Evlenmenin üç âfeti vardır:
1 — Birinci  fet: En kuvvetlisi, âilenin, helâlinden nafakasını te’mın etmekte acze düşmektir. Bu helâl nafakayı te’mîn, bilhassa bu za- mânda [Hicrî 495 = Milâdî 1101] herkes için kolay olmayan bir şeydir. Âilenin de nafakasını te’min için fazla kazanca zarûret hâsıl olduğundan, mecbûrî hile yoluna sapar. Harâm kazanç elde eder, çoluk çocuğuna harâm yedirir. Böylece, hem kendini hem de âilesini helâker
sürükler. Ama bekâr kalan, bundan emindir. Çünkü bir boğazını nasıl olsa bakar. Fakat evlenenler ekseriya kötü yollara sapar, karısının isteklerini yerine getirme sevdâsma kapılarak, âhiretini dünyâsı uğrunda fedâ eder. Haberde:«Adamın, dağlar gibi hasenatı olduğu hâlde, kıyâmet günü mizan başında durdurulur ve âile hukukundan ve onların bakımından, malını nereden kazanıp nereye sarfettiğinden sorulur. Böyloce biitüıı hasenâtı borçlularına ödenir ve kendisinde bir şey kalmaz. Sonra bir melek: “İşte şu, çoluk çocuğu dünyâda bütün sevâblarmı yeyip bitiren ve bugün rehin olarak kalan kimsedir” diye nîdâ eder.» (119) diye vârid olmuştur.
Denildi ki, kıyamet gününde inşânın ilk hasmı âile efrâ’Iıdır. Onu Allah huzuruna getirir ve: «Yâ Rab! Bundan hakkımızı bizt alıver, biz bilmiyorduk o. bize harâm yedirdi» derler. Bu sûretle onların hakları ondan alınıp verilir. Seleften biri şöyle anlatıyor: »Allahu Teâlâ bir kişiye kötülük dilediği vakit, ona dünyâda kendisini ısıracak azılar musallat eder, yâni böyle âile efrâdı verir.» Resûl-i Ekrem (S.A.V.) :
«Kişi ehlinin cehaletinden daha büyük günâhla Allah’a kavuşmaz.» (120) buyurmuştur.
Bu, umûmi bir hastalıktır, bundan kurtulanlar pek az kimselerdir. Ya mirasa konmuş olacak, yâhut da kendine ve çoluk çocuğuna yetecek helâl kazancı bulunacak ve fazlaya tam a’ı olmayacaktır. İşte ancak bu gibiler bu hastalıktan korunur. Yahut san’at sâhibi olur, avlamak vesâire işlerle bol para kazanır, yâhut hükümet ile alâkası olmayan bir işte çalışır. Hayırlı yollardan kazanır ve zâhirî vaziyetine göre kazancı helâl olursa, böyleleri de kurtulmuş olurlar.
Basra’lı Ebu’l-Hasan bin Sâlim’e evlenmekten suâl edilince: «Bu zamânda dişi merkebi gördüğü zamân çifteler ile dayak yemekten aldırmayıp geri çekilmeyen erkek merkep gibi, kendisine hâkim olamayan kimseler içih evlenmek daha efdal, nefsine hâkim olanlar için evlenmemek daha evlâdır» dedi.
