Ankara Evliyaları

abdürrahîm-i merzi- fonî; Sultan İkinci Murâd Han devri âlim ve velîlerin-den olup, Abdürrahîm-i Rûmî olarak da bilinir. 1385-1390 (H.787-793) yıl-ları arasında doğduğu tah-min edilmektedir. Asıl adı Abdürrahîm Nizâmed- dîn’dir. Babası Sarı Daniş- mend adıyla tanınan Emir Aziz Efendidir. Merzifon’da dünyâya geldikleri için Merzifonî ve şiirlerinde “Rûmî” mahlasını kullandı-ğı için “Rûmî” lakapları ile şöhret buldu. 1465 (H.870)de Merzifon’da ve- fât edip oraya defnedildi.
İlk tahsilini babasından ve memleketindeki diğer âlimlerden aldı. Küçük yaş-tan îtibâren sanat ve kültür yönü fevkalâde gelişti. Bu sırada Osmancık’ta müder-rislik yapan Akşemseddîn ile dostluk ve arkadaşlıkları çok ileri idi. Bu iki dost dev-rin en büyük âlimlerini ta-nıyarak onlardan feyz al-mak ve tasavvuf yolunda ilerlemek istiyorlardı. Ak-

Uzun yıllar müderrislik yaptığı Merzifon Çelebi Sultan Medresesi’nin fttlpl vo üzerinde bulunan saat kulesidönmüştü. Kalpleri İlâhî aşkla çarpan bu iki genç bir süre sonra Şeyh Zeynüd- dîn Hafî’den ders almak üzere Mısır’a doğru yola çıktılar. Ancak Haleb’e gel¬diklerinde Akşemseddîn gördüğü bir rüyâ üzerine kendisinin mânen Hâcı Bayrâm Velî’ye bağlı oldu-ğunu söyleyerek geri Anka¬ra’ya döndü.

Şeyh Zeynüddîn-i Hafî, menkıbeleri Anadolu’da ağızdan ağıza dolaşan, bü-tün İslâm ülkelerinde saygı ile anılan büyük bir Türk bilgini ve tasavvuf âlimi idi. Horasan’ın Haf kasabasın-da doğduğu için Hafî adıy¬la anılırdı.
Abdürrahîm Merzifonî, Mısır’da Şeyh Zeynüddîn-i Hafî ile buluşup ona can-dan bağlandı. Hocasının sevgisini kazanarak tevec-cühlerine kavuştu. Onun mânevî himâyesi ve terbi-yesine girdi. Şeyh Zeynüd- dîn’le berâber Horasan’a hocasının memleketi olan Haf’a gitti. Tasavvuf yolun-
(in bulunanlara has terbiye yolunda giden ve bu yoldan
usulleriyle, mânevî ma- başkasına yüz çeviren, ça-
kfimlara kavuştu. Bu yolun lışmasında ciddî ve samîmî
vn/îfeleri ile meşgûl olarak olan, irâdesi tam bir mübâ-
ytikselip, kemâle geldi. rek oğul ki Emir Azîz-i Rû-
Hocası, kavuştuğu mâ- mî’nin oğlu Mevlânâ Nizâ-
ııovî makamlara ve hâllere meddîn Abdürrahîm’dir. Al-
onu da çıkardıktan sonra lah onu tarîkatinde istikâ-
icâzet, diploma verdi. met üzere gitmesinde sâbit
Şeyh Zeynüddîn Hafî, kılıp devamlı eylesin.”
Abdürrahîm Merzifonî’de Hocası ayrıca Abdürra-
gördüğü çalışkanlık, kabili- hîm’e Vesâyâ-yı Kudsiyye
yet, doğruluk, sadâkat ve kitabını ve Şihâbüddîn-i
bağlılığı 1428 yılında He- Sühreverdî’nin (r.aleyh)
rat’ta verdiği icâzetnâme- Avârif-ül-Meârif ve İ’lâm-
sinde şöyle anlatmaktadır: ül-Hudâ kitaplarından ders
“Hamd ü senâdan sonra okutma iznini verdi. Bun-
şunu söyliyeyim ki: Velîlerin dan sonra, doğru yolun

