Aksaray Evliyaları

cemaleddin aksarayi;

aksaray evliyaları

aksaray evliyaları

Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde Anadolu’da yeti¬şen âlimlerden ve evliyâ- dan. İsmi Muhammed’dir. Babası büyük âlim Fahred- dîn-i Râzî hazretlerinin to-runlarından Vâiz Muham- med bin Muhammed’dir. Nesebi bir koldan hazret-i Ebû Bekr’e, bir koldan da hazret-i Ömer’e ulaşmakta¬dır. Cemâleddîn lakabıyla ve Aksarâyî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Aksa-ray’da doğmuştur. Doğum târihi bilinememektedir. 1389 (H.791) senesinde Ak-saray’da vefât etti. Kabri, Aksaray’daki Ervâh kabris- tanındadır.
İlk tahsilini doğum yeri olan Aksaray’da babasın¬dan ve diğer âlimlerden yapan Cemâleddîn Aksârâ- yî, Amasya’ya giderek aynı lakabı taşıyan hemşehrisi Cemâleddîn İbrâhim Aksa- râyî’nin oğlu Fahreddîn İl- yâs Rûmî’den ders aldı. Hacı Şâdgeldi Paşa ile ders
Ervâh kabristanında bulunan mescidi
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Fahreddîn-i Râzî gibi Cemâleddîn Aksarâyî de dergâhından medrese-ye atla gelir giderdi. Cemâ¬leddîn Aksarâyî hazretleri vaktini çok iyi değerlendir¬diği ve medresesine nor¬malin üstünde talebe geldi¬ği için bir kısım talebeleri¬ne yolda ders verirdi. Atı¬nın üstünde giderken tale-beleri etrâfını sararlar, hat¬tâ atının üzengilerinden tu¬tarak yürürlerdi. Yürürken hocaları onlara ders anla-tırdı. Bu sebeple yürüyerek ders alan bu talebelere me- şâiyyûn, yürüyenler adı ve¬rilmişti. Bir kısım talebeleri de medresenin revaktı dış bölümünde beklerler, Ce-mâleddîn Aksarâyî medre¬seye girip derse başlama¬dan önce bunlara da ders verirdi. Bu talebelerine de Revâkıyyûn, revaklı yerde bulunanlar, denirdi. Bir kı¬sım ve asıl talebelerini de medresede okuturdu.
Onun tedris halkasın-dan çok büyük âlimler ye¬tişti. Bunların en meşhuru Osmanlı Devletinin ilk şey-hülislâmı Molla Fenârî haz¬retleriydi. Seyyid Şerif Cür- cânî hazretleri de onu ziyâ- ret edip ilim ve feyzinden istifâde etmek için Anado¬lu’ya geldi. Fakat o Aksa¬ray’a gelmeden Cemâled¬dîn Aksarâyî vefât etti. Bu-nun üzerine Seyyid Şerif Cürcânî, Molla Fenârî haz¬retleriyle berâber Mısır’a gidip Ekmelüddîn Bâber- tî’den ilim öğrendiler.
Âlim, fazîlet sâhibi, ha¬ram ve şüphelilerden şid¬detle kaçınan, Allahü teâlâ- nın rızâsını kazanmak için çalışan Cemâleddîn-i Aksa¬râyî hazretleri ömrünün son gününe hattâ son sa¬atine kadar ilim öğretti. Ni¬ce âlim ve pek çok devlet adamı yetiştirdi. Ömrünün son günlerinde talebeleri¬ne vereceği dersleri ta¬mamlamıştı. Ancak bir gru¬bun dersini tamamlayama¬mış, üç günlük dersleri kal¬mıştı. Hastalığı sırasında talebelerine hitâb ederek;

