Tosun Hikayesi

Roman ve hikâye türündeki eserleriyle tanınmış olan yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi GÜRPINAR (1864 – 1944), bü­tün eserlerinde «.toplum için» ilkesine bağ­lı kalmıştır. Ele aldığı konular ve kişiler, gözlem yoluyla çevresinden seçtiği konular ve kişilerdir.

Aşağıda yazarın bir hikâyesini okuya­caksınız.

| TOSUN                                 f

SülükLü’nün dar, dolambaçlı sokaklarından birinde çıplak ayakla­rındaki takunyalarını bozuk kaldırımların üzerinde at nalı gibi takır* > datarak koşan bir kız çocuğu, viran bir evin önünde durdu. Kapı tok* inağını birkaç defa vurdu. Açan olmadı.

Birbirine yaslanmakla ayakta durabilen bu kağşamış evceğizler sanki bir sırada uyuyorlar… Yerde, duvar üstünde sönük bakışlarla ağır ağır gezinen tüyleri seyrelmiş, karnı kanuna yapışmış birkaç aç kedi sokağın hareketsizliğini canlandırıyor… Cumbaların birine asılmış küçük kafesteki saka kuşu, mahpesinin çubuklarım gagalayarak aşağı, yukan çırpmıyor.

Takunyalı kızın elinde küçük bir kâse var. Açılmayan kapımn tok mağına bir daha yapıştı… Tak, tak, tak… Gene çıt yok… Bu defa çocuk sinirlendi, tokmağım oyuncak yaparak tak, taka, tak, taka… tak, taka, tak, tuhaf bir kadans tutturdu. Ye bu takırtının âhengiyle gittikçe cez­belenerek elindeki kâse muhteviyatının çalkana çalkana yansım döktü.

Nihayet içeriden kart, kısık bir ses fışkırdı:

—    O takırtıyı yapan, ellerin İlâhi teneşire gelsin e mi? Ben alil vü­cut bir kadınım. Hangi bir işe yetişeyim? Sizi kapı dibinde mi bekle­meli? Terbiyesiz… Patladın mı? Ne oluyorsun? Biraz bekle.

Bu taltifkâr sözlerle kapı açılır. Kızcağız kırçıl saçlan didiklenmiş yün gibi şakaklarına yapışmış koca kafalı, kısa yuvarlak ellilik bir ka­dınla karşılaşır. Bu müvacehede kocakan öfkesini yenmek lüzumuyla sözünü değiştirerek:

—   A Zehra, yavrum, sen misin? Bilemedim, lâfımı geri aldım. Da­rılma… Çok yaşayacaksın inşallah… Elindeki kâsede ne var?

—    Okunmuş su… Annem yolladı. Amcama tçirecekmişsln.

—   Ha… ha aklıma geldi… Söylediydi. Kazancılar şeyhi Mümin Efendiye okutacaktı. Nerede buldu bu adamı?

—    Sus teyze, adım söylemek yasakmış…

—    Hastaya nasıl lçirflecekmiş bu su?

 

—    Aimem işte geliyor, dedi.

Morarmış bir çift baldırın altında takırdayan sesler gittikçe yak* taşıyordu. Gönlerden beri tuvaleti ihmal edilmiş saçaklı’ bir baş, yam­ru yumru kaldırımların üzerinde sallanan vücutla beraber sarsılarak gelebildi.

Hane sahibi sordu:

—    Emine, nasıl becerdin bu işi?

—      Artık sorma… Sus… Kimsecik duymasın« Şeyh okumaya kor­kuyor. Nasılsa işte sizli mizli okuttum

—    Nasıl içirilecek?

—      Üç Kulhüvallahü bir EIlıam okuyacaksın. Ba suya üfleyip içi­receksin…

—    İki rahmetin biri değil mi? Ya iyi olacak, ya ölecek.