Cami-i Cedid Mahallesinde bulunan kabri
Gerçekten şeyhinin “Aşk ateşi” diye övdüğü Abdürrahîm hazretlerinin kalbi İlâhî aşkla dopdoluy- du. Yanık ve içli şiirler söy-lerdi. Zaman zaman;
“Tövbe yâ Rabbî! Hatâ yo-luna gitdiiklerüme,
Biîüp itdüklerüme, bilme- yüp itdüklerime.” diyerek gözlerinden yaşlar döker, kalbi Allahü teâlânın korkusundan titrerdi.
Abdürrahîm hazretleri-nin Merzifon’a gelmelerin-den sonra burası ülkenin dört bir tarafından feyz al-mak ve ilminden istifâde et-mek isteyenlerin akınına uğ¬radı. Bunu duyan İkinci Mu- râd Han, ilminden daha ge¬niş bir kitlenin faydalanma¬sını sağlamak üzere kendi¬sinden Merzifon’daki Çelebi Sultan Mehmed Medrese¬sinde müderrislik yapması¬nı istedi. Kabul buyurunca, beş akçe ile müderris tâyin etti. Daha sonra, 1439 yılın-da yevmiyesi, üç akçe ilâve ile sekiz akçeye çıkarıldı.
Bâzı kimseler şeyhin müderrislik görevini ve tâ-yin edilen ücreti kabul et-mesini onun dünyâya olan rağbeti şeklinde yorumla-dılar. Buna karşı Abdürra- hîm hazretlerinin cevâbı:
“Çeşitli eller yerine bir el tuttuk. Bu lokma ile nef¬sin ağzını kapattık.” oldu.
Tasavvuf yolunda bulu-nanlar, yedikleri, içtikleri şeylerin ve kullandıkları eş- yânın helâl olmasına çok dikkat ederlerdi. Pekçok kimse, helâl olduğu şüphe-lidir diye, sultanlardan ge-len hediye ve ihsânları ka- bûl etmezlerdi. Kabûl etse-ler de, fakir ve yoksullara dağıtırlardı. Sultan İkinci Murâd Han, her şeyiyle âdil bir sultan olduğundan; Abdürrahîm bin Emir Mer-zifon? ondan maaş almakta mahzur görmedi.
1465 yılında vefâtına kadar pekçok talebe yetiş-tirdi. Talebelerinin içinde zamânının meşhûr şâirleri de vardır.
Abdürrahîm hazretleri-nin mübârek kabirleri, Mer-zifon’da Câmi-i Cedîd ma-hallesi Eren sokağındadır. Halen halk tarafından ziyâ- ret olunmakta mübârek rû- hu vesîle edilerek cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyâzda bu-lunulmaktadır.
1) Mesnevî-i Murâdiyye (Kemâl Ya¬vuz, Atık. 1982)
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.ll, s .43
4) Sefinetü’l-Evliyâ; c.l, s.27l
5) Osmanlı Müellifleri; c.l, s.43
6) Şeyh Abdürrahîm Rûmî (Berin Ta¬şan, İzmir 1975)
ali hâfız; Amasya’da yeti-şen velîlerden. 1892 sene-sinde Bayburt’un Hart kö-yünde doğdu. Tahsîl çağı-na geldikten sonra ilim tah-siline başlayarak Bay-burt’ta Eşref Efendinin derslerini tâkib etti. Sonra Hâfız İbrâhim Efendinin ta-lebesi oldu ve ondan icâ- zet, diploma aldı. İnsanlara doğru yolu göstermek için önce Amasya’nın İlyas kö-yüne, sonra da Karasenir
köyüne yerleşti. Burada otuz sene kadar imâmlık yaptı. Bu yüzden Amasya civârında Karasenirji Ali Hâfız olarak tanındı. Ömrü-nün sonlarına doğru Şam- lar türbesinin yanındaki câ- mide imamlık yaptı.
Güzel ahlâkı, yumuşak-lığı, merhameti ile tanınan Ali Efendi, senelerce Amasya ve köylerinde yap-tığı sohbetlerle sevenlerine doğru yolu, güzel ahlâkı anlattı. Fitnecilerin şikâye-tiyle birkaç defâ tutuklandı ise de; “Biz siyâset ile uğ-raşmayız. Biz insanlara gü-zel ahlâkı anlatırız” dediği için serbest bırakıldı. Amasya ve köylerinde İs-lâm dînini anlatarak müslü- manların îmânını korudu.
‘ Gözü çok yaşlı idi. Üm- met-i Muhammed’e olan aşırı merhametinden çok ağlardı. Âhirette kurtulma-ları için çok duâ ederdi. Sohbetlerinde Ehl-i sünnet büyüklerinden nakiller ya-pardı. Kur’ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Talebeleri ile baba-oğul gibi idi. “Evlâ-dım benim ile sizin aranız-daki fark, benim yaşlı, sizin genç olmanızdır.” derdi.
Çok cömertti. Bir lokma-sı olsa talebeleri ile berâ- ber yemek isterdi. Çocukla¬rı çok severdi. Onları karşı¬sına alır, tatlı tatlı sohbet eder, îzâhât verirdi. Dünyâ malına hiç değer vermezdi. Maaşını olduğu gibi hanı¬mına verirdi. Talebelerine, sevdiklerine hanımlarına karşı çok yumuşak davran¬malarını, onların hukukunu iyi gözetmelerini, merha¬metli olmaları gerektiğini sık sık anlatırdı.
Ali Hâfız, sohbetine ge-len herkesin seviyesine, mesleğine, aklına göre soh¬bet ederdi. Sohbetine ge¬lenler onu severek ayrılırdı. Birgün başı ve kolları açık bir hanım, Samlar Türbe¬sinde iken ziyâretine geldi. Amasya târihi üzerine ken¬disinden bilgi öğrenmek is¬tedi. Ali Hâfız, istenen bilgi¬leri gayet açık ve teferruatlı bir şekilde anlattı. Hanım çok memnun olup, teşek¬kür ederek ayrıldı. Ayrılıp giderken orada bUunan bir şahıs arkasından hafifçe tü¬kürdü. Bu hareketi gören Ali Hâfız çok üzüldü ve; “Neden böyle yaptın. O da Allahü teâlânın kuludur. O kadın îmânlı idi. Allchü 1:e- âlâ bizi benlik tuzağından kurtarsın.” dedi.
Talebelerinden biri vefât etti. O zâtın çocukları duru¬mu Ali Efendi’ye bildirmek için bir haberciyi türbeye yolladılar. Habere daha tür¬benin kapısına geldiğinde hoca efendiyi gördü ve bir şey söylemeden Ali Hâfız; “Ziyâeddîn Efendi vefât etti. Onu mu haber vermeye geldin?” diye sordu. Haber¬ci; “Evet efendim” deyince; “Hemen geliyorum.” dedi.
Ali Efendinin üçüncü oğlu Necâtî, âni rahatsızlık-tan hastâneye kaldırıldı ve ameliyat sonrası kurtarıla-mayarak vefât ett. Vefât haberini vermek üzere t>âzı talebeleri Ali Hâfız’ın yanı¬na gittiler, fakat bir şey söy- leyemediler. Ali Efendi on¬lara; “Hepimizin âkıbeti bu. Bundan kurtuluş yok. Ne- câtî’nin vefât ettiğini niçin söylemiyorsunuz?” dedi. Orada bulunanlar hocaları¬nın bir kerâmetini daha görmüş oldular. Oğlunu bizzat kendisi yıkayıp, na¬mazını kıldırıp defnetti.
Ali Hâfız ile aynı devirde Gümüş kasabasında yaşa-yan Garip Hâfız (İbrâhim Hakkı) isminde bir zât vardı. Bu zâtla sık sık görüşürdü. Garip Hâfız ikindi vaktine kadar ziyâretçi kabûl etmez¬di. Birgün Ali Hâfız talebele¬ri ile Garip Hâfız’ın ziyâreti- ne gitti. Vakit ikindiden ön-ce idi. Ali Hâfız, kapıda bek-leyen talebeye; “Evlâdım! Garip Hâfız’a geldiğimizi haber ver.” dedi. Talebe; “Efendim geleceğinizi söy-ledi sizi bekliyor.” dedi. İki zât uzun süre sohbet ettiler. Orada bulunanlar konuşu¬lanlardan hiçbir şey anlaya¬madılar. Zîrâ onlar birbirle¬rinin derecesine göre konu-şuyorlardı.
Ali Efendide nefes dar-lığı hastalığı vardı. Yeşilır- mak kıyısında yetişen bir bitkinin yapraklarını kıyar, tütün gibi yapıp sarar içer-di. B.irgün nefes darlığın-dan rahatsız olup yattığı sırada, talebeleri ve se-venleri onu ziyârete geldi.
O hemen ayağa kalkıp on-larla sohbet etti. Onun bu hâlini gören hanımı; “Efendi! Ben senin hasta-lığına inanmıyorum.” de¬di. Ali Efendi de; “Hanım… Hanım!.. Onlar geldiğinde Allahü teâlâ bana bir şevk veriyor, hemen ayağa kal-kıyorum, sıhhat buluyo-rum.” dedi.
Talebelerinden biri, Ali Hâfız’ı görmeden önce elinde saz, köy köy dolaşıp, saz çalıp söylüyordu. Bu zât birgün, Ali Efendinin is-mini duyup, onun yanına gitti. Aklında arz edeceği bâzı sualleri vardı. Mütevâ- zı bir şekilde onu karşıla¬yan Ali Hâfız onunla soh¬bete başladı. Söyleyecekle¬rinin hepsini unutan o zât, oradan ayrılınca, soracağı sualleri tekrar aklına geldi.
O zaman Ali Hâfız’ın mübâ-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

şuraya dikelim.” dedi. O akrabalarından izin alıp,
talebenin îtirâz etmek hiç buraya defn edersiniz.”
âdeti olmadığı hâlde o dedi. Fidanları söküp baş-
gün; “Efendim! Burası iyi- ka bir yere diktiler. Aradan
dir.” dedi. Ali Hâfız; “Bu fi- bir süre geçince rahatsızla-
danları buradan sökelim nan Ali Hâfız, doktor geti-
şuraya dikelim.” deyince, rilmesini istedi. O talebe
talebesi tekrar; “Hocam hocasının yüzüne doktora
buranın yeri iyidir, etrafı ne lüzum der gibi bakınca;
boştur.” dedi. Bunun üzeri- “Allahü teâlâ sebepler halk
ne Ali Hâfız; “Evlâdım! Al- eder. Sebebe yapışmak lâ-
lahü teâlâ yakında vefât zım.” dedi. Doktor gelip
edeceğimi bildirdi. Benim muâyene ettikten sonra bir
yerim burasıdır. Vefât etti- şey yok deyip gitti. Gece
ğimde türbede yatan zâtın yarısına doğru Kelime-i şe-

Amasya Büyükağa Medresesi

 

hâdet getirerek vef.İ: etti (1957). Vefât ettiğinde alt-mış beş yaşında idi. Dediği yere defnedildi.
Vefatından dört | sene sonra talebeleri kabrini yaptırmak için açtılîir, Bu esnada birkaç kerpiç düştü ve içerisini gördüler Nâşı hiç bozulmadan, defnedil¬diği günkü gibi duruyordu. Alnında hafif bir ter vardı. Bir talebesi başından saka¬lına kadar sıvazladı. Kabir yapıldıktan birkaç güri son¬ra, talebe rüyâsında /|lî Hâr fız’ı gördü ve ona; ‘Âşık
beni incittin.” dedi.
Talebelerinden biri ra-hatsızlandı ve sol göğsün-de bir sancı peydâ oldu. Gece rüyâsında Ali Hâfız’ı gördü. Ali Hâfız bir beze kahve döküp, yakı gibi göğ¬süne sardı Sonra onu bir güzel yıkadı. Sabah uyan¬dığında ağrı ve sızının kal¬madığını gördü. Hocasının bereketi ile.şifâya kavuştu.
Ali Hâfız Efendi sohbet-lerinde buyururdu ki:
“Muhabbet edene mu-habbet edilir. Seven sevilir. Unutmayan unutulmaz.”
“Ömür geçiyor. Gâfil ol-mayın. Ömrü, Allahü teâlâ- nın zikri ile kıymetlendirin.”
“Büyükleri tanıyan bir zâtın merhametinden, cö-mertliğinden, yumuşaklı-ğından, güzel ahlâkından herkes istifâde etmelidir.”
“Peki deyin, îtirâzcı ol-mayın.”
Sohbetlerinde hocasın-dan nakille buyururdu ki:
“Ölümden korkuyor ve hazırlığımız yok diyorsak ne duruyoruz? Ne yapacak¬sak bir ân önce yapalım. Yarın, vakit, fırsat elverir mi, bunu bilmiyoruz. Gi¬den günler semâye-i ömür¬den gidiyor. Sonra bu ser¬mâye âniden tükenir de ha¬berimiz bile olmaz!”
, “Nefsimizin alıştığı zevklerine erişmek için bizi şeklen olan bir pişmanlıkla aldatıp duruyor. Nefis düş-mandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değil-dir.”
“Cebrail aleyhisselâm dört bin senede iki rekat namaz kıldı ve; “Benim kıl-dığım namaz gibi bir na¬maz kılan var mı?” diye dü-şündü. Bunun üzerine Alla¬hü teâlâ; “Muhammed üm¬metinin her türlü kusurla, noksanla kıldıkları iki rekat namaz, ind-i İlâhîde, senin kıldığın bu iki rekat namaz¬dan daha çok hayırlı ve makbuldür. Çünkü sana, böyle bir namaz kıl diye emretmedim. Onlara em-rettim ve mükellef tuttum. Onların emre uymaları se-bebiyle kıldıkları ve kılacak-ları namaz bana çok sevim-li ve makbûldür.” buyurdu. İşte emre uymak böyle bü-yük bir şereftir.”
“Kalp üç şeyle hayat bulur: 1) Dünyâyı sevme-mek, 2) Allahü teâlâyı çok zikretmek, 3) Allahü teâlâ- ya yakın olmak. Kalp dört şeyle ölür: 1) Nefsin arzû ve isteklerini yapmak, 2) Şeytana uymak, 3- Dünyâ-ya dalmak; âhireti, ölümü unutmak, 4- Kötü düşünce-lere sâhib olmak.”
1) Sohbetnâme