“Evlatlarım kalan dersime i kabrimin başına gelin oıa da tamamlayalım.” ded , Her fâni gibi o da 13!3!l (H.791) senesinde ebe e i âleme göç etti. Talebeleıi ve sevenleri gerekli tecili’ ve tekfin vazifelerini yeri l • getirdikten sonra, Ervâ ■ kabristanındaki zâviyesir i önüne defnedildi.
Cemâleddîn-i Aksar? hazretlerinin zamanla yif ranan ve belirsiz hâle gele kabrini 1883 (H.1301) ser in¬sinde vefât etmiş olan P<: rekzâde Müftü İbrâhim Hi mi Efendi yeniden tâmir e tirdi. Kabrin üzerine 31 sanduka yaptırdı. Rengi s yâha çalan bir mermer iki rine de kitâbesini yazdırdı
Cemâleddîn-i Aksar«!’ hazretlerinin Mehme« Mahmûd, Kemâleddîn Al med adlı üç oğlu vardı.
Bunlardan birincisi o a Mehmed Çelebi büyük âliır ve Şeyhülislâm Zenbilli fi i Cemâlî Efendinin dedesi ii Mehmed Çelebi babası ir medresesinde yetişti. Aynı medreseye müderris oldu. Hatipliği ile meşhurdu. Ak¬saray’daki Ulu Câminin ha¬tipliğini de yaptı. Şeyh Ha- mîd-i Velî’nin (Somuncu Baba) oğlu Baba Yûsuf-ı Hakîkî’nin 1479 (H.884) tâ- rihli vakfiyesine şâhid sıfa¬tıyla Mevlânâ Muhammed Pir Paşa el-Hatîb ismiyle imzâ koymuştur. Doksanını geçtikten sonra vefât et- ti.Vefât târihi kesin olarak bilinmemektedir. Babasının ilk oğlu olduğu için Türk ge¬leneğine göre paşa ünvânı verildi. Cemâleddîn Aksarâ- yî’nin ikinci oğlu Şeyh Mah- mûd’dur. Halvetiyye yoluna mensuptu. Bâzı kaynaklar¬da Cemâloğlu ve Cemâlî şekillerinde anılan Şeyh Mahmûd, Aksaray kâdılığı da yaptı. Musannifek adıyla anılan büyük âlim bu zâtın neslindendir.
Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretlerinin Kemâleddîn Ahmed ismindeki üçüncü oğlu babasının sağlığında vefât etmiştir. Bir müddet
Aksaray kâdılığı yapmış olan Kemâleddîn Ah- med’in, Şemseddîn Meh- med isminde bir oğlu vardı.
İlim ve fazileti yanında varlıklı bir âileye de men- sub olan Cemâleddîn Ak-sarâyî, sağlığında iken ihti¬yaç sahiplerine bilhassa ilim ehline maddî ve mâne¬vi yardımlarını esirgemez¬di. Yaptırdığı dergâhında insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onla¬rın dünyâ ve âhiret seâdeti- ne kavuşması için gayret ederdi. Dergâhında fakirle¬re, yolculara, kimsesiz ve ihtiyaç sâhiplerine ikram¬larda bulunurdu. Bu dergâ¬hının ve yaptırmış olduğu câminin giderlerini karşıla¬mak üzere çeşitli vakıflar bırakmıştı. Bıraktığı vakıfla¬rının 1893 (H.1311) sene¬sinde düzenlenen bir evkaf mütevelli heyeti raporun-dan, senelik on beş bin ku¬ruş kadar geliri olduğu tes- bit edilmiştir.
Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretlerinin senelerce ilim öğretip talebe yetiştirmiş olduğu Zincirli Medresesi bugün müze olarak kulla¬nılmaktadır. Ervâh kabrista¬nındaki kabri ziyâret edil¬mektedir. Kabrinin yanında bulunan mescidin yerine, aslına uygun olmayan bir mescid inşâ edilmiştir.
Ömrünü ilim öğren-mek, öğretmek, talebe ye-tiştirmek ve eser yazmakla geçiren Cemâleddîn-i Ak¬sarâyî hazretlerinin birçok kıymetli eserleri vardır. Bu eserleri şunlardır:
1) Şerhu’l-İzâh: Cemâ¬leddîn Aksarâyî’nin kendi el yazısıyla mevcud olan bu eseri Arapçadır. Celâ- leddîn Muhammed bin Ab- durrahmân el-Kazvînî’nin El-İzâh fil-Meânî vel-Beyân adlı eserine yazdığı şerhtir. İki cilt olan bu şerhi, Kara- manoğlu Alâeddîn Beye it¬ilâf etmiştir. Alâeddîn Bey bu eseri yazdığı her gün için bin dirhem gümüş ¡li¬sân etmişti. 2) Telhis, 3) Şerh-i İnnellahe Haleka Ademe alâ Sûretihî, 4) Ha-
ÖLÜMÜNDEN SONRA BİLE TALEBE; YETİŞTİRDİ
Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin defnedilmesinden sonra dersleri yarım kalan talebeleri birlikte toplanıp kabrinin başına gittiler. Saygı ve hürmetle ziyâret edip rûhuna Kur’ân-ı kerîmden sûreler okudular. Devâm ederek; “Hocam! Hocam! Biz geldik.” dediler. Fakat Cemâled¬dîn-i Aksarâyî hazretlerinden ses gelmedi. İkinci ve üçüncü gün aynı durum oldu. Dördüncü gün kabrin ba¬şına geldiklerinde rûıâniyeti tecessüm edip; “Geldiniz mi yavrularım. Haydi dersimizi okuyalım.” buyurdu. Ya¬rım kalan derslerini tamamlayıp ayrılacakları zaman ta¬lebeleri; “Hocam biz üç gündür kabrinizin başına gel¬dik, toplanıp sizden cevap bekledik ama bir türlü cevap alamadık. Sebebi neydi?” diye sordular. Cemâleddîn Aksarâyî hazretleri cevâben buyurdu ki: /’Evlatlarım! Defnedildiğim kabrin yanından bir mümin geçiyordu. Kabristana karşı dönüp bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı şerîf okudu. Burada yatan müm>nlerin rûhlarına bağışladı. O sevaptan nasibimizi alabilmek için biz de sıraya gir- dik.Üç günde bana ancak sıra gelebildi. Onun için geç kaldım. Özür dilerim.”
Devâm ederek buyurdu ki: “Efendim! Tâbiînden Ha- san-ı Basrî hazretleri bîr gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın geldi. “Efendi hazretleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda görüp hasretimi gidereyim.” dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri gerekeni yaptıktan sonra kadın gitti. Fa¬kat ertesi gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağ-layarak tekrar dergâha geldi. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına; “Niçin ağlıyorsun?” diye sorunca kadın; “Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir elbise giy¬dirmişler cayır cayır yanıyor.” dedi. Hasan-ı Basrî haz¬retleri ve yanında bulunanlar kendi sonlarının nasıl ola¬cağını düşünerek ağlaştılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî hazretleri kendi rüyâsında vefât etti. Cennet’e girdi. O, Cennet’te gezerken muhteşem bir köşk ve önünde bir kadın gördü. O kadına; “Yavrum sen hangi peygambe¬rin hanımı veya kızısın?” diye sordu. Kadın; “Hayır ben bir peygamberin hanımı veya kızı değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını görmek isteyen ka¬dının kızıyım.” dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; “Kızım an¬nen senin Cehennem’de yandığını söyledi. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma nasıl ulaştın?” bu¬yurdu. Kadın; “Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb görüyorduk. Bir mümin kabristana gelip on bir İhlâs, on bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabris¬tanda yatan müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb eden meleğe; “Benim âyetlerim ve adım hür¬metine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. On¬lara azâb etmeyin ve birer makam verin.” buyurdu. Onun için bu makâma geldim.” dedi.
Cemaleddin Aksarayi’nin yanındaki mescidi
dîs-i Erbain (Kırk Hadîs), 5) Mecmâ-ül-Bahreyn Haşiye¬si: Fıkıh ilmine dâirdir. 6) Mültekâ Haşiyesi, 7} Hal- lü’l-Mûcez: İbnü’n-Nefis di¬ye bilinen Alâeddîn Ali bin Ebi’l-Hazm el-Kureşî’nin|tıb ilmine dâir Mu’cezü’l-Kâ- nun adlı eseri üzerine yaz¬dığı şerhtir. 8) Şerh-i Lü- bâb, 9) Ahlâk-ı Cemâlî: Os-manlI Sultanı Yıldırım ¿â- yezîd adına yazdığı ahlâk kitabıdır. Bu kitap üç bölüm hâlinde yazılmıştır. 10) Iti- râzât ale’l-Keşşâf an-Hakâ- iki’t-Tenzil: Zemahşerî’nin Keşşaf adlı tefsirine îtirâzla- rını yazmıştır. 11) Şerh-i Gâyetü’l-Kusvâ: Kâdı Nâsı- rüddîn Abdullah Ömer el- Beydâvî’nin El-Gâyetü’l- Kusva fî Dirâyeti’l-Fetvâ adlı eserine yazdığı şerhtir.
12) Kitâbü’l-Esileti ve’l-Ec- vibe: Sualler ve cevaplar hâlinde kendi el’ yazısıyla hazırladığı bu Farsça eseri Amasya emiri Şâdgeldi Pa¬şa adına yazdı. Bu eser Sü-
leymâniye Kütüphanesi Nafiz Paşa Kitaplığı 108 nu¬marada kayıtlıdır. Kitap 95 sayfadır. Her sayfada 19 sa¬tır vardır. Güzel bir ta’lik ya¬zı ile yazılmıştır. Kitap iki kı-sımdan meydana gelmiştir. Birinci kısmında tefsire, ikinci kısmında hadîse dâir sualler vardır. Kitapta 171 kadar sual ve cevap vardır.
13) Beydâvi Tefsiri Haşiye-si, 14) Tekmile-i Tefsîr-î Se- merkandî, 15) Şerh-i Telbîs, 16) Nüzhetü’l-Ervâh fî Şerh-i Ebyât-ı Şeyh Evha- düddîn ve Bâzı Sûfiyye.
1) Tâcii’t-Tevârih; c.5, s.U
2) ÂşıtyuştıMe; s,201
3) Amasya Târihi; c.3, s.68
4) Osmnli Müellifleri; c.l, s265
5) Aksaray Târiki; c.2, s.2278
6) Brockelmn; sup. 2, s. 328
7) Persirn Literatüre; c.l, s.7
8) Tepir Târihi; c.l, s39î
9) Fevâidü’l-Behiyye; s.191
10) Mıı’cem-ül-Müellifttı; c.l 1, s.192
11) El-A’lâm;c.7,s.40
12) ŞaMyık-ı W mânice Tercümesi; s.40
13) Kâmûs-ül-A’lâm; c3, s.1832
14) Keşf-üz-Zünûn; ¡36, 210, 1192, 1478,1900
15) Keşf-üz-Zünûn Zeyli; c.2, s A33
pfr ali aksarâyf; Anado-lu’da yetişen meşhûr velî-lerden. Tasavvufta Melâ- miyye yolundan yetişmiş olup, Seyyid Ömer Sekî: nî’nin halîfesidir. On altıncı asırda yaşamıştır. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, pek- çok insanı irşâd etmiş, sa- âdete kavuşturmuştur. Şöyle buyurmuştur:
“Eğer İbrâhim Edhem bu fakirin zamânında ol-saydı, ona saltanatı terk et¬mesi için izin vermezdim. Onu kemâle erdirince hem dünyâ hem de âhiret sultâ¬nı olurdu.” ve; “Sâdık mü¬ridin dünyâ saltanatını terk etmesi lâzım değildir.” bu-yurmuştur.
Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı ha- setçiler iftirâ atıp; “Aksa¬ray’da bîr kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” de¬mişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, du¬rumun öğrenilmesini em¬retti. Bâzı kimseler aleyhin-