—    Rabbimin işine karışılmaz… Fakat demelerine bakılırsa öyle…

—      Hey ağzım öpeyim kardeş… O ölmezse ben öleceğim. Toprak kesildi, kaldırıp koparamıyorum. Gençliği, parala zamanı ellere yaradı. Bu könkürlemiş hali bana kaldı… Yukarı çıkalım da bir bak. Daha ne Icadar yaşar? Bir tahminleyiver…

İki kadın, çocuk, birinci kata çıkarlar… Mevsim sıcak bir sonba­har. Cenuba nazır küçük bir sofayı dolduran güneş, yaz gibi ısıtmış…

Bir kenarda, delikli koltuğu üzerinde kır sakallı menzul bir ihtiyar »türüyor. Orada, burada bulaşık kaplar… Telveli fincanlar. Kirli bez­er, süt, şeker, yemiş döküntüleri… Ortada biri gezindikçe küme küme sinekler bir yerden kalkıp diğer taraflara taksim oluyorlar… Menzu* ün suratında, ellerinde nafaka arayanlar yer değiştirmeğe nazlanı­yorlar.

Meflûç adam: Âdeta şişman, geniş omuzlu, göbekli, kırmızı yüzlü, rür kaşlı. Hareketten kalmış vücudunun bütün ifadesi yumru alnının atındaki gözlerioe toplanmış. Yüzünün aşağı kısmım çevreleyen top »kalında bir nevi halâvet var…

Menzulfîn zevcesi Hayriye Hanım, komşusu Emine’yi yakasından ^ekerek:

—    Gel kardeş bak. Bunda hastaya benzer surat var mı? Pancar- lan kırmızı. Malak gibi bıngıl bıngıl. Böyle hiç kımıldamadan lök gibi ıturuşunu bana eziyet olsun diye inadına yalancıktan yapıyor sanı- orum.

Komşu kadın hastayı çok sağlam bulduğuna teessüfünü bildirir ılr yüz buruşukluğuyle:

—  Vah zavallı Hayriye, sen daha bundan çok çekeceksin. Bu, bu yın, öbür ayın işi değil. Anladın mı? Allahın hikmet!, niçin böyle otur- ukça semiriyor?

—                       …..iMiuyi’iH’ ıı*w ılMrlıııNi Uyl* hlı tnnlr yııpıııtftı kİ, çok «*’c meden lıiirıl.v« **#•»«» Imimşui’Hİiiiii umumyıı liNylmııiftıııı. ICIıleıı her çareye **kn vuntmk hu ııyıun (turumu geliştirmeye Yeılller lıi’iıılııt lılı kOiUltlk K*lnıey*eetlııe e İhı gt^’tlkçe dalı» fıu.lıı Ina- nıyoılımlı. IIn/ııı yi’ii’ uw.Ani.Vut’, brş aliminin avucumun Içlmlr Hiçr#- yıp oyıııtıııulitrıııa nihaimde «diyordum. Kız ve erkek çocuklar saçlun- idiii aru*ıııu kudur girmeye cenaret ediyor, saklambaç oynuyorlardı. Dillerini unlamada ve konuşmada da hayli İlerlemiştim. Bir gün impa­rator memleketine mahsus bir iki oyunla beni eğlendirmek istedi. Bu oyunlarda, Lilliputlular, bildiğim bütün milletleri maharet ve İhtişam bakımından gölgede bırakıyorlar ,beni en çok eğlendiren, iki kadem uzunluğunda ve yerden on iki parmak yükseklikte ince, beyaz bir ipli­ğin üzerinde sıçrayıp oynayan ip cambazları oldu. Bunun için okuyu­cularımın biraz sabırlı olmalarını dileyerek bu oyun üzerinde biraz durmama müsaade etmelerini rica edeceğim.

Bu oyunlara, ancak büyük memuriyetlere geçmek ve sarayda yük­sek teveccüh kazanmak için namzetliğini koyanlar giriyor. Adaylar kü­çük yaştan bu sanatta yetiştiriliyor; asil ailelerden de olmayabiliyor­lar. Büyük memuriyetlerden biri sahibinin ölmesi veya gözden düş­mesiyle (ki bu sık sık oluyor) boş kalınca, beş veya altı ay İmparator hazretlerini ve saray erkânını ip üzerinde cambazlık ederek eğlendir­mek istediklerini imparatora İstida ediyorlar ve ipin üzerinde, yere düşmeden en fazla sıçrayan o memuriyete geçiyor. Çok kere impara­tor hazretleri, başlıca nazırlarına da maharetlerini göstermelerini, yet­kilerini kaybetmediklerine kendisini inandırmalarım emrediyor. Ha­zine nazırı Filmnap, ip üzerinde, bütün imparatorluktaki erkândan bir parmak daha yükseğe sıçramakla ün salmıştı. Bu adamın, bizim sicim­ler kadar kalın, gergin bir ipe bağlı bir tahta üzerinde arka arkaya birkaç kere takla attığım gördüm, özel işler genel sekreteri, dostum Reldresal’ın taraflılık etmiyorsam, hemen Filmnap’tan sonra geldiği kanaatmdayım; öteki büyük memurlar aşağı yukarı aynı ayardalar.