amasyalı sev
Anadolu’da yeii hûr velîlerden. Seyyidüddîr) A tî’dir. Amasyalı ğum târihi bili dir. 1533 (H.İ340 Amasya’da Vefâît Küçük yaşta ne başladı. İpin lerinde mütehi Mânevî feyzi e re arzusu ile yjmıp du. Tam bu sır vetî
nın ve Hal büyüklerinden bîb-i Karamân Amasya’ya gelr irşâda, yetiktim mıştı. Her tara ler huzûruna Bereketli sphb le bel erin d Ünye ri azalıyor, âhi yorlardı.
Şeyh Sdyyk dığı mürşid, yo bulmanın heye gâha koştu ve I dan bağlartdı. ve muhabbîti s sa zamanda y celere kavuştu. Habîb-i Ka- ramânî hazretlerinin baş halîfesi oldu, sonra Seydî Halîfe ünvânıyla anıldı.
Seydî Halîfe, hocasının vefâtından sonra onun yeri¬ne geçip, insanlara hak ve hakîkati anlattı. Allahü teâlâ- nın dîninin emirlerini öğre-tip, yasaklarından sakındır¬mama meşgûl oldu. Devam¬lı olarak haram ve şüpheli¬lerden kaçınırdı. Hattâ nef¬sin istemediği şeyleri yapa¬rak onu terbiye etmeye çalı¬şırdı. Geceleri devamlı ola¬rak ibâdet etmekle, namaz kılmakla ve gündüzleri oruç tutmakla meşgûl olurdu.
Kerâmetler sâhibi olan Seydî Halîfe’nin vefâtı ânında yanında bulunan, güvenilir bir kimse anlatır: “Rûhu bedenden ayrılmak üzere iken, Cennet-i âlâda kendi yüksek makâmını gö-rüp, bir an evvel kavuşmak aşkı fazlalaştı. Allahü teâlâ- ya; “Rûhumu hemen kabz edip, geciktirmeden beni o yüce makâmına ulaştır.” diye duâda bulundu. Seydî

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bahşf halîfe

 

Halîfe’ye gördüklerini sor-duğunda; “Cepnet-i âlâda hûrîler ve gılnrıânlar bana makâmıımı gösterip, Allahü teâlânın benirnl için hazırla-dıklarına dâyet ettiler. Onun için o tarafa yönel-dim.” diye buyurdu ve rû- hunu teslim etti.
Seydî Halîfe, Amas¬ya’da Mehmeçi Paşa imâ- retinin avlusunda, hocası Şeyh Habîb-i Karamânî’nin kabri yanına defnedildi.
î) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi
(Mecdî Efendi),
2) Sicilli Osmânî,
3) Amasya Târihij\C.l, s.243
bahşî halife; Anadolu’da yetişen velîlerden. Akbilek Bahşî Halîfe adıyla tanınır¬dı. Amasya’ya bağlı Taşo-va’nın Uluköy (Sonusa) ka-sabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
Önce, memleketinin âlimlerinden ders aldı. Sonra da zamanının büyük âlimlerinden illim tahsîl etti. Daha fazla bifgi sâhibi ol-mak maksadıyla Arab ülke-lerine gitti. Burada İmâm-ı Celâleddîn Süyûtî, Şeyhü-lislâm Zekeriyyâ Ensârî, Şemseddîn Muhammed Sehâvî gibi büyük âlimler-den de çeşitli dînî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca tasavvuf büyükleriyle görüştü. Onla-rın sohbetlerinde mânevî hâllere ve makamlara yük-seldi.
Çok fazla zühd ve takvâ sâhibi idi. Yâni dünyâya düşkün olmayıp haramlar-dan çok sakınırdı. Dînî ilim-leri iyi bilirdi. Devamlı nâfi- le namaz kılar ve oruç tu-tardı. Kanâat sâhibi olup, az bir dünyâlıkla idâre ederdi. Sert ve kalın elbise-ler giyerdi. Fıkıh ve tefsîr ilimlerinde söz sâhibi idi. Tefsirlerin çoğunu ezbere bilirdi. OsmanlIlar zamâ- nında yetişmiş İslâm âlim-lerinin en büyüklerinden olan Müftiy-üs-sekaleyn İbn-i Kemâl Paşa, Bahşî Ha- lîfe’den tefsîr ilmi okuyup, hadîs-i şerîf öğrenen âlim-lerdendir. Tefsîr, hadîs ve fı¬kıh gibi yüksek dînî ilimleri

Bahşi Halîfe’nin türbesi

talebelere okuturdu. Ayrıca döküldüğünü söyledi. Ce-
İnsanlara vaaz ve nasihat mâat arasında bulunanlar-
eder, din ve dünyâ saâdet- dan birinin kalbine, bu na-
lerinin yollarını gösterirdi, sil olur diye bir düşünce
İlmî sohbetlerinde bâzı geldi. 0 zaman Bahşî Halî-
âyet-i kerîmelerin faziletleri fe kollarını sığayarak dir-
hakkında söylediği sözler seklerine kadar havaya
için; “Levh-i mahfuzda kaldırdı ve; “Böyle olur.”
böyle yazılı olduğunu gör- dedi. Cemâat, Bahşî Halî-
düm.” der ve îzâh ederdi, fe’nin kollarından nûr fış-
Bu şekildeki cevaplarında kırdığını gördü. Bu yüzden
hatâ ettiği hiç görülmedi. Akbilek lakabı verildi.
Bir gün câmide vaazın- Bahşî Halîfe, kırk sene
da abdest almanın fazîlet- müddetle ilmin yayılması-
lerini anlatırken, alınan ab- na çalıştı ve pekçok âlim
dest suyu ile günahların yetiştirdi. Halvetî tarîkatı-
bahşî halîfe
I