de idiler. Durumu soruştur¬mak üzere kurulan meclis¬te, Pîr Ali hazretleri, aley¬hinde bulunanlara ibakıp celâlli bir şekilde; ‘Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye .işârsit etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp ölı:|ü. Di-ğeri de istifrâ etmeye baş-ladı. Ağzından pislik!geldi. Mecliste bulunanlar1 onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Pâdişâh Aksaray’a uğ-radığında ziyâret edip; “Si-zi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî oldu¬ğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferin¬den sonra dönüşte yine zi- yâretine geldi.
Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat et-miştir: “Allahü teâlâ sen-den adâletle iş yapıp yap-madığını soracak. Bu ba¬
kımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dün-yâ da şenindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçir-me, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkı¬nı zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olur¬sun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Alla- hü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl ol¬du nereden geldi der düşü-nürsün.
Sen Peygamber aley- hisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet to¬humu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumla¬rın nefesi kılıç gibidir. Mül¬künü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyan edenleri Cehen¬nem ateşine atarlar.
Bak düşün bir kere bin¬lerce hükümdâr toprak al¬tında yatıyor. Git din erbâ-
Türbenin girişi
bina yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhat- larımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”
Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali hazretlerine Sultan pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzeri¬ne oğlunu İstanbul’a yanı¬na göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu ka-bûl edip; “Şevketli Pâdişâ¬hım! Oğlum İsmâil Hak yo¬luna kurban olmaktan dön-