Bu eğlencelerde sık sık feci kazalar olduğu kayıtlardan anlaşılı­yor. Ben gözlerimle, iki üç adayın yere düşerek sakat kaldıklarım gör­düm. Fakat asıl, nazırlar maharetlerini göstermek emrini aldılar mı tehlike daha büyük oluyor. Çünkü bunlar, gerek daha fazla hüner elde ettiklerini göstermek, gerek arkadaşlarım geçmek iddiasıyle, kendile­rini o kadar zorluyorlar ki, aralarında hiç düşmemiş olan hemen he- men yok gibidir; bazılarının ise, İki üç kere düştükleri olmuştur. Ben gelmezden bir iki yıl önce, Filmnap da düşmüş; fakat bereket versin kral hazretlerinin yastıklarından biri yerde bulunuyormuş da, Filmnap

 

üzerine düşerek sert yere çarpmaktan kurtulmuş; yoksa muhakkak ka­fası kırılırmış.

Bir de yalnız imparator, imparatoriçe ve başnazırm bulunduğu, hususî zamanlarda tertip edilen başka eğlenceleri var. İmparator, bir masanın üstüne, biri mavi, biri kırmızı, biri de yeşil altı parmak uzun­luğunda, ipekten üç tane ince iplik koyuyor. Bu iplikler, imparator hazretlerinin teveccühlerini dağıtmak istediği kimseler İçin ortaya koy­duğu mükâfatlardır. Tören büyük kabul salonunda oluyor. Burada, namzetlerin hüneri, yukarda sözünü ettiğim müsabakalardan büsbü­tün başka bir şekilde deneniyor; bunun benzerini, Yeni dünyada olsun, “0 Eski dünyada olsun, hiç bir memlekette görmedim. İmparator, elinde yere düz olarak bir değnek tutuyor; müsabakaya girenler birer birer ilerliyor; imparator değneği uzatınca, üstünden atlıyorlar; indirince sürüklene sürüklene altından geçiyorlar; bu hareketleri, birçok kere, her iki yandan da yapıyorlar. Bazen değneğin bir ucunu imparator, öteki ucunu başnazır tutuyor; bazen de değnek yalnız başnazırm elin­de oluyor. Hareketlerinde en çevik olan, bu atlayışı ve sürükleyişlere en çok dayanan, mavi ipliği kazamyor; kırmızısı ikinci gelene, yeşili de üçüncüye veriliyor. Bunlar da ipliklerini, iki kere dolaştırarak bel­lerine sarıyorlar. Sarayda yüksek şahsiyetler arasında bu kuşaklardan taşımayan pek az kişi görülebiliyor.

\

Bundan sonra Gulliver’e ba/ı şartlarla ülkede istediği gibi dola­şabilme izni verilir. Bundan yararlanan Gulliver, Lilliput’un başkenti Mildendo’yu gezer, gördüğü sarayı anlatır.

Bir gün, imparatora, komşu düşman ülkeye (Blefuscu) karşı sa­vaş açtığı takdirde yardım edeceğine söz verir. Çok geçmeden çıkan savaşta, düşman donanmasını iplere bağlayıp gizlice Lilliput’a geti­rir. Kendisine, buna karşılık, en yüksek şeref rütbesi verilir. Blefus- cu’lar barış istemek zorunda kalırlar.

Guliver’in bu başarısını çekemeyen ileri gelenler, bazı bahane­lerle ona karşı düşmanlık yaratırlar. Gulliver de bu suçlamalar so­nunda Blefuscu’ya kaçar, oradan da rastladığı bir ticaret gemisiyle yurduna döner.

Bu arada Lilliput’taki parti kavgalarını, komşu Blefuscu ile iliş­kileri; bilgi, gelenek ve eğitim yollarını anlatır.

Gulliver, bu gezisinden sonra ^ Devler ülkesine (Brobdingnag),

Uçan Ada’da garip bilginlerin yanına; en sonunda insanın esir, atm efendi olduğu ülkeye gider. Buralarda da gördü



[I] Namusla Açlık Meselesi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, (1945).

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*