na mensûb idi. Tarîkatte hocası Cemâl-i Halvetî’nin halîfelerinden Muhyiddîn bin Muhammed Efen- di’dir. Resulıillah efendi¬mizle rüyasında sohbet ederdi. Rüyalarını ve Pey¬gamber efendimizle olan sohbetlerin) anlatan ve bir benzeri olrr ayan çok güzel bir risâle yazmıştır. Akbilek Bahşî Halîfe’nin yazdığı eserler basılmamıştır. Bâ- zıları şunlardır: 1) Mi’râc- ül-Ulâ fi Tefsiri Sûret-il-İs- râ, 2) Teııbîh-ül-Gabî fî Rü’yet-ln-l’İMbî.
Bahşî Halîfe 0) senesinde vefât etti. Eğitiminin ilk lek hazretlerinin kabri başında yapılarak başlanırdı. Âlimler dînî meselelerden halledeme¬dikleri mevzularda Bahşî Halîfe’nin kabrini ziyâret edip, râbıta yaparak ce-vaplarını alırlardı.
Akbilek Bahşî Halî-femden başka, Bahşî Halîfe adında iki âlim daha var¬dır.
Birincisi; Kastamo-nu’nun Küre kasabasından olup, müderristir. Sultan İkinci Selîm’in şehzâdeli- ğinde hocalık yapmıştır. 1544 (H.951) senesinde ve-fât etmiştir.
İkincisi; Balıkesir Kızılca- tuzla’dan olup, 1537 (H.944)’de Trablusşam kâ- dısı oldu. Daha sonra Ku¬düs kâdılığına getirildi. 1558 (H.966)- senesinde dürzîler tarafından şehîd edildi.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.411
2) Sicilli Osmânî; c.2, s.9,10
3) Osmanlı Müellifleri; c,l, s.211
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s .306
fevzi baba; Amasya’daki rufai şeyhlerinden. Es Sey- yîd Abdullah Haşimi’nin mürididir. Merzifon, Har-manlar Mahallesi Harman-lar Caddesi, Aşut Sokak ki şimdiki kabrinin olduğu yerde iki katlı tekkesi de vardı. Dervişleri arasında Mahsen mahallesinden Ali Şeyh, Tatar, Hacı Cemil Ho-ca, ayakkabıcı Abbas usta ve kardeşi Rasim, ayakkabı¬cı Aziz usta gösterilebilinir.
Cehri zikir çekerlerdi. Halk arasında birçok men- kîbesi anlatılır.
1899 doğumlu Mayalı Usta (Abdulmuttalip Taş-köprü) küçük bir çocukken Fevzi Baba vefat ediyor. Ve¬fat etmeden önce kendisi¬nin evliyadan olduğuna inamlmadığı sebebiyle olsa gerek etrafındakilere:
“Benim kabrimi bir se¬ne sonra açacaksınız. Eğer sakalımdan bir tane kıl ko-parabilirseniz beni istediği-niz yere gömün. Kopara-mazsanız üzerime türbe is-terim diye vasiyet ediyor.
Bir sene sonra münadiler Fevzi babanın kabri açıla-cak diye ilan ediyorlar. Her-kes toplanıyor. Mayalı usta da küçük bir çocuk olarak milletin ayaklarının arasın-dan olaya şahit oluyor. İmam kabri açınca ne gör-sün! Mübareğin tek bir azası çürümemiş; tıpkı yeni vefat etmiş gibi duruyor. İmam Fevzi babanın sakalı-nı tutup çekiyor. Sakalıyla birlikte çenesi de oynuyor ama bir telini koparamıyor-lar. Bu olayı Mayalı ustanın yetiştirdiği demirci ustala-rından olan Demirci Cemil Tunç usta rivayet etti.
Cumhuriyetten sonra Merzifon’da kaymakamlık yapan İbrahim Altıok bu gi-bi hurafelerin yıkılması la-zım” diyerek o zamanlar iki katlı olan türbenin üst katını belediyeden Halit Çavuş’a yıktırtıyor. Akşam paydos¬tan sonra oraya gelen der¬vişlerinden Ali şeyh sandu¬kaya bastonuyla vurarak:
“Bizden sana bi hayır yok, kendi başını kendin
gani bal

kurtar. Yo radan ko gece ne Gece yar ce kıyafı vuş’u bu
“Amc I senden ı ! dan kurt yıkımı o
Çevri adıyla c orayla il rekli ilgi ni söylü
!
gani b
Anadol mak içi

arın seni bu- r diyor. O lysa oluyor, ymakam ge- Malit Ça-
13’l’Ml
çavuş, ipe olursa 3eni o adam- clijye yalvararak burduruyor, er Deli Ferhat n kimsenin :liğini ama ge- öştejrilmediği- lar.
i»jj Horasan’dan ı slâmiyeti yay- gazi derviş-

lerdendir. İsmi Şeyh Ab- dülganî el-Halveti olup böl-gede Gani Baba diye meş-hurdur. Bahar aylarında zi¬yaretçi akınına uğrar. Ziyâ- retçiler tarafından koçlar, koyunlar kesilip, eti fakirle¬re dağıtılır. Sevabı Gani Babaya hediye edilerek dualar edilir. Kabri Amasya Suluova’ya bağlı Saygılı köyünün altında Tersakan Irmağının kenarındadır.
garip hâfız; Anadolu’da yetişen velîlerden. 1903 (H.1321) senesinde Erzu-rum’un Cedid mahallesin¬de doğdu. İsmi, İbrâhim Hakkı’dır. Babası Bezzaz Mustafa Efendi, Dedesi Süvari Albay Hacı Mehmet Efendidir.Erzurumlu İbrâ¬him Hakkı hazretlerinin neslindendir. Soy kütüğü ve aile mühürleri Rus sa-vaşı sırasında kaybolmuş¬tur. Anne tarafından dede¬si Hacı Mâhir Efendi, Rıfâî tarikatı şeyhiydi.
Garip Hâfız, küçük yaşta her bahar annesi ile birlik-
te dayısının yanına Erciş kasabasına giderdi. Bura¬ya yakın olan Tortum Şelâ¬lesi kıyısında akranları ile oynardı. Bir gün yine şelâ-lenin kıyısında oynarken, bir bektaşî dedesi gelerek, çocuklara; “Buradan aşağı atlayabilir misiniz?” diye sordu. O zamanlar beş ya-şında olan Garip Hâfız; “Ben atlarım.” diyerek yu-karıdan şelâlenin döküldü-ğü yere atladı. Allahü te- âlânın yardımı ile suya değmesi ile top gibi sıçra-yarak kenara düşmesi bir oldu. Şelâlenin yanındaki keçi yolundan yukarı çıktı. Hâdise karşısında dehşete kapılan bektâşi dedesi kor-kusundan hızla uzaklaşıp gitti.
Garip Hâfız, Erzurum’da Mustafa Niyâzi Efendiden Kur’ân-ı kerîm dersi aldı ve ezberledi. Hacı Ahmed Efendiden hat sanatını öğ-rendi. Kur’ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Mustafa Ni-yâzi Efendi, Garip Hâfız’ı talebeliğe kabûl etmeden önce istihâreye yatmasını ve rüyâda ne gördüğünü söylemesini istedi. Rüyâ- sında hocası Mustafa Ni- yâzî Efendi elinden tutarak câmiye götürdü. Câminin içerisinde on iki âlim yarım dâire, halka kurup otur-muşlardı. Mustafa Niyâzi Efendi câmideki âlimlere; “Efendiler bu çocuk kırâat ilmini öğrenmekte talebe olmak ister. Ne buyurursu-nuz?” diye sordu. Onlar; “Oku Hâfız! Oku!” dedi. Er-tesi gün Garip Hâfız rüyâsı- nı Mustafa Niyâzi Efendiye anlattı ve ona talebe olarak kırâat ilmini öğrendi. On iki yaşına geldiğinde annesini kaybeden Garip Hâfız, Er-zurum’dan Sivas’a gitti. Burada Kazancızâde Emin Edip Efendinin sohbetleri-ne devâm etti ve ondan feyz aldı. Sivas Dâr-ül-mu- allimîn okulunda Arapça ve Kur’ân-ı kerîm hocalığı yaptı.
Sivas’tan Merzifon’un Gümüş kasabasına gelerek Halîliye Medresesinde ders
vermeye başlayan Garip ne murâd ederlerse, sor-
Hâfız, senelerce güzeli ahlâ- madan cevâb alırlardı, kı müslümanlara öğretti. Hazret-i Muâviye efen-
Garip Hâfız; çok kibar, nâzik dimize buğzeden üç kişi
ve yumuşak idi. Kimseyi Gümüş’te sohbetine geldi,
katiyen incitmezdi. Birisi- “Efendi! Muâviye hakkında
nin hatâsını görse onu baş- ne buyurursunuz?” diye
ka yollardan duyurur; “Sen sordular. Garip Hâfız;
böyle yapıyorsun.” diyerek “Hazret-i Muâviye sahâbe-
yüzüne vurmazdı. İbâdetle- dendir. Sevenler selâmet-
rini çok gizli yapard Dîkka- tedir. Aleyhinde bulunanlar
ti çeken her şeyden sakınır- azaptadır. O, sahâbenin bü-
dı. Son derece edepli, haya yüklerindendir. Resûlullah
sâhibiydi. Sohbetlerinde efendimizin hadîsleri ile
kimseyi sıkmazdı. Bütün övülmüştür. İmâm-ı Hüse-
hayâtını diz üstü oturmakla yin efendimizin şehâdetine
geçirdi. Sohbetine gelenler sebeb olan Yezid dahi son