2 — İkinci  fet: Âilenin, haklarını yerine getirememek, kötü huylarına tahammül edememek, eziyetlerine dayanamamak gibi vaziyetlerdir. Bu, birinciye nisbetle ehvendir. Çünkü bunlara katlanmak daha kolaydır. Onlar ile hoş geçinmek, ve arzûlarına uymak nafaka te’mîninden daha kolay olduğu meydândadır. Ancak burada da te – like vardır. Çünkü erkek, çobandır, aynı zamânda maiyyetinden m esuldür. Nitekim hadîsde Resûl-i E krem :
«Kişiye, tekeffül ettiği kimseyi bakmaması günâh olarak kâfidir.» (121) buyurmuştur. Rivâyet olundu ki, çoluk çocuğunu bırakıp kaçan, efendisinden kaçan köle gibidir. Dönüp gelinceye kadar kıldığı namâzı ve orucu kabûl olmaz. Onların yanında iken âile efrâdmı ihmâl eden, yine kaçmış gibidir. Allahu Teâlâ «Kendinizi ve âile efrâdınızı (Cehennem) ateşinden koruyun ! > (66 – Tahrîm : 6) buyurmuş ve kendimizi koruduğumuz gibi, çoluk çocuğumuzu da ateşten korumamızı emretmiştir. Halbuki inşân bâzan kendini korumaktan âcizdir. Evlendiği zamân bu haklar kat kat çoğalıyor. Kendine bir de başkaları katılıyor. Aynı zamanda nefis, dâimâ kötülüğü emreder. Nefisler çoğaldıkça kötülüğü emredenler do çoğalıyor. Evlenmemekte ısrâr eden bâzı kimseler, bu yönden kendilerini mâzur göstermek istemişler ve: «Nefsin belâsı bize yetiyor, buna bir de başka bir nefis belâsını nasıl katalım?» demişlerdir. Nitekim Ş â ir:«Fâre, deliğinden içeri sığmazken, bir de kuyruğuna süpürge bağladı» demiştir. İbrâhim bin Edhem de evleıımeyişinin sebebini açıklarken: «Kendi keyfim için bir kadını aç bırakamam. Çünkü benim kadına ihtiyâcım yok. Kadının hakkından gelemem ve onu nâmahremden koru- yamam» demiştir. Bişr de bu husûsta özür dilerken: «Beni evlenmekten alıkoyan, Allahu Teâlâ’nm:
«Erkeklerin onlarda olan haklan kadar onların (kadınların) da erkeklerde hakkı vardır» (2 -B akara: 228) Âyet-i Celîlesidir.» dedi Ve yine Bişr: «Eğer bir tavuğun nafakasını üzerime alsam köprü üzerinde cellât olmaktan korkarım» demiştir. Süfyân bin Uyeyne, bir gün hükümdarın kapısında görüldü. Kendisine: Burası senin yerin değil idi, nasıl oldu da buraya düştün? diyenlere, Uyeyne : « Feiâh bulmuş âile sâhibi hiç gördünüz mü?» diye cevâb verdi. Süfyan şöyle söylerdi: «Bekârlık ve içinde rüzgârın estiği gürültüsüz bir evin anahtarı ne güzel şeylerdir.» Bu, birincisi kadar değilse de yine umûmî âfetlerdendir. Bundan ancak hikmet sâhibi, akıllı, idâreci, güzel ahlâklı, kadınların âdetlerini anlayan, boşboğazlığına dayanan, şehvetleri peşinde olup, isteklerinin düşkünü olduklarını bilen, kusûrlannı görmezden gelen ve onlar ile idare etmesini bilen kimseler selâmet bulur. Halbuki ekseriyetle insânlar ahmak, sert, hafif, kötü hûylu, in- sâfsız olup, başkalannda bu vasıfları arayan kimselerdir. Bu gibi adamlar evlenmekle fesâdı çoğaltmış olurlar. Onun için bu gibilerin bekâr kalması en sâlim ve en çıkar yoldur. 3 — Üçüncü Â fet: Birinci ve İkinciden de ehvendir. Bu da âile efrâdına mal toplamak, topladığı malı onlar için yığmak ve evlâd çokluğu ile övünmek gibi şeylerle kendisini dünyâya meylettirerek Allah’a ibâdetten alıkoymalandır. İnşânı Allah’a ibâdetten alıkoyan mal, karı ve evlâd, sâhibi için meş’ûmdur. Bu sözümle, onların kendisini kötü şeylere doğrudan dâvet etmelerini kasdetmiyorum. Çünkü bu, birinci ve ikinci âfet’e dâhildir. Belki onlar, mübâh olan şeylerle zevklenmeyi, kendileri ile eğlenip meşgûl olmayı isterler ve kendisini ibâdetten alıkoyarlar. İşte kasdettiğim budur. Evlenmelerden, kalbi meşgûl edecek bu gibi pek çok mes’eleler doğar. Gece ve gündüzler gelip geçtiği hâlde fırsat bulup âhiretini düşünemez ve onun için hazırlanamaz. Bunun için İbrâhim bin Edhem: «Kadınların oylukları ile fazla meşgûl olandan hayır gelmez» demiştir. Ebû Süleymân da «Evlenen, dünyâya meyletmiştir. Yâni evlilik hayâtı onu dünyâya çeker.» demiştir.
İşte evlenmenin fayda ve âfetleri bunlardan ibarettir.
