Eshâb-ı kirâmın sohbetinde
bulunmakla şereflenen T âbıîn devriTVlll
yüVsek âlimlerinden ve evüyâmn’büyüklerinden. Oniki imâmın yedincisidir.
Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu, îmâm-ı Ali Rızâ’
mn babasıdır. Resûlullah efendimizin
torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i
Fâtım a’nın evlâtlarındandır. Hazret-i
Hüseyin’in çocuklarından olduğu için
“seyyid” dir. Asıl adı, Mûsâ bin Ca’fer-i
Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali
Zeynel’âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî
Tâlib’dir. Künyesi, “Ebül-Hasan” ve“Ebû
lbrâhim”dir. Kâzım, Sâbır, Sâlih, Emîn…
gibi birçok lakâbları vardır. En meşhûru
“Kâzım” dır. Hilminin (yumuşaklığının)
çokluğundan, kendisine kötülük yapanlara
dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına
hâkim olduğundan “Kâzım” lakâbı
verilmiştir.
İmâmlığı yirmibeş sene üç ay sürmüş
tür. Erkek çocukları, Ali Rızâ, Zeyd, îbrâ-
him, Ukayl, Hânın, Haşan, Hüseyin,
Abdullah Ekber, Abdullah Asgar,
Muhammed, Ahmed, Ca’fer, Yahyâ,
tshâk, Abbâs, Ebûl Kâsım, Hamza, Abdurrahman
Kâsım, Ca’fer-i Ekber, Cafer-i
Asgardır. Kızları ise onsekizdir. Herbiri
zamanının en çok ibâdet edenleri ve kerimeleri
idiler.
Annesi câriye idi. Adı, “Humeyde-i
Berberiyye” dir. Mekke ile Medine arasında
bulunan “Ebvâ” denilen yerde, 128
(m. 745) senesi Safer ayının yirmiüçüncü
Çarşamba günü doğmuştur. 186 im. 802)
senesinde, Bağdat’ta hapishânede iken
vefât etti. Bağdat’ın on kilometre kuzeybatı
sında “Kâzımıyye” mahallesinde defin
olunmuştur. Bu mahalle Dicle nehrinden
beş kilometre içerdedir. Büyük ve çok süslü
bir türbesi ve hemen yanında büyük bir
câmi vardır. Müslümanların en çok ziyâ-
ret ettiği türbelerden biridir. Imâm-ı a’zam
hazretlerinin türbesi de aynı yerdedir.
Mûsâ Kâzım hazretleri yüksek bir âlim
ve büyük bir evliyâdır. Din bilgilerinde ictihad
derecesine yükselmişti. Her ilimde
imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâ
det ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi.
Bu hâllerinden dolayı, kendisine “Sâlih
kul” adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde,
ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme ait
ma’rifetleri, isteyen müslümanlann kalblerine
akıtan bir kaynaktır. Resûlullah
efendimiz üç vazifesinden biri de, tasavvuf
ma’rifetlerini bilgilerini öğretmek ve
kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden
sonra dört halifesi tam olarak
yerine getirdiler. Dört halifeden sonra İslâ
miyet her yere yayılmış ve müslümanlann
sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” vazifelerini
yerine getirmekte aralarında vazife takrinT
“Z tte lU m Ι (aİ âİd’ İmân) bİ1^
yaydılar, öğrettiler. Fıkıh .S*0
‘ya “i amel, ibâ.
detleri ve işleri öğreten âlimlere “Fukahâ”
denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm
ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere
akıttılar. Oniki imâmın her biri, ehl-i sünnet
i’tikâdındaki müslümanlann gözbebeği
olmuştur. Onlan ve bu âileye mensup
olanlann hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhıret
saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Mûsâ Kâzım hazretleri, hadîs-i şerif
ilminde sika (güvenilir) bir râvidir. Büyük
bir hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve
îbrâhim, tsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali
ve Muhammed, O’ndan hadîs-i şerif rivâ-
yet etmişlerdir. Resûlullaha kadar varan
bir rivayet ile bildirdiği bir hadîs-i şerifte
buyuruldu ki:
“ Yem ekten önce el yıkam ak, fakirliği
yok eder. Yem ekten sonra yıkamak
da, üzüntüyü gid erir…”
Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı
devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef
birçok haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın
sultanlan tarafından birkaç kerre hapse
atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki
dünyâya düşkün değildi. Zühd vetakvâsı
çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve
cömertliği ile meşhûrdur. Medîne-i münevverede
otururdu. Siyâsete hiç kanşmadığı
halde Abbâsî halifelerinden Muhammed
Mehdî kendisini Medine’den Bağdat’a getirterek
hapsetmiş, bir müddet sonra hazret-i
Ali’yi rü’yâsında görüp, kendisine Kur’ânı
kerimde Muhammed sûresindeki 22. âyeti
kerîmeyi okuyarak, (Ey Muhammed
dem ek ki, idâreyi ele alırsanız, hem en
yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık
bağlarını kesip atacaksınız)
hitâb ettiğinden, hemen Mûsâ Kâzım’ı
(r.a.) hapisten çıkararak, kendisine ve
evlâtlarına karşı isyân etmeyeceğine
yemin etmesini teklif etmiş, Imâm-ı Mûsâ
Kâzım da, “Bu işi aslâ yapmam veşâmma
da yakıştırmam” buyurunca, doğru söylediğini
tasdik etmiş ve bu teminatın üzerine,
Medine’ye dönmesine izin vermişti.