Avlusunda medfun bulunduğu Haliliye medresesi
NEFSİNİ TANIYAN…
Taşovalı Kadir Hâfız bir gün iki arkadaşı ile ziyâretine geldi ve; “Efendim! “Nefsini tanıyan, Rabbini tanır.” ha- dîs-i şerîfi üzerine sohbet buyurursanız, memnun oluruz.” dedi. Garip Hâfız; “Evlâdım! Bu makam çok yüksek bir ma¬kamdır. Siz şerîatin emirleri ile iktifa edin. Basamak basa¬mak çıkın bu makâma.” dedikten sonra şu beyitleri okudu: Sür çıkar ağyân dilden tâ tecellî ede Hak Pâdişâh saraya konmaz, hâne mamûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan “Mûtû katle en temûtû” sımna mazhar olan Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan Biz ricâlız, gelmişiz kim gör ezelden tâ-ebed.
İçmişiz aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan Bir acîb aşka düşmüş yanar şems-i müdâm Hakka makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan.
Daha sonra; “Bazıları, kendisi bu halde, bu makamda olmadıkları halde, buralardan söz ederler. İnsana faydalı olan iki türlü ilim vardır. Biri ilm-i diyânet, diğeri ilm-i tebâ- bettir.” dedikten sonra Kadir Hâfız’a dönerek; “Sen o gün görürsün, o vakitte dağlann paramparça olduğunu.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. O zât içinden; “Ben nefs- den sual arzettim. Efendi bana dağlann yıkılacağından bah-setti.” diye geçirirken, Garip Hâfız; “Nefs dağı, görmüş ol¬duğun dağlardan kavidir, kuvvetlidir. Nefs dağlarının parça¬lanması ile dosta kavuşma yolları açılır.” buyurdu.
nefesinde îmânını muhâfa- za edebildi ise, onun hak-kında bile kötü söylemek tehlikelidir.” buyurdu.
Garip Hâfız’ın ziyâretine gelen bir zât; “Hoca Efendi! Ben de sizin gibi olmak isti-yorum.” deyince;
NE BEYAZ DİŞLERİ VARDI ip Hafız bir sohbetinde şöyle anlatır: vlana Hazretleri, sıcak bir gün yanında talebeleri yormuş. Yollarının üstünde köpek leşi görmüşler, ler ama leş, ben deyim üç günlük, siz deyin beş Kurtlanmış; Kokmuş. Dayanılır gibi değil. Talebe- ı maşlahalarını – hani o peçe gibi yüze takılan ku- ıı- ağız ve burunlarına çekmişler. Amma koku yi- ayanılır gibi değil. Yollarını değiştirip leşten ve ko¬lan uzaklaşmak istemişler. Mevlana ise, maşlahını :len yoluna devam ediyormuş. Köpek leşinin yanı- ceye kadar yanında hiç kimse kalmamış. Tüm ta- <okudan kaçmış. /
ana Hazretleri ise, eğilmiş köpek leşine.. Uzun ıkmış. Ben deyim üç, siz deyin beş dakika incele- nra, yavaşça doğrulup, hiçbir şey olmamış gibi devam etmiş. Leşten epey uzaklaştıktan sonra, – n ulaşamadığı yerde- talebeler tekrar yaklaşmış¬ına. O ise, kendi kendine mırıldanıyormuş: Ne de işleri varmış diye.”

 

iatılsa otuza kırka jm vücûduma öyle
/erdi.
Hâfız, ömrünün doğru Merzifon’a m öğretmeye bu- devâm etti. 1976 senesinde Anka- t eden Garip Hâ- fız, Amasya’nın Gümüşha¬cıköy ilçesine bağlı Gümüş Nahiyesinde Halîliye Med-resesine defnedildi. Vefâtın- da mezarının üzerine türbe yapılmamasını vasiyet etti.
habîb ömerî karamâ-
nî; Anadolu’da yetişen bü¬yük velîlerden. Şeyh Ha-
Ib’in soyu, baba tarafın- ‘in hazret-i Ömer-ül-Fâ- lÛk’/ı ve anne tarafından hl/ıot-i Ebû Bekr Sıddîk’a Ulaşır.
Doğum târihi belli de-lildir. Niğde’nin Ortaköy kasabasında doğdu. İlktah- ifllne burada başladı. Sul¬tan Rükneddîn Medresesi¬ni! müderris oldu. Serh-i Akâid kitabını okuduğu sı¬ralarda, daha çok ilim tah¬lil etmek ve mâ nevî feyiz¬lere kavuşmak arzusuyla Iran taraflarına gitti. Orada bulunan Seyyid Yahyâ Şir- vftnî’nin dergâhına gelince, kapının önünde talebele¬rinden bâzısı ile karşılaştı ve onlara; “Şeyhiniz beni bir günde Hakteâlânın sev-gisine kavuşturabilir mi?” diye sordu. Talebelerinin önde gelenlerinden Hacı Hamza, onun bu suâline çok kızıp; “Senin bunda şüphen mi var?” diyerek öyle bir vurdu ki, Şeyh Ha- bîb’in aklı başından gitti, mun süre kendine geleme-di.
Bu durumu haber alan Seyyid Yahyâ hazretleri, hemen Şeyh Habîb’i çağır-tıp; “Dervişler gayretli olur. Sen onların kusuruna bak-ma ve sakın huzursuz da olma! Hem hüküm, senin îtikâd ettiğin, inandığın hâl üzeredir.” diyerek onu te-selli etti ve gönlünü alan güzel sözler söyledi. Ayrıca ona; “Şu pencerenin yanı¬na gidip otur, orada gör-düklerini gelip bize anlat!” diye emretti. Şeyh Habîb bu emre uydu. İşâret ettiği yere varır varmaz, hakîkat âleminin bütün sırları ken-disine açıldı. Melekler âle-minin nice manzaraları gözleri önüne serildi. O, bambaşka bir insan oluver-mişti. Kalbinde dünyâ sev-gisine dâir bir şey kalma¬mış, yüksek mârifetlere ka-vuşmuş, dergâha geldiğin-de gönlünden geçenlere erişivermişti. Bir anda fenâ makâmına yükseldi. Bu hâ-dise ile hocasının büyüklü-ğünü anlayan Şeyh Habîb, on iki yıl onun hizmetinde

Bahçesinde medfun bulunduğu Mehmed Paşa Camii

bulunarak, daha nice yük-sek hâllere kavuştu.
Sonra hocasından izin alarak Anadolu’ya geri döndü. Bir süre Ankara’da kaldı ve Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin nûrlu kabirle-rini sık sık ziyâret ederek çok feyzlere kavuştu. Ak- şemseddîn hazretlerinin sohbetlerine de devâm et¬ti. Kayseri’de Şeyh İbrâ- him ve evliyânın büyükle¬rinden Emîr-i Kayseri ile sohbetlerde bulundu.
Mekke-i mükerremeye gi derek Zeyniyye yolunun büyüklerinden Şeyh Ab- dülmu|’tî ile dostluğunu ilerletti. Bu büyükler sâye- sinde nice feyzlere kavuş- ‘ tu ve herbirinden pekçok istifâde etti.
Şeyh Habîb, takvâ ehli bir zât olup, dört mezhebe de riâyet ederdi. Üç defâ hacca gitti. Seyâhati çok severdi. Aydın, Sivas ve Anadolu’nun daha birçok şehrini gezdi. Bir ara İski-lip’te oturdu ve orada Ebüssü’ûd Efendinin baba¬sı Şeyh Muhyiddîn-i İskilîbi ile dostluk kurdu. Çeşitli ilimlerde derin ve ince bil¬gilere sâhipti. Çok kerâmet- leri görüldü. Hiç kimse, onun bir yere uzanarak ve¬ya dayanarak uyuduğunu görmemiştir. Yalnız hastalı¬ğının çok ağırlaştığı bir hâl¬deyken, bir yere dayandığı görüldü.
Sultan İkinci Bâyezîd Hânın şehzadesi Şehinşâh Bey’in nişancısı şöyle anla-tır: Şeyh Habîb ile berâber

Mehmed Paşa Camiinin mermer minberi
yiyemiyordum. Gönlüm¬den geçirdiğim bu düşün¬ceyi Allahü teâlâ, Şeyh Ha- bîb’in kalbine ilhâm edin¬ce, bana; “0 zavallı akrep bizim yanımıza geldi. Pey¬gamber efendimizin; “İki karayı (yılan ve akrebi) gör-düğünüzde öldürünüz!” hadîs-i şerifine uyarak, onu namazda iken öldürdük. Gönlünüzü meşgûl etme-sin!” dedi. (Namazda yılanı ve akrebi öldürmek namazı bozmaz.) Böylece zihnim-deki endişe ortadan kalk-mış oldu. Benim âdetlerim-den olduğu için, gönlüm-den geçirerek; “Eğer ye-mek helâl ise Bismillâh.”
akşam rannazını kılıyorduk. Bir akrep, secde yerinden geçip, sufııı bîr tarafına git¬ti. Ne öldüğünü bilemedi-ğimden aklım karmakarışık oldu. Namazda huzûrum kaçtı. Namazdan sonra ye-mek gelirdiler. Fakat akrep sanki te-ifamın içini soku-yordu. Hep onu düşünü-yordum, Bir türlü yemeği
orta anaç
diyerek yemeğe başladım. Bunun üzerine Şeyh Habîb; “Helaldir, şüphen olma¬sın!” dedi.
Habîb Ömerî Karamânî 1496 (H.902) senesinde Amasya’da vefât etti. Meh- med Paşa Câmiinin batı ta-rafında Nezir Mehmed Pa¬şa ile oğlunun kabirleri ara-sında defnedildi.
1) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.540
2) Şakâytk-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.282
3) Ostrnnh Müellifleri; c.l, s.58
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s .49
5) Lemezât; (Üniversite Kütüphânesi, No:1896) v.148
halkalı evliyâ; Amasya emiri Şadgeldi Paşanın to-runlarından Şâdî Beyin kızı Sâru Hatun. Türbesi Amasya Çeribaşı mahalle¬si sınırındadır. Türbenin orta yerinde bir sanduka vardır. Sâru Hatunun nâşı bu sandukanın altındaki mahzendedir. Mahzende tabuttaki nâşı çürümemiş olup hafif sararmıştır. San-
halkalı evliyâ

Halkalı Evliyanın Çeribaşı ma-hallesindeki türbesi

dukanın kuzeyinde dik-dörtgen şeklinde siyaha yakın birbiriyle karşı karşı-ya duran iki taşda bulunan halkalar sebebiyle Halkalı Evliyâ diye meşhûr olmuş-tur. Bölge halkı tarafından sık sık ziyâret edilen yerler-dendir.