mez. Onu size göndere-yim.” dedi. Pâdişâh İstan-bul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç müridini İstan-bul’a gönderdi. Altı ay son¬ra da Pîr Ali hazretleri vefât etti. Yerine irşâd vazifesini yürütmek üzere Çelebi Şeyh geçti.
1) Menâhb-ı Melâmiyye; s.23
2) Semerât-ül-Fuâd
somuncu baba; Osmanlı Devletinin kuruluş yılların¬da Anadolu’da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanınıp meşhur oldu. 1349 (H.750) senesinde Kayse- ri’de doğdu. İsmi Hâmİd, babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. İlk tahsilini baba¬sından aldı. Babasının vefâ- tından sonra Şam’a gide¬rek, Hankâh-ı Bâyezîdiy- ye’de ilim öğrendi. Tasav-vuf yoluna girdi. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî ola¬rak, mânevi yol ile Bâyezîd- i Bistâmî’den feyz aldı. Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Var gücüyle hocasına hiz¬met ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün de¬recelere kavuştu. Alâeddîn- i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Velî’ye; “Artık bizden öğ-rendiğin ilmi, Allahü teâlâ- nın dînini, insanlara öğret¬mek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, in¬sanları yetiştirmek için icâ- zet verdi. Hocasının bu söz-leri, bâzı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hâ¬mid-i Velîye buğz etmeleri¬ne sebeb oldu. Hâce Alâed¬dîn, Hâmid-i Velî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şem- seddîn-i Tebrîzî Makâmı” denilen yere kadar uğurla¬dı. Vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hamîdüddîn’in arkasından, gözden kaybo-
luncaya kadar bakınız. Eğer izniyle anlayan Hâmid-i Ve-
dönüp bizden tarafa bakar- lî, gözden kaybolmadan
sa, Anadolu’da onun ilmin- önce iki defâ arkasına baktı, den istifâde ederler. Şâyet Böylece onların hasedlerini
bakmazsa, onun ilminden giderdi. Büyük bir âlim ve
hiçkimse istifâde edemez.” veliyy-i kâmil ölarak Kayse- buyurdu. Orada bulunanlar ri’ye döndü, merakla Hamîdüddîn’in ar- Hamîdüddîn hazretleri,
kasından bakmaya başladı- Kayseri’de insanlara Alla-
lar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın hü teâlânın emir ve yasak-