NETİCEDE:
Herhangi bir adam için mutlak olarak evlenmek veyâ evlenmemek hayırlıdır demek, bu saydıklarımızı etraflıca bilmemekten doğar. İşin doğrusu, bu fayda ve âfetleri bir mihenk olarak ele almalı ve âhiret yolcusu kendini bunlara vurmalıdır. Âfetlerden kurtarmış, helâl nafaka ve güzel ahlâka sâhib, evlenmesi ibâdetine mâni olmayacak, yalnız olup dahilî işlerde yardımcıya muhtaç genç kimsenin şehvetini teskin etmek ve çocuk yetiştirmek için evlenmesi, kendi hakkında hayırlı olacağında şübhe etmesin. Yok eğer, bu faydaları kaybetmiş ve saydığımız âfetler mevcûd ise, o zamân da bekâr kalmasının daha efdal olacağında tereddüt etmesin. Şâyet iki taraf müsâvi olursa, —ki ekseriyetle insanlar böyledir— bu takdirde kendine yakışan, bu faydaların dîninde neler arttırdığını ve o âfetlerin dîninde neler eksilteceğini, adâlet mîzânı ile tartm aktır. Bu karşılaştırmada hangi tarafı tercih ederse onunla hükmetmelidir. Faydaların en açığı, evlâd yetiştirmek ve şehveti teskindir. Âfetlerin en aşikâre olanı da, harâm kazanca sürüklenmek ve ibâdetten geri kalmaktır. Şimdi biz bunların iki tarafını karşılaştıralım.
Meselâ: Şehvetten sıkıntısı olmayıp, yalnız evlâd yetiştirmek gayesiyle evlenmek isteyenler, harâm kazanca mecbûr kalacak ve Allah’a kulluktan uzaklaşmak tehlikesiyle karşılaşacaklarsa, bekâr kalmaları daha evlâdır. Çünkü Allah’a zikirden geri kalmakta ve harâm kazançta hayır yoktur. Yalnız evlâd yetiştirmek gâyesi, bu iki nok sânı telâfi etmez. Çünkü çocuk için evlenmek, mevhûm olan bir ct- cuğun hayatını istemektir. Lâkin harâmı irtikâb ve ibâdette kusur, açıkça görülen ve şu anda mevcût olan bir noksânlıktır. Mevhum olan evlâdı yetiştirmek için uğraşmaktansa, ortada bulunan kendi hayâtını korumak ve helâkten muhâfaza etmek elbette daha müh’r- dir. Zîrâ evlâd, ticârette kazanç ve kârdır. Dîn ise sermâye ve baş naradır. Dînin bozulmasında sermâyenin elden gitmesi ve uhrevî hay? tın bozulması vardır. Yalnız evlâd yetiştirme gâyesi, şu iki âfetten b: risi ile de karşılaşamaz. Fakat evlâd yetiştirmeğe bir de şehvet Talebesi eklenirse, o zamân bakılır; şâyet takvâsı dizginlerini toplamağakâfi gelmez ve zinâya düşmek tehlikesi varsa, o zamân evlenmeyi tercih eder. Çünkü bu adam zinâ ile veyâ şübheli ve harâm kazanç ile karşı karşıyadır. Bunun için ehven-i şeri tercih eder. O da şübheli kazançtır. Fakat zinâ etmeyeceğinden emîn ve fakat hissi ile bakmaktan emin olamayacağına kaani ise, o zamân evlenmez. Çünkü her ne kadar şehvetle bakmak harâm ise de bu, dâimi değil ve aynı zamânda zarân yalnız kendinedir. Fakat harâm kazanç dâimidir. Aym gamanda, hem başkasının hakkına tecavüz ettiği, hem de âile efrâdına yedirdiği için, zarârı başkalarına da şâmildir. Filhakika şehvetle bakış göz zinâsıdır. Fakat kalb bunu inkâr eder ve kabûl etmezse harâm yemekten, affedilmeğe daha yakındır. Ancak şehvetle bakmasının kendisini zinâya götürmesinden korkarsa, o da zinâ hükmüne girer ve evlenmeği tercih eder. Bu, böyle anlaşıldıktan sonra gelelim üçüncü şekle; o da, gözünü nâmahremden koruyup kalbini meşgûl edecek düşüncelerden alıkoyamama hâlidir. Bunun evlenmemesi daha uygundur. Çünkü