Sonra halife Hârun Reşîd, 179 (m. 795)
yılında Umre’den dönerken, Medine’ye
uğramış, tmâm hazretlerini yanına alıp
Bağdat’a getirmiştir. Ardı arkası kesilmeyen
hâdiselerin yatışması sona erdirilmesi
düşüncesi ile O’nu tekrar hapsettirmiştir.
“Bağdat Tarihi” kitabının yazan Hatîb’in
rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste
tutmuştur. Diğer bir rivâyete göre, Hârun
Reşîd de gördüğü korkulu bir rü’yâ üzerine,
O’nu hapishâneden çıkarıp, Medine’ye
göndermişti. Ancak Bağdat’ta vefât etmiş
olması, Hatîb’in rivâyetini kuvvetlendirmektedir.
Hattâ zehirletilerek vefât ettiği
de rivâyet olunur. Yedi Seiie ZİIKİİİi](j(]
kaldı.sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde
olacaksın. Yalnız şunu unutma ki, sonu
gelmiyen âhırete sen de, ben de gideceğiz.”
Yahyâ bin Hâlid Bermekî tarafından
hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü
rivâyet olunmaktadır. Zehir verildiği gün
Mûsâ Kâzım hazretleri, “Bana bugün
zehir verdiler. Yarın vücûdum sararacak,
sonra yansı kızaracaktır. Ertesi gün de
siyah olacaktır. O zaman vefât ederim”
buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur.
Mûsâ Kâzım’ın (r.a.) hayatı, faziletlerle,
üstünlüklerle dolu, sevdiklerine ibret
veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri
çoktur. Ruhlara gıdâ olan sözleri o
kadar çoktur ki, ba’zıları kitaplara geçirilmiş,
ba’zılan da dilden dile, gönülden
gönüle akıp gelmiştir.
O’nu seven ve O’ndan istifâde eden
âlimlerden Şakîk-i Belhî “kuddise sirruh”
şöyle anlatıyor:
“Hacca gidiyordum. Fâriziyye’ye vardım,
orada, güzel yüzlü, buğday benizli,
yün elbiseli, başı .sarıklı ve ayağında
nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlaydan
ayrı bir yerde yalnız oturuyordu.
Kendi kendime,. “Bunun tasavvuf talebesinden
olması lâzımdır, bu yolda mifslü-
manlardan ayn duruyor, gidip biraz ağır
konuşayım da bu işten vaz geçsin” dedim.
Yanına yaklaşınca, bana: “Ey Şakîk” diye
hitâb ederek, “Zandarı çok sakınınız,
zîrâ ba’zı zanlar gilnâhdır” Hucurât
sûresi 12. âyet-i kerimesini okudu. Bir
tarafa doğru gitti. Kendi kendime, “Bu bir
sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini
bildi” dedim. Arkasından, helâllaşayım
diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem
yine yetişemedim. Başka bir konak
yerinde onu yine gördüm. Namaz kılı
yordu. Bütün a’zâlan titriyor, gözlerinden
yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de
helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi.
Yanına yaklaştım. Bana, “Ey Şakîk” diyerek;
“B en tövbe eden, îmân edip sâlih
am eller işleyen ve sonra doğru yolu
bulan kim seleri elbette a f ederim ”
Taha sûresi 82. âyet-i kerîmesini okudu.
Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime,
“Bu genç yüksek bir evliyâ olmalı, ikinci
defa ismimi ve kalbimdekini bildi” dedim.
Başka bir konak yerinde yine onu gördüm.
Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli
kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya
jlüştü. Ellerini kaldırıp, “Yâ Rabbî! Sen
benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet
şendedir,, su içmek istiyorum” diye du|
etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp
kovasım doldurdu. Abdest alıp dört rek’at
namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti.
