Toprağın Sesi

Toprağın Sesi…

Sargun A. Tont

ODTÜ Biyoloji Bölümü

1855 yılında ABD’nin Oregon eyaletinin Walla Walla vadisi üç Kızılderili aşiretinin topraklarının beyaz adama satışını resmileştiren (!) bir törene sahne oluyor, imzalar atılmadan önce Cayusus’ların genç lideri hükümeti temsil eden Vali Stevens ve General Palmar’a bakarak şu konuşmayı yapıyor: “Acaba toprağın söyleyeceği bir şey yok mu? Acaba toprak söylenenleri dinliyor mu?…Ama ben toprağın ne dediğini duyuyorum. Toprak diyor ki: Beni buraya koyan ulu ruhtur Ulu ruh bana Kızılderililere iyi bakmamı, onları doyurmamı söyler… İnsanoğlu da benden yapılmıştır. Beni dünyaya getiren büyük ruh toprağa iyi bakmamı ve birbirimize zarar vermememizi istedi.” Bu sözlerin söylenmesinden yıllar sonra ünlü World Watch Enstütüsü-nün başkanı Lester Brown bir kitabında şunları yazıyor: “Ekilebilir topraklar yalnız tarımın değil uygarlığın kendisinin temelidir… Toprak kaybı, uygarlığın karşılaştığı en ciddi tehlikedir. Petrol rezervlerinin tükenmesi halinde uygarlık hayatta kalabilir; fakat toprağın üst tabakasının kaybıyla bu uygarlık ayakta kalamaz.” Acaba, aşırı erozyon ve kirlilikle her gün biraz daha benliğini yitiren topraklarımızın bu acıklı hali Kızılderlier’in gösterdiği saygıdan mahrum olmamızın bir sonucu değil midir? Bakın, Lakota aşiretinden Standing Bear (Ayakta Duran Ayı) adlı bir Kızılderili, toprak ile ilişkileri hakkında neler diyor: “Lakota bir gerçek doğacıydı- bir doğa aşığıydı.

O bütün dünyayı ve dünyanın her şeyini sevdi, bu bağlantı yaşlandıkça daha da arttı. Yaşlı insanlar toprağı o kadar çok severlerdi ki, onun analık kuvvetini hissedebilmek için yere otururlar ve uzanırlardı, insan derisinin toprağa değmesi iyi bir şeydi ve yaşlılar mokasinlerini (bir
dan kaynaklanan çelişkiler olduğundan, çoğulcu yaklaşımlara özgü düzeltmelerle giderilmelerine olanak yoktur. Dolayısıyla Marksistler, çevre sorunlarının çözümünü sistem değişikliğinde ararlar.

Son boyutta ise, gerekirciliğe inananlarla, özgür istence önem verenler
nevi çarık) çıkartıp kutsal topraklarda çıplak ayaklarla yürürlerdi. Onların çadırları toprak üzerine kurulur ve tapınakları topraktan yapılırdı. Havada uçan kuşlar sonunda toprağa konarlar ve orası bütün yaşayanların ve büyüyenlerin son yerleri olurdu. Toprak teskin edici, güçlendirici, temizleyici ve iyileştiricidir. İşte bu yüzden hayat veren kuvvetlerden ayrılmamak için yaşlı Kızılderililer hâlâ yerde otururlar.”

Ne kadar şanslıyız? Fazla değil, 50 yıl kadar önce Aldo Leopold adında ünlü bir akademisyen, bu saygı ve sevgiyi ekolojik prensiplerle birleştirerek ortaya yepyeni bir Toprak Ahlakı çıkardı. Sand County Aimanac adil kitabının önem-