Türbe içindeki sandukası
iğneci baba
ftu
I
4‘
İğneci Baha’nın Amasya cık mahallesindeki türbes
iğneci baba; Asıl is necizâde Şeyh Safiy Mahmûd Halvetî olu keriyyâ Halvetî hazr nin halîfesidir. Ashnıı ması üzerine sonrad. nilenen türbesi y ya’nın Kocacık maha de çarşı içindedir. Hal bilgi yoktur.
jjt -Jf
* “1 „ I’
İğneci Baha’nın sanduka orta anadolu (kuzey-güıı
ismâii sirâceddîn şir- vânl; Meşhûr velîlerden. Şirvân vilâyetinin Şemâhî kasabasına bağlı Kerdemir köyünde 1782 (H.1197) se-nesinde doğdu. 1847 (H.1264)’de kolera salgının¬dan vefât etti. Tahsil çağına ulaşınca, Şemâhî kasaba¬sında bulunan âlimlerden Baba Efendinin talebelerin¬den olan Muhammed Nûrî Kocaı- Efendiden, ilk tahsiline baş¬layıp, Molla Câmî’nin Kâfi¬ni İğ- ye Şerhi’ne kadar okudu, ıcdîn 1800 (H.1215) senesinde Ze- Erzincan’a gidip, oradaki îtleri- âlimlerden Evliyâzâde Ab- yah- durrahmân Efendiden ders n ye- gördü ve derslerinde tahsi- rnas- lini tamamlayıp, icâzet aldı, esin- Bundan sonra Tokad’a var- kında dı. Bir sene kaldıktan sonra Bağdat’a gitti. Bağdât’ta Süleymâniye’de Mervezî Yahyâ Efendi ve İbn-i Âdem adındaki âlimlerden hadîs ve riyâziye ilmini öğ¬rendi. 1220 senesinde Ana-dolu’ya, Burdur’a giderek bir müddet de orada fıkıh ilmi öğrendi. Bu tahsil ha-
yâtından sonra Şirvan’a dönüp köyüne yerleşti. Ye-di sene ilim öğretmekle meşgul oldu. Daha sonra hacca gitti. 1813 senesinde İstanbul’a dönüp yerleşti.
İlim öğrenmek için yap-tığı bütün bu çalışmalar ve leyâhatlerden sonra, ken-disini tasavvufta yetiştire-cek bir mürşîd-i kâmil, ye-tişmiş ve yetiştirebilen bü-yük bir evliyâ arıyor, ona talebe olmak istiyordu. Bu

Talebe olup icazet aldığı Mevlâ- na Hâlid-i Bağdâdi Hazretlerinin kabri

sebeple zamanın en meş-hur velîlerinden feyz men- baı Abdullah-ı Dehlevî haz-retlerine talebe olmak, soh-

Kabrinin bulunduğu Şamlar türbesi

 

%İl
HilflHHHH
unan sandukası
reflönmek için gitmeye karar alıp Basra’ya Yolculuğu Sıra- iull|ail-ı Dehlevî manevî bir işâ- •n meşhur tale- ınâ Hâlid-i Bağ- erjırie gitmesini ıjın üzerine culuğundan •inâ Hâlid-i itlerinin hu- : ona talebe işinde icâzet nesi üzerine Dokuz se¬ldi. Rusların Si üzerine, İki sene de ska da işgâl senesinde
Amasya’ya gidip dört sene kaldıktan sonra Sivas’a git¬ti. Dokuz sene de Sivas’ta kaldı. Sonra tekrar Amas¬ya’ya döndü. Ömrünün son zamanlarını Amas¬ya’da geçirip, orada 1847 (H.1264) senesinde çıkan kolera salgınından bir Ra¬mazan ayında vefât etti.
1) Amasya Meşâhiri (Osman Fevzi Olcay), Üniversite Kütüphânesi No: 9382 v.16
karaman dede; Merzi-fon velilerinden. Konya’nın karaman ilçesinden geldiği söylenen Karaman Dede karşısında bulunan Bozacı camisinde imamlık yap-mıştır. Hayatı hakkında faz¬la bir bilgi yoktur.
Hanımının kadınlar bö-lümünde bulunduğu bir va¬az esnasında gelen ilahi fe-yizle ruhunu kürsüde teslim eder. Bunu gören hanımı da orada ruhunu teslim eder.
Bu olaydan çok etkile¬nen caminin karşısındaki evde oturan hanım “-Be- nim evim geniş. Bu iki mü-

Merzifon’dan bir görünüş
bareğin kendi bahçeme gömülmesini arzu ediyo-rum.” diyerek onları bura¬ya defnettirir.
Eskiden mezarların ya-nında ulu bir dut ağacı ve onun altında bir kuyu bulu-nur, kuyunun suyu kulağa damlatıldığında kulak ağrı¬sı giderdi. Dut ağacı daha sonra kesilmiştir.
Solda hanımı sağda ise Karaman dede yatmakta¬dır. Buranın bakımını ise Haydar Erdoğan meccanen üstlenmiştir.
kırkDar dede; Amasya velilerinden. Yaşadığı de¬vir hakkında bilgi bulu¬namayan Kırklar De- de’nin kabri IVlerzifon’da Teksin (Jn ¡Fabrikası önünden Urıjn^cuk (Bah¬çecik) köyüne i giderken Nuray Çeşmesinin yuka-
kurtboğan evliyâsı;
Asıl ismi Harnza olup, Fatih Sultan Mehmed’în hocası Akşemsedc’in hazretlerinin babasıdır. Büyük velîlerden Pîr İlyâs hazretlerinin halî-felerinden olan Hamza Efendinin türbesi İstasyon mahallesîndedir.
Hamza Efendiye Kurt-boğan ¡asabının takılması şöyle anlatılın
rısındadır. Ziyâret edil-mektedir.
Hamza Efendinin vefât edip defnedildiği günün gecesi bir kurt gelip kabri¬ni açtı. Bu kurt o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü kabirden çıkarıp parçalar¬dı. Bu kurt Şeyh Hamza’yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza Mübâ- rek elini uzattı, kurdu bo-ğazından tutup öldürdü.
Ertesi sabah ziyârete ge¬len halk kurdu ölü vaziyet¬te, Şeyh Hamza’nm elini de mezardan dışarıda bul-dular. Orada hâl sâhibi bir zât vardı. O; “Kurt değdiği için şeyhin elinin yıkanma¬sı lâzımdır.” dedi. Elini yı-kadılar, el hemen kabirden içeri çekildi. O günden be¬ri Hamza Efendi Kurtbo¬ğan lakabı ile meşhur ol¬du.
mustafa âkif efendi (amasyalı); On sekizinci yüzyılda Anadolu’da yetişen ilim ve gönül ehlinden. İsmi, Mustafa bin Ebû Muham- med Bayram Efendi el-Mer- zifonî’dir. 1686 (H.1098) se¬nesinde Amasya’da doğdu. 1760 (H.1173} senesinde
Amasya’da vefât etti. Kabri, Amasya’da surların dışındaki kabristanın kıble tarafındadır.
Mustafa âk

 

