haşan bin ali askerî; Bağdat’ta yaşamış olan evliyanın büyüklerinden. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem soyundan olup, seyyiddir. On iki imâmın on birincisidir. İsmi, Haşan olup, künyesi, Ebû Muhammed’dir. Zekî, Hâlis ve Sirâc lakaplarıyla bilinir. Samarra’da oturduğu El-Asker Mahallesi’ne nisbetle El-Askerî diye meşhûrdur. İmâm-ı Ali Nakî’nin oğludur. Annesinin ismi Sûsen’dir. Babası annesine Hadîs ismini vermiştir. 846 (H.232) senesinde Medîne-i münev- verede doğdu. 874 (H.261) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kabri Bağdat yakınlarındaki Samarra’da babasının tür- besindedir. Medîne-i münevvere- de dünyâya gelen Haşan bin Ali Askerî, babasının ikâmete mecbur tutulduğu Samarra’ya iki yaşındayken geldi. Çocukluğu ve gençliği orada geçti. Daha çocukluğunda diğer çocuklardan farklı yaratılışta olduğu belliydi. Behlül isminde bir kimse yoldan geçiyordu. Küçük yaşta olan Haşan bin Ali Askerî de yolun kenarında oturmuş ağlıyordu. Behlül isimli kimse, onun diğer çocukların
elindeki oyuncaklar için üzülüp ağladığını zannetti. Yanına yaklaşarak; “Çocukların ellerindeki oyuncaklardan sana da alayım” dedi. Haşan bin Ali Askerî ona; “Ey akılsız kimse! Biz oyun oynamak için yaratılmadık” dedi. Behlül; “Niçin yaratıldık?” diye sorunca; “Biz ilim ve ibâdet için yaratıldık” dedi. Behlül; “Bu hu- sûsu nereden biliyorsun?” diye sorunca; “Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattık sanıyorsunuz. Bize dönmeyecek misiniz zan ediyorsunuz” meâlindeki Mü’minûn sûresi 115. âyet-i kerîmesini okudu. Behlül bu küçük çocuğun sözlerine ve hareketlerine hayret etti ve kendisine nasîhat etmesini istedi. Haşan bin Ali Askerî bâzı beyitler okuyarak nasîhat- te bulundu. Fakat o sırada âniden fenâlaşıp bayıldı. Bir müddet sonra ayılıp kendine gelince, Behlülona; “Sana ne oldu. Sen küçük ve günahsızsın” dedi. Haşan bin Ali Askerî; “Ey Behlül! Annemi ateş yakarken gördüm. Büyük odunları tutuşturmak için küçük odunları yakıyordu. Ben de Cehennem’in küçük odunlarından olmaktan korkuyorum” diye cevap verdi. Küçük yaştan îtibâren ilim tahsil etmeye başla
yan Haşan bin Ali Askerî zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimler de ders aldı. Farsça, Hintçe ve Türkçe lisanlarını öğrendi. Babası Ali Nakî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Büyük âlim ve olgun bir velî olup insanlara İslâmiyet’in emir ve yasaklarını anlatmaya başladı.
ona; “Sana ne oldu. Sen küçük ve günahsızsın” dedi. Haşan bin Ali Askerî; “Ey Behlül! Annemi ateş yakarken gördüm. Büyük odunları tutuşturmak için küçük odunları yakıyordu. Ben de Cehennem’in küçük odunlarından olmaktan korkuyorum” diye cevap verdi. Küçük yaştan îtibâren ilim tahsil etmeye başla
yan Haşan bin Ali Askerî zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimler de ders aldı. Farsça, Hintçe ve Türkçe lisanlarını öğrendi. Babası Ali Nakî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Büyük âlim ve olgun bir velî olup insanlara İslâmiyet’in emir ve yasaklarını anlatmaya başladı.