Aksaray’da bulunan dergah ve mescidi

 

larını öğretr, Talebeleri, or mağa, hasta olan nasîhatl leriyle şerefle; dılar. Hamîdiı çok sevdiği 1 Şücâ-i Karam na çağırarak Nûmân ismin ris vardır. Onı ya dâvet edir i Şücâ-i Karam nın emrini ye için Ankara’y mu bildirdi. P mân; “Bu dâ\
başladı, feyz al- lerine şifâ e, şohbet- sğe başla- n, bir gün jeierinden yi huzûru- ^nkara’da )ir müder- jlup bura- b uyurdu, de hocası- getirmek dip, duru- ierris Nû- icâbet lâ¬zımdır.” diyerek, berâberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nûmân, Hamîdüddîn haz¬retlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anla¬dı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetiş-meye başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğ-renerek kısa zamanda bü-yük mesâfeler aldı. Bir gün hocası; “Hâcı Bayram! Zâ-hirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve dere¬celerini gördün. Bâtınî ilim-leri ve bu ilimlerde yüksel¬miş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini mu- râd edersen onu seç!” bu-yurdu. Hâcı Bayram da, ve¬lîlerin yüksek hâllerini gö-rerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuş¬mak için çalıştı. Zamânının büyük velîlerinden oldu.
batı anadolu ve ı um eli evliyaları 24

Hamîdüddîn hazretleri, mânevî bir emir üzerine Tebriz’e gitti. Tebriz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hoca¬sını ziyâret ederdi. Hamî-düddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hamîdüddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pi¬şirirdi. Ekmek küfesini sırtı¬na alarak; “Somun! Mü¬minler somun!” diye söy¬ler, geçimini bu yolla sağ¬lardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya baş¬layınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlar¬dı. Somuncu Baba’nın fırı¬nı, Molla Fenârî mahalle¬sinde, Ali Paşa Çınarı civâ- rında olup, iki gözlü idi. Fı¬rının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Oda¬nın kıble cihetinde de, nef¬sini terbiye etmek için kul¬landığı bir Çilehânesi mev-
bu-
cûd idi. Hamîcüddîn retleri durumur u Burs£ kimseye bildirmedi, halk içinde Hak il0 olrr« gayret etti.
Yıldırım Bâ ^ezîd Hân, Niğbolu zaferirderı scjnra Bursa’da Ulu Câ rıiyi yaktır¬maya başladı. (İsminin in¬şâsı sırasında, çi«lı$an işçile¬rin ekmek ih:i /acın So¬muncu Baba tenin et i. Câ- minin yapılma:¡1 bitikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün ba sta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâ- mâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Su tan, Mplla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse v< Bursa ılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıl¬dırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun de-ğildir. Bu câmi-i şerifin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir.” diyerek, So¬muncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir.” hadîs-i şe¬rifini bildiği için, bundan ti-tizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzeri¬ne minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelin¬ce; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım.” cevâbını ver¬di. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbe-sini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd et¬ti ki, o zamâna kadar Bursa¬lIlar öyle bir hutbeyi hiç işit- memişlerdi. BursalIlar, bun¬dan sonra Somuncu Ba¬
ba’nın büyüklüğünü anladı¬lar. Somuncu Baba, hutbe¬de; “Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsirinde müşkilâ- tı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsirini yapalım.” buyura¬rak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsirini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretle¬ri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsi¬rindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir, âdil bir şâhiddir. Fâti- ha’nın ilk tefsirini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsirini bir kısmı anladı, üçüncü tef-siri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri an¬layanlar içimizde yok idi.” demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, du- âsını almak istedi. Cemâ-atin bu arzusunu kırama-yan Somuncu Baba hazret¬leri, kapıda durdu. Ulu Câ- minin üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Ba¬ha’nın elini öpmekle şeref-lendim.” diyordu. Somun¬cu Baba, yine kerâmet gös-