Eliyle kumlan kovanın içine döktü. Çalkalayıp
içti. Yanma gidip selâm verdim. Selâ
mımı aldı. “Hak teâlânm sana ihsân ettiği
ni’metlerin fazlasından beni de taamlandır
(doyur)” dedim. “Hak teâlânm ni’-
metleri açık veya gizli her zaman bize
gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun”
deyip, kovasını bana verdi. Kavrulmuş
buğday ile şeker vardı. Ondan daha lezzetli
bir şey yememiştim, yedim ve doydum.
Mekke’ye gelinceye kadar onu bir daha
göremedim. Mekke’de gece yarısı namaza
durmuştu. Tam bir huşû’ ile inleyip
ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti.
Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı
çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar
etrafına toplandılar. “Bu zât kimdir?”
diye sordum. “Mûsâ bin Ca’fer bin
Muhammed bin Alî bin Hüseyin’dir” dediler.
“Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller
gördüm” dedim. “Bu acâib hâller bu
seyyid için acâib değildir dediler.”
Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor:
Halife Mehdî, imâm Kâzım’ı ilk defa
çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı
için çarşıdan ba’zı şeyler almamı
buyurdu. Yüzüme baktı ve: “Seni üzüntülü
görüyorum, ne oldu?” diye sordu. Ben de,
“Niçin üzülmiyeyim, bir zâlimin yanma
gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı
belli değildir” dedim. “Hiç korkma, falan
ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin
beni beklersin” buyurdu. Ay ve günleri
sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş
batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi.
Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde
bir şüphe uyanmasından korkuyordum.
Çok sıkıldım. O sırada Irak
tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ
Kâzım hazretleri bir katıra binmişti. “Ey
falan!” diye seslendi. “Buyurun efendim
buradayım” dedim. “Az kalsın, kalbine
şüphe geliyordu değil mi?” buyurdu. “Evet
öyle olacaktı” dedim. Sonra, “Allahü teâ
lâya hamd olsun ki, bu zâlimden
kurtuldun” dedim. “Beni bir daha oraya
götürecekler o zaman kurtulamıyacağım”
buyurdu.
Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır.
“Nûrül-Ebsâr”da anlatılan menkı
belerden ba’zılan şunlardır:
Birgün Mûsâ Kâzım hazretlerinden,
zamanın halifesi Hârun Reşîd sordu:
“Sizler, kendinizin ehl-i beytten olduğunuzu
söylüyor ve Resûlullahın zürriyetindeniz
diyorsunuz. Halbuki aslında biz
dedem Abbâs’dan (r.a.) dolayı Resûlullahın
soyundanız, siz de hazret-i Ali’nin
evlâtlansınız. însanlann Nesebi ve soyu
baba ile devam eder.”
Cevabında buyurdu ki: •
“Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde En’âm
sûresi 84. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki,
“İbrâhim P eygam berin zürriyetinden
olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb,
Yûsuf, Mûsâ ve Hârun!. Biz iyileri
böylece m ükâfatlandırırız. Ve ey
Zeheriyya ve îsâ. ” Bu âyet-i kerîmede
îsâ aleyhisselâm, îbrâhim aleyhisselâmın
soyundan sayılıyor. Halbuki îsâ ’nın
babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir.
Bununla birlikte annesi tarafından
İbrâhim aleyhisselamın zürriyetinden
sayılmaktadır, öyleyse, bizler de
annemiz Fâtıma’tüz-Zehrâ “radıyallahü
anhâ” tarafından Resûlullah efendimizin
soyundan sayılmz.”
Mûsâ Kâzım hazretlerini sevenlerden
Medâin şehrindeki îsâ isminde bir zât
şöyle anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene
Mekke’de kaldım. Sonra, bir sene de
Medine’de kalayım diyerek oraya gittim.
Musallâ denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin
evi yanında bir yer kirâladım.
Orada devamlı Mûsâ Kâzım’ın(r.a.) ziyaretine
gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi,
yanında oturuyordum. Birdenbire, bana
dediler ki, “Ey îsâ, kalk evine yetiş! Evin,
eşyâlannın üzerine yıkıldı” koşarak evime
geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış,
eşyâlar altında kalmıştı. Birkaç işçi tuttum.
Bütün eşyâlanmı noksansız olarak
enkâzlar altından çıkardım. Yalnız abdest
almak için kullandığım bir ibriğim kayboldu.
Ertesi gün Imâm-ı Mûsâ Kâzım’ın
(r.a.) yanma geldim. Bana buyurdular ki,
“Eşyâlanndan kaybolan bir şeyin var
mı?” Ben de, “Hayır efendim, yalnız
abdest alırken kullandığım ibriğim kayıp!”