li bir bölümünü oluşturan Toprak Ahlakı adlı makalesinde Laapeld gelenekse! ahlak düzenlerinin bireyin, toplumun bir parçası olduğu ve bireylerin birbirlerine karşı sorumlulukları üzerine kurulduğunu yazar. Fakat, son yıllarda elde edilen ekolojik bilgiler “toplumun” çok daha geniş bir anlam taşıması gerektiğini ve insan, hayvan, t-~\i ve toprağın sanıldığından daha çok birbirleriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla ahlak düzeninin de genişletilerek toprakları, suları, bitkileri ve hayvanları, kısacası bütün ekosisteml içine alması gerektiğini vurgulayan Leopold’ın aşağıdaki pasajdan anlaşılabileceği gibi toprağa bakış açısı Kızılderililer’den pek farklı değildir: “Ekolojik vicdan, toprak ahlakını, toprak ahlakı ise daha sağlıklı bir toprak için insanların sorumluluğunu yansıtır…(Toprağı) korumak demek insan ve toprak arasında uyum sağlamak demektir…Birisi, neden bu alanda kanunlar kurallar yok diye sorduğunda verilen yanıt “toplum daha hazır değil, eğitilmesi gerekir” dir. Fakat bugünkü eğitim, kişisel çıkarların dışında toprağa olan sorumluluğumuzdan bahsetmez. Sonuç olarak bugün daha çok eğitim fakat, daha az toprağımız, daha az ağaçlarımız ve bir o kadar da sel baskını var…Vicdan yoksa sorumluluk da bir anlam ifade etmez ve karşı karşıya olduğumuz
arasındaki ayrım tartışılmaktadır. Gerekirciliğe inananlara göre, insan davranışları, iklim, toprak ve topografya gibi fizik koşullarının yanı sıra, ekonomik etkinliklerden, toplumsal örgütlenmenin biçiminden ve hatta fizyolojik özelliklerden bile etkilenir. Özet* istence önem verenlere göre de ¿s. olan varoluşçuluktur.

Çevreci akımların enü ; 21 nışsal bir yönü de vardır. A’–«-■*. lumların gelişme seyrini beı::-; • =1 limsel ve teknik gerekirciliğin scciü-lanması da akımlar içinde tartışıl:: Tüm bu konularla ilgili daha gen.*-bilgi Prof.Dr. Ruşen Keleş ve Doç.ij: Can Hamamcı’nın ortak hazırladıklar. İmge Yayınevi’nden çıkan Çevrebiliır. adlı kitapta bulunabilir.

Bu ana akımlar çerçevesi içinde yi da arasında kurulmuş çevreci örgütle: de kendi içlerinde farklılık içerirler. Dünyaya genel olarak bakıldığında. ABD’deki sivil çevreci örgütler Gro-ups of Ten çatısı altında toplanırlar ve
problem sosyal vicdanın genişletilerek toprağı da İçine almasıdır…Sevgiden, saygıdan ve hayranlıktan yoksun, toprağın değerini göz önüne almayan bir toprak ahlakı düşünülemez.”

Sanırım, şu günlerde bizim toplumumuzda toprak ahlakı üzerine aktif bir çalışma yok. Belki de bu eksiklik biraz da ozanlarımıza yeteri kadar kulak vermememizden kaynaklanıyor. Toprak ahlakı, toprak sevgisi ve saygısı gündeme geldiğinde bizim Aşık Veyselimiz”’in ne bir La-kota’dan ne de Leopold’dan eksik bir yanı yoktu: “Dost dost diye nicesine sarıldım/ Benim sadık yarim kara topraktır/ Beyhude dolandım boşa yoruldum/Benlm sadık yarim kara topraktır.” Ozanımız Tarlama adlı şiirinde belirttiği gibi, toprağa saygı ve sevgi keseye de bereket getirir: “Çalışırsan toprak verir, cömerttîf/Şaiişfnak sana büyük servettir/Emeksiz istemek dermansız derttir,/Kese coşar, gönül coşar, el coşar.” Başka bir ozanımız, Ahmet Kutsi Tecer, yukarıda özünü ettiğimiz topraktan kuvvet almak için yere uzunan Kızılderililer ile benzer duyguları paylaşıyor.’lstemem başımın üzerinde dam,/Tabiat odam./istemem topraktan başka bir yatak,/Kehkeşanlar tak.” Şu dünya ne kadar küçük? Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yeşeren Toprak şiirinde beyaz adama toprağın sesini duyup duymadığını soran yerliye yanıt verir gibidir: “Duyacaksın duyacaksın sen de İnanıyorum/Bİ- . raz daha yaklaş/Eğil/Üzerine kardeşlm/Bllir mi- -sin ne der?” Aldo Leopold’dan Aşık Veysel’e, = Ayakta Duran Ayı’dan Fazıl Hüsnü Dağlarcaya kadar toprağı seven ve bu sevgiyi bizlerle paylaşanlara şükranlarımızı sunarız. Toprağa yaptıklarımıza gelince: Nail Tan, Özgür adlı şiirinde : hepimizin duygularına ne güzel tercüman olmuş: “Önce toprağı klrlettik;/Ne geçtiyse elimize attık üzerine,/Kıydık canım ağaçlarına çiçek-lerine/Çöpten görünmez oldu baharın sıcak yü-zü./Topraktan özür dileriz.”

kararlar alarak Hareket ederler.