İlim ehli e h^ensûb olan Efendi, küçü ^hsîline başi ileri gelen aklî ve naklî etti. Şeyh Amâsî’nin bal Efendi ile I ^emzî el-Kayi Şttiği âlimleri/ lirler. Tahsil Çeşitli ilim 9ezdi. Kâhin Arabî ilimler ^ i tahsîl etti. E Sahîh-i Bı Müslim ve di dîs-i şerîf kita ^bü’l-izz el-Aı ?îs-i şerîf ok ‘câzet verdi.
Üç defâ Mustafa Âkil ^snâsında <; ^Memleketleri ^lim ve velîlı ^nların mecli: ¡’i nde bulundı
1 ilimlerde c
^uktan sonr ^lan Amasy
Sultan Bâyezîd Medresesi¬ne müderris tâyin edilip ders okuttu ve talebe yetiş-tirdi. Daha sonra uzun müddet Amasya Müflisi olarak vazîfe yaptı. Gerek müderisliği, gerek müftîliği sırasında insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp onların iki cihân sa- âdetine kavuşmalarına ve¬sile oldu.
Yaşlanınca müftîlikten ayrıldı. İlme ve müslüman- lara hizmeti sebebiyle, Şeyhülislâm Mustafa Efen¬di kendisine, Süleymâniye müderrisliği pâyesini gön-derdi. Ömrünün sonunda insanlardan uzak bir hayat yaşamayı tercih eden Mus¬tafa Âkif Efendi, ilim ve ibâ¬detle meşgûl oldu. Tasav¬vuf yoluna girip bu yolda ilerledi. Onda mânevî hal¬ler ve kerâmetler görüldü. İnsanlar ona, gördükleri bu haller sebebiyle deli ve mecnûn gözüyle bakmaya başladılar. Gece ve gündü¬zünü ilme ve ibâdete veren Mustafa Âkif Efendi, İlmî
mütâlaalar ve araştırmalar-da bulundu. Gece sabaha kadar lambası hiç sönme-yen bu âlim zât, gözlerinin bozulmaması için çalıştığı odaya birçok lamba koyar-dı.
Tıb, astronomi ve mate-matik ilimlerinde mahâret sâhibiydi. Tıb ilminin ge-reklerine dikkat ederdi. Ta-lebelerinin ve sevdiklerinin hastalıklarına çeşitli ilaçlar yaparak tatbik ederdi. Bu-nun için evinin üstünde bir oda yaptırmıştı. Burada oturur, bedenen sıhhatli ol-mak için oraya hızlı iner çı-kardı. Bahçede gidip gele-rek hareketli olmaya çalı-şırdı. Bu bahçede talebele¬re ders okuturdu. Yanında çok sayıda talebe bulun¬masını istemezdi. Eğer ta¬lebelere ders vermesi gere¬kirse dört veya beş talebe¬ye ders verirdi. Bir kişi faz¬la olsa, onu kabûl etmezdi. Eğer azıcık müsaade etse etrâfını talebe sarardı.
Mustafa Âkif Efendi ule-mâ sınıfından olmasına rağmen belli bir kıyâfet gi- yinmezdi. Bâzan ulemâya âit elbise giydiği gibi bâzan da mevlevî dervişlerine âit elbise giyerdi. Câmiye gi-derken vakar ve ağır başlı-lıkla giderdi.
Kendisi cömert olup, ik- râm ve ihsân sâhibi idi. Zi-yafet hazırlar, memleketin ileri gelenlerinden vâli, kâ- dı ile ulemâdan birçoklarını ve halkın ileri gelenlerini dâvet ederdi. Şehrin vâli si Cumâ günleri onu ziyâret ederdi. Vâliyi saygı ile kar-şılar ona izzet ve ikrâmda bulunurdu. Vâli ile müsâfe- ha ettikten sonra; “Siz sul-tanın vekillerisiniz. Size itâ- at ve saygı gerekir.” derdi. Kendisi fakir olmasına rağ- . men Allahü teâlânın ihsân ve bereketiyle fakirlere bol tasaddukta bulunurdu. Câ-miye giderken boynuna beyaz bir kese asar, kese-nin içine altın ve gümüş paralar doldururdu. Onun cömert ve ihsân sâhibi ol-duğunu bilen fakirler, yolu üzerine sıra olurlardı. Kese-
de bulunan paralar fakirle¬re ve ihtiyaç sâhiplıprine al¬tın veya gümüş fark ettir¬meden dağıtırdı. 3îzan da kesedeki para bitinceye ka¬dar avuç dolusu verirdi. Bâzan fakirler onun ürerine fazlaca yüklenmek isteyin¬ce, keseyi bırakaral hızlıca evine giderdi. Soma fakir¬ler kesesini evine gıitilirler¬di. Malı ve geliri olma(nası- na rağmen bu âc e ¡iriıi he¬men hemen her ç|ün de- vâm ettirirdi. İnsanlar onun bu hâline şaşarlardı. Hal¬buki Allahü teâlâ pekçok velîsine olduğu gibi, Mus¬tafa Âkif Efendiye de kerâ- met olarak bu malla ı ihsân etmişti.
Mustafa Âkif Efendi, pekçok ilmî araştırmaları olan bir zâttı. Amaşya kü-tüphanelerindeki kitapları araştırmıştı. Okuduğu ve incelediği kitaplara rakam¬lar şerhler koyar, fih ¡sileri¬ni çıkarırdı. Çok kere kırmı¬zı mürekkeple ve ta’ ik hat- tıyla yazardı. Arapçc, Fars¬ça ve Türkçe şiirler söyler, nesirler yazardı. Üç lisanda da şiir kâbiliyeti vardı. Tıp: ilminde de geniş bilgi sahi-biydi. Hey’et, astronomi ve hendese, geometri ilimleri-nin teorik ve pratik kısımla-rında ihtisas sâhibiydi. Aklî ve naklî ilimlerin usûl ve fü- rû kısımlarında yüksek âlimdi. Hattâ onun; “Üç yüz senedir usûl-i fıkıhta benim gibi birisi gelmedi.” dediği rivâyet olunur.
Edebiyâtta Anadolu’da-ki Arapça dîvânlar onun şi-irinin kaynağıydı. Arapça Kasîde-i Mîmiyyesi ve Ka- sîde-i Ayniyyesi vardı.
İlmiyle âmil, fazîlet sâhi¬bi bir velî idi. Tefsîr, hadîs, usûl-i fıkıh ve fıkıh ilimle-rinde zamânının mürâcaat kaynağı olan Mustafa Âkif Efendi, 1760 (H.1173) sene-si Receb ayının yirmi birin¬ci Pazar günü güneş doğ-madan önce Amasya’da vefât etti. Amasya surunun dışında, Musallâ yolundaki kabristanın kıble tarafında defnedildi.
pîr cemâleddîn abdur- rahmân-ı sânî; Amasya velîlerinden. Pîr İlyas haz-retlerinin torunu olan Ku- bâ evliyâsı Pîr Hüsâmed- dîn-i Halvetî’nin oğludur. Türbesi Amasya’da Çile-hâne Camimin içinde olup Aşağı Pirler diye bilinir.

Pir Cemâleddin Abdurrahman-ı Sânî hazretlerinin kabri

Türbesinin bulunduğu câ- mi ve bu câmiye açılan çi-lehâne odaları 1412’de Os-manlI emirlerinden Yâkub Paşa tarafından yaptırıl-mıştır.
pîr ilyâs; Büyük velîler-den. İsmi Şücâeddîn İl- yâs’tır. Gümüşlüzâde diye de bilinir. Amasya’da doğ-du. Doğum târihi bilinme-mektedir. 1433 (H.837) târi-hinde Amasya’da vefât etti. Sevâdiye mahallesi me-zarlığı başındaki Pîrler Tür-besine defnedildi.