İşte o zaman başlannı aşağıya indirip
gözlerini yumdular. Bir müddet bekledikten
sonra, başlarını kaldırıp bana dediler
ki, “Sen birgün önce ev sâhibinin helâsına
gitmişsin ve bakracı da orada unutmuş
sun! Şimdi git, ev sâhibinin hizmetçisinden
iste, sana versinler!” Ben de hemen
koşarak geldim. Ev sâhibinin hizmetçisinden
ibriğimi istedim. O da, getirip teslim
etti.
Abdullah bin Idris bin Senem’in çivâ-
yeti de şöyledir: Hârun Reşîd, bir gün
veziri Ali bin Yektîn’e çok güzel elbiseler
hediye etmişti. Bunlann arasında, siyah
ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek
en iyisiydi. Padişahlara mahsus bir elbiseydi.
Ali bin Yektîri, Mûsâ Kâzım hazretlerini
çok sevdiği için bir miktar daha mal
ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım’a (r.a.)
gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri
kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip,
bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını
söylediler. Birgün Ali bin Yektin, kölelerinden
birine kızıp kovdu. O köle, Hârun
Reşîd’e gidip, “Benim efendim Mûsâ
Kâzım’ı imâm edinmiştir. Ona çok malgönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz
ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına
gönderdi” dedi. Hârun Reşîd, kızıp,Ali
bin Yekön’i çağırttı, “Sana giydirdiğim
gömleği ne yaptın?” diye sordu. Ali bin
Yektin, “Bendedir ey mü’minlerin emîri!”
dedi. Hârun Reşîd, hemen getirmesini
istedi. O da kölelerinden birisini çağınp,
“Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını
falandan iste, odada bir sandık vardır.
Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu
göreceksin. O kutuyu getir” dedi. Kölesi
derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki
gömleği gördüler. Güzel kokular da
sürülmüştü. Hârun Reşîd’in öfkesi geçti.
Ali bin Yektin’e, “Bunu yerine gönder, hatı
rını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında
söylenen sözlere aldırmam. Bu
elbise yanında olmasaydı, seni cezalandı
racaktım. Fakat işin doğrusu meydana
çıktı. Bundan sonra, birşeyi araştırmadan
hakkında hüküm vermeyeceğim” dedi.
Başka hediyeler ve ihsânlarda bulunarak
gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken
cezâsı verildi.
İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor:
“Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından
hapsedildiği zaman, İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû
Yûsuf ile Muhammed Şeybânî (r. aleyhima)
ziyâretine gitmişlerdi. Maksatlarından
biri de ilmi hakkında bilgi sâhibi
olmaktı, ilminden sorup denemek istiyorlardı.
Tam o sırada hapishânenin nöbetçisi
yanma geldi ve; “Ey mübârek efendim,
bugünkü nöbetim bitti. Yann dönüşümde,
bir ihtiyâcınız varsa, getireyim” dedi.
İmam-ı Mûsâ Kâzım, “Bir ihtiyâcım
yoktur” dediler Sonra, Ebû Yûsuf ile
Muhammed Şeybânî’ye dönerek, “Ben bu
adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini
zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki
Onun eceli gelmiştir ve yarın
ölecektir” buyurdular. Imâm-ı a’zâm hazretlerinin
iki talebesi de Mûsâ Kâzım’m
böyle söylemesine hayret ettiler ve; “Biz, bu
zâtı zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik.
Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor.
Bunun bu sözünü deneyelim” diyerek kalkıp
gittiler. Adamın evine yakın bir yere
nöbetçi koydular ve ona, “Bu evde birşey
gördüğün zaman, gelip bize haber ver!” dediler.
Gece yansında evde bir ağlama sesi
yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen
haber verdi, tmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed
Şeybânî geldiği zaman ev sâhibinin
öldüğünü gördüler. Mûsa Kâzım hazretleri
için olan hayretleri ve O’nun büyüklüğü
hakkında zanlan bir kat daha arttı.
Muhammed bin Abdullah el-Bekri:
“Borç istemek için Medîne-i münevvereve
gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek
bir kişiyi çok aradım fakat bulamadım.
En sonund^ yorulup, kendi kendime:
Ebû’l-Hasen Mûsâ. bin Ca’fer’e gitsem,
durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki
birşeyler elde ederim, diye düşündüm.
Karanmı verip, “Negamâ” denilen yerdeki
bahçesinde onu buldum. Beni görünce
küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi.
Elinde bir kalbur, kalburun içinde hurma
vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra
bana bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu.
Ona durumumu olduğu gibi anlattım.