çatının altında yer almayan ve ken-: ri hareket olarak tanımlayan bir çev-örgüt de Earth First’tür. Bu örgüt şiddet karşıtı olarak gösterir, ■~:~ıı bazı eylemlerde sabotaja yer ve–;.rr. Örneğin, Kanada ormanlarında ::.ç kesimini engellemek için ağaçla-_~iiyük çiviler çakan Earth First gru-.. daha sonra bir oduncunun ağacı -T’^rken bu çiviler yüzünden yaralandı sonucu suçlanmıştır. Green-hem Groups of Ten’den hem Earth First’ten farklıdır. Eylemleri medyatik olan Greenpeace, ka-

– _oyu tarafından en çok tanınan çev-
. ışmın temelinde bilimsellik yatar, •ienpeace laboratuvarları ve araştır-

– _ gemisi sayesinde topladığı verileri ■-..imsel yöntemlerle değerlendirir.

Tüm bu sivil çevreci örgütlerin dı-“ia, bir zamanlar Türkiye’de de kulmuş ve daha sonra kapatılmış olan : i-şiller Partisi vardır. Sorunlara çö-

Çevre Kültür ve Sanat

…¿e Erzen

-•7′-’’ ODTÜ, Mimarlık Fakültesi

‘eryüzünün gözardı edilmez bir biçimde tehli-

• i’. e girdiğinin farkedilmesiyie “çevre” birçok dilier-îc’ anahtar sözcük haline geldi ve giderek daha •¿¡—aşık anlamlar edindi. Hatta çevrenin yol olma-î caşlaması, yeni teknolojilerin sanat, mimari ve -j~ şetimlerde insanı çevresinden bağımsızlaştır-

ve doğadan koparması, bu yitirilen çevrenin •¿.’â’n olarak her zamankinden daha çok irdelen–e>”3, farkında olunmasına yol açtı denilebilir.

‘3 yok olurken, İnsanın ayağı artık toprağa :a=~azken “çevrecilik” yaygınlaşıverdi. Kaba bir —le, “Kral öldü, Yaşasın Kral”.

Jevre, ilk anda algılanan fiziksel olgudan çok sra geniş, tüm zamanın verilerini barındıran, tüm 35a-Tiışlıklann izlerini taşıyan ve her olgunun, her t sonsuz ilişkiler ağının sınırsız ölçek, katman e çağlamda biçimlendiği bir bütündür. Ekoloji, fi-;»s^!Kle sınırlanmazsa, bu bağımlılık ağını ortaya

• r.’-ğu İçin “çevre”yl anlatmakta önemli bir kav-•r”:r. Çevre ile ilgili tüm düşünceler kültür olgusu’- Hesaba katmak zorundadırlar. En geniş tanı-

– e <ültür, barınmak ve insanın barındığı yeri ge-trr~esi, barınılabilir, iyi ve güzel kılmasıdır. Bugün •s-s-ızdaki en önemli sorun dünyada daha ne •scsr barınabileceğimizdir. Bütün teknolojik geliş–e^e rağmen insanın doğadan tümüyle bağımsız rır ramak oluşturabileceği olası görünmüyor. Kül–_r? „’etimlerin bütünü ise bir şekilde doğa ile iliş-

-…………. Bu açıdan bakıldığında çevre ve kültür bir

oluşturmaktadır. Çevre insanın ancak kültü-■= zeğerlerle bakabildiği bir doğadır. İnsan kültürü–_r .a da değer birikimlerinin ötesinde, onlardan r'”imiş bir çevreyi, bir doğayı algılayamaz. Bir rr r olarak insan yaklaştığı her olguya değer yar-
zümleri. siyasi yöntemlerle arayan Yeşiller Partisi özellikle Avrupa’ca çok güçlü bir siyasi konumdadsr ve Avrupa siyasetinde önemli yer tutar.