da onun yanında bir şey konuşmaktan kaçındılar. Böylece Haşan bin Ali Askerî hazretlerinin kerâme- ti sebebiyle kötü bir durumdan kurtuldular.” Onu sevenlerden îsâ bin Feth anlattı: “Biz ha- pishânedeyken Haşan bin Ali Askerî yanımıza girdi. Bana buyurdu ki: “Ey îsâ; Senin ömrün altmış beş
yaşını bir ay iki gün geçti” Hakîkaten doğum târihim yazılı olan kâğıda baktığım zaman onun dediği gibi olduğumu gördüm. Bana; “Senin çocuğun oldu mu?” diye sordu. Ben de; “Hayır olmadı” dedim. Ellerini açıp; “Allah’ım! Buna, kendisine kuvvet verecek hayırlı bir evlâd ihsân eyle. Çocukne güzeldir” diye duâ etti. Ben; “Ey efendim! Senin evlâdın var mı?” diye sordum. Buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemin ederim ki benim bir oğlum olacak ve yeryüzünü adâletle dolduracaktır. Fakat şu anda yoktur.” Daha sonra onun Muhammed Mehdî isminde âlim ve faziletli bir oğlu oldu. İsmâil bin Muhammed anlattı: “Ebû Muhammed Haşan bin Ali Askerî’nin evinin kapısında oturdum. O kapıdan çıkınca kalkıp ona yönelerek, ihtiyaç ve za- rûret içinde olduğumu belirtip; “Vallâhî bir dirhemim dahi yoktur” dedim. Haşan bin Ali Askerî hazretleri; “Sen yemin ederek bir dirhemin dahi olmadığını söylüyorsun ama filan yere gömdüğün iki yüz dinarın var. Bunu sana bir şey vermemek için söylemiyorum. Lâkin senin o iki yüz dinarı kaybedeceğin
den korkuyorum” buyurdu ve bana yüz dinar verdi. Ben ona teşekkür ettim. Fakat içime, gömdüğüm iki yüz dinarın kaybolma korkusu düştü. Onu gömdüğüm yere gidip araştırdım. Aynen duruyordu. Başka bir yere naklettim. Yerini kimse bilmiyordu. Bir müddet sonra o dinarlara ihtiyacım olunca, almak için yerine gittiğimde gömdüğüm yerde bulamadım ve üzüldüm. Oğlum paranın yerini bulup, almış ve onu harcamış. Ben ise o iki yüz dinarın hiçbir faydasını göremedim. Haşan bin Ali- Askerî hazretlerinin dediği gibi oldu.” Talebelerinden birisi şöyle nakletti: “Zindana düşmüştüm. Zindan çok dar ve ayağımdaki zincirler de çok ağırdı. İmâm-ı Askerî hazretlerine bir mektup yazarak sıkıntımı anlattım. Mektuba geçim sıkıntımın da olduğunu yazacaktım, fakat utandığım için yazamadım. İmâm-ı Askerî hazretleri, mektuba verdikleri cevapta; “Bu mektubu aldığın gün, öğle namazını evde kılacaksın” diye yazmış. Hakîkaten o gün öğle üzeri beni zindandan çıkarıp serbest bıraktılar. Sevinç içinde evime geldim, namazımı kıldım. Kapım çalındı, kapıyı açtığımda İmâm-ı Askerî hazretlerinin hizmetçisi ile karşılaştım. Bana yüz altın ile bir mektup bıraktı. Mektubu açtığımda şun- ların yazılı olduğunu gördüm: “Ne zaman bir ihtiyâcın olursa iste! İstediğin şeye, Allahü teâlânın izniyle kavuşursun.” İmâm’ı sevenlerden biri, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: “İmâm-ı Askerî hazretlerine bir mektup yazarak bâzı şeyler sordum. Bahar hummasından da soracaktım. Fakat unutmuştum. Daha sonra suâlleri
min cevâbı geldi. Suâllerin cevâbından sonra şöyle yazmışlar: “Bu suâllerle berâber bahar hummasını da soracaktın, fakat unuttun. Onun cevâbını da verelim. “Ey ateş! İbrâhim’in üzerine soğuk ve emin ol” (Enbiya 70) âyet-i kerîmesi yazılıp, hummalı hastanın boynuna asılırsa şifâ bulur”. Dedikleri gibi yaptım. Hasta şifâ buldu.” Halîfe’nin huysuz bir atı vardı. Değil binmek, eyer bile vuramazlardı. Halîfe’nin hizmetçilerinden biri; “Bu atı İmâm-ı Askerî görsün. Ya bu at onu öldürür, veyahut at kullanılır hâle gelir” dedi. İmâm saraya çağrıldı. Sarayın bahçesine girince, doğruca o atın yanına gitti, ata elini sürünce hayvan terlemeye başladı. Sonra Halîfe, Hazreti İmâmın yanına gelerek, tâ- zimden sonra; “Efendim biz bu atı hiç kullanamıyoruz. Terbiye de edeme dik. Buna bir eyer vurup eğitebilir misiniz?” dedi. İmâm-ı Askerî hazretleri atın yanına vardı, eyerini vurdu. Halîfe; “Bir de biner misiniz?” deyince, bindi. Sarayın bahçesinde koşturdu. At, en ufak bir serkeşlik yapmadı. Sonra attan inip halîfenin yanına gelerek; “Bundan daha iyisini görmedim” buyurdu. Halîfe çok hayret etti ve atı İmâm-ı Askerî hazretlerine hediye etti.