Uzun yıllar talebe yetiştirdiği Gü-müşlü Camii ve Dergahı

Pîr İlyâs, zamânındaki âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Amasya müftîliği vazifesini yürüttü. Tîmûr Han Amasya’yı aldı¬ğı zaman, onu Türkistan’da bulunan Şirvân ahâlisinin istifâdesi için gönderdi. Ona ihtiyâcını karşılayabi-lecek kadar bir maaş veril-mesini emretti. Pîr İlyâs’ın Şirvan’a gitmesinden son-ra, yeğeni Gümüşlüzâde Celâleddîn Abdurrahmân Çelebi, Amasya müftîsi ol-du. Pîr ¡lyâs, Şirvân’da kâ- dılık ve ilim öğretmekle meşgûl oldu. Sonra kâdılık- tan ayrıldı ve Ârif-i billah Sadreddîn Hayâvî’nin soh-betiyle şereflendi. Onun yanında kırk gün halvette kaldı. Halvet esnâsında; ri- yâzet, nefsin istediği şeyle¬ri yapmamak, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ve ibâdetle meş¬gûl oldu. Lâkin hocası üm- mî bir zât olduğundan, il¬mine güvenip ona tam tes¬lim olamadı. Bir müddet dergâhta kaldıktan sonra memleketi olan Amasya’ya döndü.
Bu durumu kendisi şöy-le anlatır: “Amasya’ya dön-düğümde nefsimle uğraş-maya başladım. Lâkin yal¬nız başına olacak gibi de¬ğildi. O sırada Horasan di- yârında meşhûr bir zât olan Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri-ne gitmeye karar verdim. O gece Âlemlerin Efendisini rüyâmda gördüm. Pey-gamber efendimiz bana; “Ey İlyâs! Kalbinden, başka sevgileri çıkar. Şu anda za- mânın en hayırlısı Sadred- din Hayâvî’dir. Hizmetine koş.” buyurdu. Uyandı-ğımda yaptığım hatâyı an-ladım. Hemen tövbe dip, Sadreddîn hazretlerinin huzuruna koştum.”
Pîr İlyâs o beldeye yak-laştığı zaman, Sadreddîn Hayâvî hazretleri talebele-rine; “Pîr İlyâs geliyor, onu karşılayın.” buyurdu. Der-gâha varıp, o mübârek zâ¬tın önüne diz çöküp elini öptü. Bunun üzerine; “Ey Molla İlyâs! Resûlullah efendimizin yol göstermesi nimetine herkes kavuşa-maz.” buyurdu ve onun gördüğü rüyâyı bildiğini işâret etti. Bundan sonra Pîr İlyâs, Şeyh Sadreddîn Şirvânî’nin hizmetinde uzun müddet kalıp, mücâ- hede ve riyâzetle meşgûl oldu. İcâzet, diploma aldı.
Pîr İlyâs hocasının izniy-le sıla-i rahm için memle-ketine döndü. Hocasının vefâtı haberini duyunca, Amasya’da Tâciyye diye

Kabri, Sevâdiye mahallesi mezarlığı başındaki Pirler türbesinde bulunmaktadır.

 

rı Gümüşlü Câ- ı rtdai bulunan ilu dergâhında Jirip, Allahü te- iînirii, Resûlul- liZin güzel ahlâ- t da ye yaymak- Mu. :
o; i’Evliyânm e diye sor¬tilerde üç alâ- E iirinccisi, bir söz etse, nasihat i ncisi, mâlâyâ-
II 3İrle uğraşmaz ııkjaratp olmaz. Kür’fn-ı kerîm
i I dinleyenlerin jtışanj buyurdu.
| haz etleri hak filini ve güzel ııja vazifesiyle
i ¡Allahü teâlâ- nş kavuştu. Ve¬re mijibârek çe¬ldi bağlarındaki :ıîidipÜ yıkadılar.
n bir ağa- e düşmek âs hazret- îliyle ağa- bonra tek-rar uzandı. Cenaze başınd bulunanlar, bu hâli görüne hayretler içinde kaldılar. BU hâdise çok kimsenin hak yola girmesine ve tövbesi¬ne sebeb oldu.
1) Şakâyık’i Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdi Efendi); s ,93
2) Amasya Târihi; c.l, s.188,240, c.3, s.166,168,183
3) Tâc-üt-Tevârih
4) Lemezât, Süleymâniye Kütüphane¬si, No: 4536, v.120
5) Nefehit-ül-Üns; s573
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.375
piri baba; Ahmed Yesevî hazretlerinin Anadolu’ya İslâmiyeti yaymak için gön¬derdiği altı halîfesinden bi¬risi. Merzifon’a yerleşip kurduğu zâviyede uzun yıl¬lar İslâmiyetin emir ve ya-saklarını anlatmıştır. Zâvi- yesinden günümüze sâde¬ce câmisi kalmıştır. Türbesi de Nusratiye Mahallesi Muammer Kavlak So- kak’taki câmisinin karşısın¬da olup ziyâret edilmekte¬dir. Kitabesinde: İmam Mu- sayı Kazım evladı Seyyid
pîrî baba
Mehmed Piri Dede Baba Horasan’da 1241 (H.639) tarihinde doğmuş. 1282 (H.681) de Anadolu’ya gel-miş. 1341 (H.741) de vefat etmiştir, diye yazmaktadır.
Hakkındaki bilgiler daha ziyade menkıbelere daya¬nan Piri Baba, Horasan’dan gelmesi sebebiyle Horasa- ni Dede olarak da anılır. Marıncalı olduğu da riva¬yet edilen Piri Baba mem¬leketteki ayakkabıcıların pi¬ri sayılır.
Küçük yaşta ayakkabıcı çırağı olarak çalışmaya başlayan Piri Babanın usta¬sı hacca gider. Ustanın ha¬nımı usta hacda iken helva yapar, çırağa da bir tabak helva verir. Çırak:

Nusratiye Mahallesi Muammer Kavlak Sokak’taki camisinin kar-şısında yer alan kabri

‘Yenge ustam bunu çok severdi. Bir tabak daha ver de ustama da götüreyim, der. Hanım: “Galiba çocu-ğun canı daha helva istiyor, dize düşünerek:
“Al bunu da ustana gö-tür, der. Usta Hac esnasın-da tavaf ederken eline bir bakır kap içinde helva gelir. Bu olaya şaşıran usta hel-vayı yedikten sonra kabı saklıyarak memlekete geti-rir. Hanımına bu olayı anla-tınca hanımı hayretler için-de kalarak başından geçen olayı anlatır. O günden sonra ustası bu çocuğa özel bir hürmet gösterek ayakkabıcı ustası yapar.
Halk arasında sıkça anı-lan bir ilahide:
Yükseklerde olur yaba Savururlar kaba kaba Merzijonda Piri Baba Mevtam şu taşa bir can ver
şeklinde şdının da geç-mesinden yörede ününün nasıl yaygın olduğu da an-laşılmaktadır.
(lekesini Şamlıoğlu İbrahim yaptırmıştır, atiye Mahallesinde îkağa adı verilmiştir, senesinde tamir edi- ırbesi memleketin en ılı türbelerindendir.
ammed horasânî;
ya velîlerinden, devirde yaşadığı bi- or. Bölgenin meş- timlerih’den Seyyid ıı hazretlerinin ba- r. Amasya’nın Ak- ıhiyesine bağlı Yeni- /ündeki türbesinin a yer alan zâviye- günömüze eser niştir.

ivil ‘^s
3d Horasânî’nin Yenice unan kabri
sarı ahmedzâde el- hâc mehmed efendi;
On sekizinci ve on doku-zuncu yüzyıllarda Anado-lu’da yaşamış olan ilim ve gönül ehli zâtlardan. Do-ğum ve vefât târihleri belli değildir. Amasyalı olup, Sarı Ahmedzâde diye meş-hur olmuştur. Amasya’da vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline yönelen Meh-med Efendi, İstanbul’a ge-lerek zamâmnın âlimlerin-den ilim tahsîl etti. Tahsilini tamamladıktan sonra mü-derris oldu. Kastamonu Medresesinde müderris olarak vazîfe alıp talebe okuttu. Bir müddet bu vazî- feyi yaptıktan sonra vazife-sini oğluna bırakıp memle-keti olan Amasya’ya dön-dü. Tasavvufî bir hayat ya-şayarak evinde ilim ve ibâ-detle meşgul oldu. Devam¬lı ibâdetle ve kitap mütâlaa etmekle meşgül olan Meh-med Efendi, insanlar arası-na fazla çıkmazdı. Çıktığı zamanlarda da tefsîr, hadîs
ve fıkıh dersleri verirdi. Bu- hârî-i Şerîf, Mişkâtü’l-Me- sâbih hadîs kitaplarını ve Hâdimî hazretlerinin Tarî- kat-ı Muhammediyye kitâ- bını eliyle yazdı. Ders ver-diği zamanlar dışında yaz-dığı kitaplardan biri de El- Eşbâh kitabıdır. Bilhassa kı- râat ilminde yüksek ilim sâ- hibi olan Mehmed Efendi, güzel ahlâkı ile insanlara örnek oldu.
İlim, fazîlet ve mânevî haller sâhibi olan Mehmed Efendi, Peygamber efendi-mizi rüyâsında çok görür-dü. Hayvanların ve cansız varlıkların Allahü teâlânın ismini zikrettiklerini işitirdi. İnsanlar herhangi bir işleri husûsunda onunla istişâre ettikleri zaman istihâre ederdi. Onların sordukları husûsu ya istîhârede açık bir şekilde görür veya o mesele ile ilgili bir ayet-i kerîme okuyarak müşkille- rini hallederdi.
Ömür boyu ilim öğren-miş ve öğretmiş olan Sarı Ahmedzâde el-Hâc Meh-med Efendi, memleketi olan Amasya’da vefât etti.
1) Kitâbü’l-Mecmû fil-Meşhûd ve’l- Mesmû; s .27

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*