Tüm çevreci hareketler içinde ekofeminizmin ayrı bir yeri vardır. Kelimenin dar anlamında, yani ekolog feministler anlamında algılanmaması
gıları ışığında ve onların etkisiyle bakar. Bu anlamda kişinin, öznenin dışındaki çevre dediğimiz olgu hem sınırsız, hem çok katmanlı ve çok boyutludur. Bugüne dek çevre sorunlarına çözüm arayan teknik, ya da derin ekoloji gibi radikal ahlaki yaklaşımların yaygın ve temel çözümler getirebildikleri söylenemez. Bilim, dünyanın eko-sistemlerini yeterince kapsamlı olarak tanımlayabilmiş değildir. Çevre ve ekoloji arasındaki ilişki, bir kültür konusu olmakla, çok boyutlu ve disiplinlerarası bir yaklaşım ve estetik bir duyarlılık gerekmektedir. Bilgi sanatta ve bilimde farklı aracılar ve farklı boyutlar içerir. İnsanın çevresi ve doğa ile ilişkisi aynı zamanda öznel, duygusal bir boyut içermektedir. Bilim, ilişkinin bu boyutunu ihmal etmektedir. İnsan baktığı şeyin bir parçasıdır; insanı doğadan kopararak doğayı anlamanın imkanı olmadığı için bilimin nesnelliği çevre ve ekoloji alanında yetersiz kalmaktadır. Kültür İse tanımlarını daha bütünsel olarak yapmak çabasındadır. Kültürün sınırı insanın sınırı, kültürün aşmak istediği insanın ölümlülüğüdür. Kültür bu sınırı aşarak, sözlerle ve nesnel olarak anlatılamayacak bir alanı içermeye çalışır. Sanat çevrenin, doğanın ve varlığın nesnel olarak anlatılamayan değerini her-zaman sözlerden çok daha zengin ve daha derinlikli olarak ifade edebilmiştir. Bugün kültürün ve ekolojinin başlıca sorunu insanın doğa içindeki yerinin ve anlamının saptanmasıdır.

İnsan doğaya bazı simgeler dikerek/ekerek, doğada barınmaya ve çevreyi oluşturmaya başlamış ve bu yolla kendi insan olma özelliğini geliştirmiştir. Doğa ve çevre ile tekrar anlamlı bir ilişkiye geçebilmesi için, zaman içinde medya ve reklâmcılığın sığlaştırdığı imgelerde tekrar içerikler algılayabilmesi, doğanın mesajlarını anlayabilmesi, çevresi ile bir diyalog oluşturması gerekmektedir. Yok olma, ölüm yalnızca insana ait bir olgudur ve bunun önemini ancak siflÜt ve estetik bir algı ve ifade aktarabilir. İnsan doğa ile farkını ve doğaya olan sorumluluğunu ancak kültürel alan içinde anlayıp tanımlayabilir. Doğa için böyle bir sorun ya da her-
gereken ekofeminism, kadınların \enl bir dünya vc vcnı bir do2^ ânlâvisım sahip olduğu, bu yüzden çevre sorunlarına farklı bir açıdan bakabilecekleri bir çevreci akım anlamına gelir. Eko-feminist politik eyleminin gücü, kadınların toplumsal, fiziksel ve tinsel deneyimlerini birleştirmesinde yatmaktadır. Doğayla yakınlığı temel alan ekofeministlerin, toplumsal ve politik sorunlardan uzak kalması gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü kadınların “biyolojik özgüllüğü” ve tinselliği muazzam bir güçlenme kaynağıdır. Fritroy Capna Batı sanayi toplumunun yıkıcılığının ve onun tin-5C1 voksüftiüguraûn k&öîîi-

ki geiecek. yeşi- bir mü

diye devam ediyor..

Dünya’da çevreci örgSr-erî şeneü olarak dört gruba ayırdıktan sonra. Türkiye’de örgütlerin yapısına bakı

hangi bir anlam yoktur. Bugün e^ bıiyûrc çaba c–tün teknolojilere ve tarihsel evrime rağmer ve çaları inkâr etmeden, insanın doğadan farkını gözar-dı etmeden insanın doğada kendine bir yer oluşturması, ve doğa ile yeniden sağlıklı bir anlaşma yapabilmesi için harcanmalıdır.