Açılışında hutbe okuduğu Bursa Ulu Cami

 

tererek, Allahü teâ niyle her üç kapıda ânda bulunarak c elini öptürmüştü.
Namazdan som giden Hâmid-i Velî’ la Fenârî; “Efene günlerde Fâtiha î tefsirini yapmak dum. Fakat bâzı anlıyama- dığım yerler vardı. Bu hut¬benizle, bilemediğimiz yer¬leri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz kar-şılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl bu¬yurursanız bunları size he-diye etmek istiyorum.” de-
Somuncu Bal: meşini beklerken, dâmâdı Seyyid Eı “Selâmün aleykü lâm” diyerek birbı nuşmadan tanışt ğini Somuncu Ba etti. Somuncu Ba istediyse de, çörr ne olmayınca, Eı çömleği fırına se diyerek çömleği sürdü. Fakat fırırı ağzını kapattıkta yurdu. Bir müdd« hiç ateş olmadıcı tan, Somuncu E. dı. Orada tasav dost oldular.
ATEŞSIZ FIRIN
bp’r gür» fırına ekmeklerini sürdü. Piş- anına Pâdişâh Yıfdırım Bâyezîd Hân’ın ■ Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı, b.aba!” dedi. O da; “Ve aleyküm se-rine bakıştılar. Başka hiçbir kelime ko- . Emîr Sultan, elindeki yemek çömle- ı’ya verip, içindekinin pişirilmesini ricâ ı, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek ği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yi- ‘ Sjltan’a döndü ve; “Anladım ki, bu üüreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” iı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla hiç a:eş yoktu. Somuncu Baba fırının •oınra; “Birazdan pişer bekleyiniz.” bu- sekledücten sonra kapak açıldı. Fırında âide yemeğin piştiğini gören Emîr Sul- ■a’nın büyük velîlerden olduğunu anla- y üzerinde bir mikdâr sohbet ederek
orta anadolu (kuzen Mi îjr) íswliyalari 28

Somuncu Baha’nın rûhaniyetinden feyz alıp yetiştiği Bâyezîd-i Bistâ- mî Hazretlerinin Şam’da bulunan türbesi
di. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, So¬muncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyo¬rum.” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Ba-ha’dan aldığı feyz ile yazdı¬ğı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûte- ber bir tefsîr olduğunu söy-lemişlerdir.
Somuncu Baba, duru-munun anlaşılması üzeri-ne; “Sırrımız fâş olup, her¬kes tarafından anlaşıldı.” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesin-den birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baha’nın Bursa’yı terket- mekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından
DUÂ ÇINARI
Niğbolu’dan dön ‘nce, Yıldırım Bâyezîd Han,
Bir cami yaptırma yi,, düşünmüştü bir zaman.
Bursa Uf Gâmiyi, inşâya etti niyet,
Câminin apılması, sona erdi nihâyet.
Bir Cuma günü fi !, ilân edildi o gün,
“Câmi, merâsim a açılacaktır bu gün”
O gün, t: ş fa pâdişâh, dâmâdı Emir Sultan Molla Fe âli ile, kim varsa ulemâdan,
Hazır oldu her bi . hem de hâfız olanlar, Doldurmuştu câ< ‘iyi, Bursalı müslümanlar.
Hutbe oıi ırnak için, pâdişâh hazretleri,
O gün £ii lir Sultan’a, verdiğinde bu emri, Dâmâdı Emir Su an, emre peki diyerek,
Ve Somuncu Ba a’yı, eliyle göstererek,
Arz etti ılı “Sultanım, baş üstüne ve fakat, Hutbeyi kumağa, lâyıktır ancak şu zât ”
O dahî mecbûr Jı ıidi, emre peki demeğe,
Kalkıp mimbereı cğru, başladı yürümeğe.
Geçerke de, Emîr’e, dedi “Ey Emîrimiz, Niçin bc te yapıp da, beni ele verdiniz?”
O da ona cevâh n. arz etti ki: “Bu yerde,
Yok idi bir başka ı, sizden daha ilerde. ”
Cemâat fanları, görüyor, duyuyordu,
Bu sebe 1ten durumu, çok merak ediyordu, Zirâ Somuncu Ei ba, onların nazarında,
Ekmek satan bir, di, Bursa sokaklarında.
Bunun * m bu işi, etmişlerdi çok merak,
Ki Cumi hutbesini, o nasıl okuyacak?” Çıktı Somuncu ,11 aba, biraz sonra minbere, öyle bir hutbe t di etti ki müminlere,
Asla duymamışlardı, böyle bir hutbe onlar Onun büyüklüğünü, o zaman anladılar.
Hutbede Fatiha’nın, yirmi ana ilimde,
Yedi türlü tefsîri, yapılmıştı o günde.
Molla Fenârî dahî, demişti ki ertesi:
“Onun büyüklüğüne, şahittir bu hutbesi.
Yedi türlü tefsirden, birincisini, yalnız İyice anladılar, cemâatten her şahıs.
İkinci tefsirini, bir kısmı anladılar,
Üçüncüsünü ise, çok azdı anlıyanlar.
Dördüncü ve sonraki, tefsirlere gelince, Onlardaki mânâlar, çok yüksek ve pek ince, Olduğundan onları, anlamadı kimseler,
İlim ve marifette, derya imiş o meğer. ”
Namaz sona erince, câmideki cemâat, Mübârek ellerini, öpmek istedi, fakat,
Câminin üç kapısı, var idi dışarıya,
Acep hangi kapıdan, çıkardı bu evliyâ?
Lâkin üç kapıdan da, çıkan seviniyordu, Hepsi de, “Öpmek ile, şereflendim” diyordu.
Sonra Molla Fenârî hânesine giderek,
Talebesi olmağı, arzu eylemişti pek.
Lâkin o, “Bu şehirde, sırrım faş oldu” diye, İstedi ki Bursa’dan, gitsin başka bir il’e.
Bir sabah, bu niyetle, çıkmıştı ki Bursa’dan,
Duyup Molla Fenârî, yetişti arkasından.
“Bir çınarın dibinde, geri döndürmek için, Çok yalvardı ise de, mümkün olmadı lâkin. Bursa’ya doğru dönüp, mübârek zât o ara,
Duâ etti Bursa’ya, hem de BursalIlara.
Duâyı, o çınarın, dibinde etti diye,
Bu gün Duâ Çınarı, deniyor o bölgeye.