Haşan bin Ali Askerî hazretleri ömrünü İslâmiyet’i öğrenmek, öğretmek ve yaşamak sûretiy- le geçirdi. Nercis isimli hanımından Muhammed Mehdî isminde bir oğlu dünyâya geldi. Zamânı- nın kutbu olan Muhammed Mehdî yüksek bir velî idi. Haşan bin Ali Askerî hazretleri 874 (H.261) senesi Rebîülevvel ayının sekizinci Cumâ günü Bağdat yakınındaki Sa- marra’da vefât etti.Vefât haberi duyulunca, bütün Samarra halkı cenâzesine koştu. Başta halîfe olmak üzere, devletin ileri gelenleri, kumandanlar, kâdılar ve bütün halk onun cenâze namazında bulundular. Samar- ra’da babasının türbesinde kabrinin yanında defnedildi. Kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Haşan bin Ali Askerî hazretlerinin vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür. Harputlu bir şahıs memleketine gitmek üzere Erzurum’dan yola çıkmıştı. Kemah’a bağlı Nez- kep köyünü gece geçmesi gerekiyordu. Burası eşkı- yâlar yatağı ve tehlikeli bir yerdi. Bir dereye geldiğinde adamcağız korkudan gözlerini kapayıp Hasan-ı Askerî hazretlerinin rûhâ- niyetinden imdâd diledi. “Siz işlerinizde şaşırıp kaldığınız zaman kabir ehlinden yardım taleb ediniz”
hadîs-i şerîfinin mânâsı tecelli etti. İmâm Hasan-ı Askerî’nin rûhâniyeti nû- rânî bir şekilde karşısına çıkıp; “Korkma tehlikeli olan yerleri geçtin” diye müjdeledi. Ona gideceği istikâmeti gösterdi. Şibrâvî, Haşan bin Ali- Askerî hazretlerinin vefât ettikten sonraki kerametlerinden şunu nakletti: “1879 (H. 1296) senesinde Irak’ın kuzey taraflarındaki bir köyden Bağdat’a gitmek üzere yola çıktım. O köyde kâdı olarak vazife yapıyordum. Benim için tâyin edilen vakti tamamlamadan oradan ayrıldım. Bulunduğum köyde şiddetli bir kıtlık hüküm sürüyordu. Birtoplulukla birlikte Bağdat yakınlarındaki Samarra şehrine vardık. Orada bulunan Haşan bin Ali Askerî’nin kabrini ziyâret etmek üzere kabr-i şerîfinin yanına vardık. Bu sırada benim üzerimde rû- hânî bir hal meydana geldi. Böyle bir hal daha önce de Musul’da Yûnus aley- hisselâmın kabrini ziyâret ettiğim zaman olmuştu. Kur’ân-ı kerîmden okudum ve duâda bulundum. Sevâbını rûhuna bağışladım. Bende hâsıl olan bu hâlin Haşan bin Ali Askerî hazretlerinin kerâmeti olduğunu anladım.”
1) Nûru’l-Ebsâr; s.166 2) Sefinetü’l-Evliya; s.29 3) Vefeyâtii’l-A’yân; c.l, s.135, c.2, s.94 4) Câmiu Kerâmâti’l-Evliya; c.l, s.389 5) Mu’ceniül-Müellifin; c.3, s.261 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1083 7) Târih-i Bağdad; c.2, s .366 8) El-A’lâm; c.2, s.200 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.182