bu husûstaki kalbin hatâsının affı, harâm irtikâbının affından daha kolaydır. Kalbin huzûru, ibâdet için lâzımdır. Halbuki harâm kazanç ve harâmı yemek ve yedirmekle yapılan ibâdet, tam bir ibâdet değildir. İşte, bu âfetler bu şekilde muvâzene edilmeli ve mûcibince hüküm verilmelidir. Bu anlattıklarımızı kavrayabilen, artık nikâhı teşvîk eden ve nikâhtan meneden bu rivâyetlerde tereddüde düşmez. Çünkü bütün-bu rivâyetler, şahısların hâllerine göredir. Şâyet: «Bu âfetlerden emîn olan kimsenin evlenmesi mi yoksa ibâdetle meşgûl olması mı daha efdaldir?» dersen… Derim ki, iki tarafını toplamalıdır. Çünkü nikâh, nikâh olmak bakımından, ibâdete mâni değildir. İbâdete mâni olacak olan, nafakayı te’mîn etmek zaruretidir. Eğer bunu helâlinden te’mîn edebiliyorsa yine evlenmek daha faziletlidir. Zirâ gecelerde ve gündüzün diğer vakitlerinde ibâdetini yapabilir. Zâten hiç ara vermeden devâmlı ibâdet, mümkün değildir. Şâyet, evlilik sebebiyle farz olan ibâdetleri yapmaktan, yemek, uyku ve diğer hacetinden başka müsâit zamânı kalmıyor, bütün vakitlerini çalışmakla geçirmek zarûreti hasıl oluyor dersen, o zamân bakarız: eğer bu adamın ibâdetleri nâfile namâz ve hac gibi zâhirî ve bedeni ameller ise, yine evlenmesi daha makbûldür. Çünkü helâl nafaka kazanmakta, âile hukûkuna riâyette, evlâd yetiştirmekte, kadınların mızmızlığına tahammül etmekte o kadar çeşitli ibâdetler vardır ki, bunların fazileti, o nâfile ibâdetlerden daha az değildir… Yok eğer, ibâdeti; ilim, tefekkür ve seyr-i batmî ise, o zamân helâl kazanç buna mâni olacağı için, evlenmemek daha makbûldür. Şâyet «Mâdem evlenmenin bu kadar fazileti vardır, İsa aleyhisse- lâm niçin evlenmedi? Mâdem ki, ibâdete bağlanmak daha efdal idiResûl-i Ekrem niçin o kadar çok evlendi?» dersen, bilmiş ol ki: En faziletlisi gücü yetenlerin, himmeti âli olanların ve kendisini Allahu Teâlâ’dan hiç bir Şey meşgûl edemeyenlerin, ikisini yapmasıdır. Yâni hem evlenmek, hem de ibâdet etmektir. Resûl-i Ekrem, buna muktedir olduğu için, nikâh ile ibâdeti bir arada toplamıştır. Dokuz âilesi olduğu hâlde yine Allahu Teâlâ ile başbaşa kaldı ve ibâdetine devâm etti. Aile hukûku, buna mâni olamadı. Nitekim, dünyânın sevk u idâ- resi ile uğraşanlara def’i tabiî mâni olamadığı gibi… Onlar, bedenleri ile kazâ-i hâcetle meşgûl olurken, kafaları ile dünyâ işlerini düşünürler. Resûl-i Ekrem’in (S.A.V.) derecesi âli olduğu için, bu âlemin işleri, kalbinin Allah ile olmasına mâni olamamıştır. H attâ zevcesinin yatağında iken bile kendisine İlâhî vahiy gelmiştir. Başkalannı Re- sûl-i Ekrem’e kıyas etmek doğru olmaz. îsâ aleyhisselâm’a gelince: O, tevâzu’ gösterip ihtiyâtlı olan tarafı tercîh etmiştir. Evlenseydi belki âilesi kendisini meşgûl edebilirdi vey a h u t da helâl nafaka te’mîninde güçlük çekerdi. Bunun için ibâdeti tercîh etmiştir. Onlar, kendi hâllerini ve helâl kazançta zam ânlanmn îcablanm, kadınların ahlâkını, nikâhın zarâr ve faydalarını daha iyi bilirler. Madem ki, evlenmenin bâzılan için makbûl, bâzıları için de mahzurlu olduğunu bildik, peygamberlerin her hareketlerini efdal olarak bilmemiz, en doğrusudur. Her şeyi olduğu gibi Allah bilir.