:i >îi. Gitmeyip Bursa’da ması için çok yalvardı, â arda bulundu. Fakat :ııil ettiremedi. Sonunda, rs ahlara duâ etmesini is- i, Somuncu Baba, bu çı¬nı yanında Bursa’ya yö- li dönerek, feyizli, bere¬li bir şehir olması ve ye-
o tarak kalması için duâ ve vedâlaşarak ayrıldı- E ursa’da bu çınarın bu-lunduğu bölgeye “Duâ çı¬narı” denildi.
Bursa’dan ayrılan So¬muncu Baba, Aksaray’a geldi. Burada ömrünün so-nuna kadar İslâmiyet! yay¬mak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksa¬raylIların gönüllerinde eri¬şilmesi güç olan mümtâz
i ÂHİRET İÇİN ÇALIŞIYORDUK
tfâmid-i Aksarâyî hazretleri, bir gün zirâatla uğra- r talebelerinden birine bir mikdâr tohum verdi ve; iliıi tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin ir .yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz.” ıiyt|ırdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği s/İsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevka¬ni güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin nemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tar¬ardan hangisi bizim, hangisi sîzindir?” buyurunca, elde son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; ı tarla sîzindir efendim” dedi. O da, ekinlere baka- “Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahı- z :lan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı?” de- , üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir ol¬cunu gören talebe, hakikati söyleyerek üzüntüsünü ic reli.
e erişti. Artık ona Aksarâyî denilme- ıdı. Hâcı Bayram’ı lapça gittiler. Dö- Bj Hâcı Bayram’ı Î lîalîfe, vekîl tâyin ılJarı irşâd etmekle dlirdi.
jrı yaşlı bir kadın 3 gelip; “Efendim! r ineğim vardı. Sa- ıs ğırtmaca teslim ;alt akşam dönme- ajraçlım, bulama- ol||İLir derdime çâre d fiye yalvardı. Ka- üfühtüsüne daya¬namayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz et- râfı bir araştıralım, bulur¬sak getiririz” buyurdu. Dı¬şarı çıkıp, sağa sola araştır¬ma yapmadan, hep bir isti¬kâmette gitti. Kadın da onu gizliden tâkibe başladı. Hâ¬mid-i Velî, bugünkü türbe-sinin bulunduğu yere geldi ve ineğin otladığını göre¬rek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar

Malatya’nın D&rande ilçesinde bulunan Somuncu Baba Camii külliyesi orta anadıtlıı (kuzey-güney) evliyaları 34
karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyor- dum.” dedi. Bu konuşma-ları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu en çok sevenler arasında oldu.
Hâmid-i Aksarâyî haz-retleri, 1412 (H.815) sene¬sinde, bir gün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rekat namaz kıldıktan son¬ra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hâcı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki er¬kek çocuk bırakarak, bu¬günkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının orta- larındadır. 1980 (H.1400) senesinden îtibâren, Aksa¬raylI Şahin Başer Beyin gayretleriyle türbesi yeni¬den onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhânîyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuş-
s
%
Darende ilçesinde bulunduğu bildirilen kabri
tuklarını, dünyâyı unuttuk¬larını söylemişlerdir. Onu vesîle ederek Allahü teâlâ- ya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişler¬dir. Son yıllarda yapılan bazı yayınlarda Somuncu Baba’nın kabrinin Dâren- de’de olduğu da yazılmak- tatır. Bazı yazarlar da buna cevap vermektedir. Biz bu eserimizde her iki şehirde de kabul edeceğiz.

Aksaray kabristanında j bulunan Somuncu Baba’nın kabri

Hâmid-i Velî hasretlerini çok sevenlerden bijrii şöyle anlattı: “Aksaray’da! memur olarak vazife yapıyordum. Bir üst makâma terfim ihti- lâflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gitî in. Türbe¬sini ziyâret ederek, duru¬mumu anlattım Çjilehâne- sinde iki rekat namfcz kıldık¬tan sonra eve geldîjm. Gece rüyâmda Hâm’d-i Velî’yi gördüm. Bana; “Evlâdım, hiç üzülme, üst frıakâma geçeceksin. Biz velîler, se¬nin o makâıricî geçtikten sonra, istifâ edip, serbestçe İslâmiyete hizrrlıet etmeni, Allahü teâlânın emir ve ya-saklarını insanlara bildir-meni arzu ediyoruz” bu-yurdu. Hakîkaten, kısa za¬man sonra bir üst makâma geçme emri geldi ve istifâ- mı vererek İslâmiyete hiz¬met etmeye çalıştım.”
Hâmid-i Aksarâyî haz-retlerinin okuduğu kaside¬ler, AksaraylIların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Biz ol âşık yiğitleriz,
Akıl, rüşd bize yâr olmaz. Mey-i aşk ile sermestiz,
Bizler asla sarhoş olmaz. Diriyiz dâim ölmeyiz, Karanlıkta hiç kalmayız, Çürüyüp toprak olmayız, Bize gece gündüz olmaz. Bizim illerde ay ve gün,
Sebat üzre durur dâim. ‘ Televvün irişür âna,
Gehî bedr ü hilâl olmaz.
Bizim bahçedeki güller, Dururlar tâze, solmazlar, Hazân olup dökülmezler,
Kış mevsimi bahâr olmaz. Şerbeti aşk için içtik,
Ferâgat mülküne göçtük,
Yanıp aşkınla tutuştuk,
Bize tahrûk ü târ olmaz.
îrelden Şems’in nûruna, Vücûdun zerreden katre Ne katre, ayn-ı bahr oldu. Ona çukur kenâr olmaz.
Bırak ey Hâmidâ vârı,
Görem dersen sen ol yân, Göricek ol tecelliyi,
Ondan üstün kemâl olmaz.
1) Şekâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.74
2) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.425
3) Nefehât-ül-Üns; s.683
4) Semerât-ül-Fuâd; s.7
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye;(49. Baskı) s.1080
6) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.72
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.52
8) Silsile-i İsmail Hakkı Bursevî
9) Akşemseddin; Ali İhsan Yurt
10) Somuncu Baba, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz
HE bu hamid Şeyh Hamid-i Veli, Şa¬hin Başer
yûsuf hakîkî baba; Ak-saray’da medfûn evliyâ- dan. Halk arasında So-muncu Baba diye meşhur olan Hamîd-i Velî hazretle¬rinin oğludur. Halk arasın¬da Güzel Baba diye de ta-nınır. Çocukluğundan îti- bâren babasının terbiyesi altında yetişip kemâle eren Yûsuf Hakîkî Baba, Konya ve Aksaray medre¬selerinde de okudu. Baba¬sı ile birlikte Erdebil’e de de gitti. Hacı Bayram-ı Ve- li’den icazet ve halifelik al¬dı. Babasından sonra vefât edinceye kadar Aksa¬ray’daki hankâhda şeyhlik yaptı. 1486 (H. 892) yılında vefat etti. Ancak vefat tari¬hi hakkında farklı rivayet-ler de vardır. Hakîkînâme, Muhabbetnâme, Metâli- ül-îmân kitapları yanında tasavvuf âdâbıyla ilgili eseri ve babasının Şerh-i Hadîs-i Erba’în adlı eserine hâşiyesi olan Yûsuf Hakîkî Baba’nın türbesi Aksa-
arta anadolu (kuzey-güney) evliyaları 38

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*