyla da olsa dile getirilmesinden ulusal gururlan incinen
zavallılardır. Bunlar, her türlü sosyal reformdan, devrimci davranıştan
ürken bîçarelerdir. Bunlar, parlak birkaç kelimeden ördükleri örtüyü
aralayıp da gerçek dünyayı göremiyen nasipsizlerdir. Bunlar, kendileri
gibi düşünmiyenlerle, kendileri gibi yazmıyanlarla fikir savaşma girişecek
güçte olmadıklanndan, en iğrenç ve en paslı bir silâh olan damgalama
yoluna sapmaktan da çekinmezler.
Türkiye’de yargılama hakkı Anayasa ile yalnızca mahkemelere ta
nınmıştır. Halbuki bu makam tarafından asla mahkûm edilmediği halde
vatanperver ve milliyetçi pozuna bürünmüş birtakım kişilerin attıkları
balgamlarla lekelenmiş, ekmeklerini ve mesleklerini kaybetmiş insanların
sayısı, gerçek demokrasinin yüzünü kızartacak ve memleket vicdanını
sızlatacak ölçüde kabanktır.
Bir memleketin en namuslu insanlarını, kanunları ve her türlü insanlığı
çiğnemek bahasına da olsa, maddeten ve mânen ölüme mahkûm
etmekten daha büyük bir cinayet düşünülebilir mi? Bu cinayetin sahipleri
de, vatanperverlik ve milliyetçilik iddiasında bulunurlarsa, buna
şaşmaz mısınız?…
Çetin Altan’m dediği gibi, “Her sözün, her teşbihin, her nüktenin
hududu vatanperverlik demagojisiyle çerçevelenmeye başlandı mı, en
büyük vatanperverleri bir tek yerde bulmak imkânı kalır: Sağır ve
dilsizler yurdunda.”
Çetin Altan, yine insaflı düşünmüş. Önemli veya önemsiz yerlerde
pusu kurmuş olan gericiler, anlamak gücünde olmadıkları aydınları hiç
sağır ve dilsizler yurdunda barındırırlar mı? Onlar, aydınlar için her
an kefen dokumakla meşguller. Fakat kefenlenecek aydın o kadar çok
ki, yıllardan beri bir türlü bu kutsal ödevlerini bitiremediler. Dokudukları
bu kefenin, memleketle birlikte kendilerini de mezara götürebileceğini
bir anlıyabilseler ..
Bir memlekette aydınların rahat nefes alabilmesi, onları lekelemek,
sicilleriyle oynamak yetkisinde bulunanların aydın olabilmesine bağlıdır.
Tiirkiyeyi her türlü tehlikeden kurtaracak olanlar, medenî cesarete
sahip aydınlardır. Türkiyeyi, üniversiteden atılmaktan korkmayan na*
muslu profesör, hapse atılmaktan korkmayan dürüst gazeteci, bakanlık
emrine alınmaktan, emekliye sevkedilmekten korkmayan kişilik sahibi
memurlar yükseltebilir.
Aydın daha ne yapacaktır, biliyor musunuz? Gerekirse, kendine hayat
hakkı tanımıyan toplumu, hükümeti, devleti ıslah etmeye çalışacak
ve bu yolda yorgun, fakat insanlığından hiçbir şey yitirmeden dünyaya
gözlerini yumacaktır.
Bu memlekette aydın olmak, hele gerçek aydın olmak kolay mı?
Mustafa BAYDAR