Bunun üzerine içeri girdi. Az sonra
yanıma geldi. Hizmetçisine sen git, dedi.
Elini elime uzattı. Bana bir kese verdi,
içinde üçyüz dinâr vardı. Sonra kalkıp,
gitti. Ben de bineğime binip, oradan
aynldım.”
Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömert idi.
Birisi ona devamlı içerisinde dinâr bulunan
keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde,
ba’zan üçyüz, ba’zan dörtyüz,
ba’zan ikiyüz dinâr bulunuyordu. Mûsâ
Kâzım hazretleri eline geçen bu dinâr keselerini
yanında biriktirmez, onları Medîne-i
münevvere fakirlerine dağıtırdı.
Yahyâ bin Hasen anlattı: “Medîne-i
münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine
eziyet edip kinci sözler söylüyordu. O’
nu sevenler, ona devamlı “Bize izin ver,
şuna bir haddini bildirelim” diyorlardı.
Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe
teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu.
Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın
nerede olduğunu sordu. Medîne-i
münevverenin civânnda bir yerde olduğunu,
söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine
binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti.
Onu orada buldu. Tarla’ya katın ile girdi.
O şahıs ona, “Tarlaya basma” diye
bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar
geldi. Yanına oturdu. Ona, “Ne kadar zarann
oldu?” deyince, o şahıs “Yüz dinâr”
deyip, “Sen kaç dinar umuyordun?” diye
sordu. Mûsâ Kâzım “Bilmiyorum. Gaybı
ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara
uğradığını bilmediğim için sana, (Ne
kadar zarann olduğunu tahmin ediyorsun?)
diye sordum.” Bu söz üzerine o şahıs,
“Öyleyse, ikiyüz dinâr istiyorum” dedi.
Mûsâ Kâzım ise ona üçyüz dinâr verdi.
Mûsâ Kâzım’a daha önce hakâretlerde
bulunan o şahıs, onun bu cömertlği ve
ihsânına hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ
Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra
birbirinden aynldılar. Mûsâ Kâzım (r.a.)
oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî’ye
(Resûlullah efendimizin mescid-i şerifine)
gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat
kendisini seven yakınları onu orada
görünce, hemen üzerine yürümek istediler.
Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara:
“Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı,
ı yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık
göstermek sûretiyle ıslâh olmasını
düşünmüştüm” dedi.Kızkardeşi onu şöyle anlatır: “O yatsı
namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya
hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye
kadar devam ederdi. Gece bitince, tekrar
kalkar, Sabah namazını kılardı. Sonra,
bir miktar, zikir ile (Allahü teâlâyı
anmakla) meşgûl olur, bu durumu güneş
doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra,
kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra
hazırlanır, dişlerini misvaklar, zevâl öncesine
kadar uyur. Uykudan uyanınca,
abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar,
namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek,
akşam namazına kadar Allahü teâlâyı
zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı
arası namaz kılardı. Bu onun hergünkü
âdeti idi.”
Mûsâ Kâzım hazretleri, Resûlullah
efendimizin yüksek nesebine sâhip olan
Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nurlu
kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu,
akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma’
rifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri
çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri
şöyledir. Buyurdular ki: “Arkadaşlık ettiğin
biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları
kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine
bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen
tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin
ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu
durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan
ayrılma! Onu yalnız başına bırakma.
Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye
kadar bekle.”
Rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Ca’fer elHâşimî
(Mûsâ Kâzım) hazretleri Mescid-i
Nebevî’ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye
vardı. Secdede şöyle dediği duyuldu:
Yâ Rabbı! Günahım çok, fakat senin affın
büyük. Bunu sabaha kadar tekrar etti.”
1) Câm i’u kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh-269
2) Vefeyat-ül-a’yân, cild-5, sh-308-310
3) Tabakât-ı lbn-i S a’d; cild-3, sh-244
4) Hadâikul-uerdiyye; sh-40
5) el-A’l&m; cild-7, sh-321
6) Nûr-ul-ebsâr; sh-142
7) Tarih-i Bağdâd; cild-13, sh-27
8) Sıfat-üs-safve; cild-1, sh-103
9) Mîzân-ül-i’tidâl; cild-3, sh-201
10) el-Bidâye uerı-Nihâye; cild-10 sh-183
11) Tehztb-üt-tehzib cild-10, sh-340
12) Kâmûs-ul-a’lâm cild-6, sh-4478
13) Seâdet-i Ebediyye; sh-1049
14) Eshâb-ı Kirâm; sh-364
15) Şevâhid-ün-nübüvue; cüz 7 sh-19
MÛSÂ K ÂZIM ,
09
Mar