Hz. Âişe der ki : «Medine’ye hicret edip geldiğimiz sıralarda, Medine, Allâh’m en vebâlı (hastalıklı) bir yeri idi
Medine’nin Buthan (veya Batıhan) Vâdîsinden de, tadı ve rengi bozulmuş bir su sızıntısı akar dururdu.
Resûlullâh’ın Eshâbı hastalığa tutuldular.
Yalnız, Allâh, bundan Peygamberini korudu» (1).
Medine’nin havası, Mekekli Müslümanların mizaçlarına uygun gelmedi.
Bir çoklan hastalandılar.
Hz. Ali ve Hz. Âişe de, hastalandı.
Peygamberimiz, Hz, Âişe’ye : «Sende gördüğüm nedir?» diye sordu. Hz. Âişe : «Babam, «ıwı«m Sana fedâ olsun, Hummâdır! Allâh, kahretsin onu!» dedi.
Peygamberimiz : «Hayır, ona sövme. O, vazifelidir. İstersen, sana duâ öğreteyim, onu okuduğun zaman, Yüce Allâh, senden, onu giderir!» dedi.
Hz. Âişe : «öğret!» dedi
Duâyı öğrenip okuyunca, Hummâ’dan kurtuldu (2).
Hz. Âişe, Hummâya tutulup, yattığı zaman, babası Hz. Ebû Bekir onun yanma gidip «Kızcağızım! Nasılsın?» diye hâlini sordu ve yanağından öptü (3).
Medine vebâsma tutulan Muhâcirler, zayıfladıkça zayıfladılar.
Namazda ayakda duramayacak hâle geldiler.
Namazı, oturarak kılmağa başladılar.
Peygamberimiz, onlarm böyle yaptıklarım görünce : «Biliniz ki, Namazlarını oturarak kılanların Namazı, Namazlarını, ayakta dikilerek kılanların Namazının yansıdır!» dedi.
Bunun üzerine, Muhâcirler, Namazlarım, güçlükle ayakta durarak kılmağa çalıştılar (4).
Müşrikler ve münâfıklar : «Yesrib’in Hummâsı, onlan perişan etti!» demeğe başladılar (5).
Yine, Hz. Âişe der M : «Ebû Bekir ve azadlı köleleri Amir b. Fühey-re üe Büâl-i Habeşî, bir evde birlikte otururlardı.
Hummâya tutuldular. Onlan, yoklamak üzere evlerine girdim — ki bu girişim, bize örtünme ve kapanma hükmü tatbik edilmezden önce idi — hepsi de, hastalığın şiddetinden dolayı Allâh’dan başkasını bilemiyor, ta-myamıyordu.
Ebû Bekir’in yanma sokuldum. Ona : (Nasıl oldun babacığım?) dedim.
O, kendi kendine :
(Âüesi içinde sabahlayan herkese ölüm, papuçlannın bağından daha yakın!) beytini söyledi.
(Vallâhi, babam, ne söylediğini bilmiyor.) dedim.
Sonra, Amir b. Füheyre’nin yanma yaklaştım.
(Ey Amir! Nasıl oldun?) diye sordum.
O da :
(Ben, ölümü, tadım tatmadan önce buldum.
Korkaklara ölüm de, üst tarafından gelir.
Olanca kuvvetiyle savaşıp duran kişi Boynuzuyla kendini bir öküz gibi korur.) kıt’asını söyledi
(Vallâhi, Amir, ne söylediğini bilmiyor!) dedim.
Büâl-i Habeşî ise, Hummâ nöbeti geçince, evin avlusunda uzanıp yatmıştı.
Sonra, sesini yükseltti ve :
(Mekke’de ızhır, Celîl otlan ortasında Ben ki, bir gece daha geceler miyim aceb ?
Varır mıyım Mecinne sularının başına?
Görünürler mi Şâme, Tafîl dağı bir daha?) diyerek Mekke’ye olan özleyişini düe getiriyor, (îbn-i Hanbel’e ve Buhâ-rî’yegöre) :
(Allâhım! Şeybe b. Rebîa’ya, Utbe b. Rebîa’ya, Umeyye b. Halef’e lânet et.
Onlar, bizi yurdumuzdan çıkardılar. Vebâ yerine attılar!) diyordu. Onlardan işittiklerimi Resûlullâh’a anlattım ve : (Hummâ’nın şiddetinden akıllarını kaybediyorlar da, sayıklıyorlar!) dedim.(5) Diyar Bekri • Hamîs, c. 1, s. 395.