Dünyanın evrimi üç farklı alanın gelişimi ile oluştu. Biyolojik, teknolojik ve niceliksel, yani rakamsal ve dijital gelişme. Bu sonuncusu farklılıklar, çeşitlilikler ve hızlılık yarattı. Şimdi bu üç alan arasında bir uyum sağlamamız gerekiyor. Artık dünya hakkındaki kararlar yalnızca niceliksel hesaplarla ve teknolojik açıdan alınamaz. Artık farklı bilim alanlarına başvurulması gerekmekte, insanın parçalanmış dünyasının bütünleşmesi gerekmektedir. Bu da değer, duygu ve tinselliği de ilgilendirmektedir. Kültür ve doğa karşıtlığına ve İkilemine son verilmedikçe, çözüm bulunmadıkça insanın yeryü-zündeki yaşamı ve bu yaşamın niteliği tehdit altındadır. Bu kısa çerçeve yazısına son verirken bu vesile ile SANART derneğinin Ekim 1997’de OD-TÜ’de düzenleyeceği ‘Sanat ve Çevre’ etkinliğini tanıtmak isterim.. Bugün dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde mimarlık ve sanat öncelikle doğa ve çevre duyarlığı yaratma konusunda ve bu alandaki sorunlara çözüm bulmak sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Türkiye’de bunu öncelikle gençlerin ve disip-llnlerarası bir ortamın bulunduğu bir üniversitede gündeme getirmeyi SANART çok acil bir gereklilik olarak gördü. Üstelik ODTÜ örnek kampusu ile çevre, kültür ve eğitim bütünlüğü konusunda önderlik etmiş bir kurumdur. SANART derneğinin ODTÜ kampusunda düzenleyeceği çevre ile ilgi-

li sanat sergileri, çevre sanatı uygulamaları ve sempozyumdan oluşacak ‘Sanat ve Çevre’ konulu etkinlikler aynı zamanda ‘peyzaj’, ‘politika, kültür ve çevre’, ‘kent ve sanat’, ‘çevre sanatı’ ve ‘yeryüzünün belleği’ gibi alt temalarla da zenginleştirilmiştir. 20-22 Ekim 1997 günlerinde çevrenin çok boyutluluğu, şiirselliği ve günümüzde yaşadığı risklerle >■-gilinen herkesi ODTÜ kültür merkezine bekleriz.

yoruz. Birikim Dergisi’nin ekolojiye ayırdığı sayısındaki “Türkiye’de Hükümet Dışı Örgütlerde Ekoloji Sorunsalı” adlı makalesinde Arnd-Michael Nohl, siyasi sınıflandırmalar kullanarak Türk ekoloji hareketini, sanayi korumacıları, çevre korumacıları, köktenci çevreciler ve yeşiller olarak dörde ayırıyor.

Yeşiller, Türkiye’de partiden bağımsız olarak, SOS Akdeniz Bürosu etrafında toplanmaktadır. Yeşiller, in-san-merkezci çevre kavramını değil, ekoloji, dünya, doğa gibi kavramları kullanmaktalar. Onlara göre, temiz teknoloji yoktur ve ekolojik sorunların, panik yaratılmasın diye kamuoyunda tartışılmaması gerektiği anlayışına karşı çıkmaktadırlar. Kendilerini çevrecilerden farklı gören Yeşiller, çevrecileri “sistem içi bir hareket” olarak görürler.

İkinci grubu köktenci çevrecilere ayırırsak, burada da demokrasi karşımıza çıkıyor. Köktenci çevreciler, çevre konularında halkın açık bir şekilde bilgilendirilmesi gerektiğine, devlet güvenliğini birkaç kişi ve kurumun tekeline bırakarak bazı bilgileri sır perdesi altına almanın yanlış olduğuna inanıyorlar. Köktenci çevreciler siyasetlerini medeni hedeflerin yeniden tanımlanması üzerine inşa etmektedirler. Buna örnek olarak da, Ümraniye Çöplüğii’ndeki gaz patlamasından sonra, depo alanlarının bilimsel bakış açısıyla seçilmesi ve kaliteli teknoloji talep edilmesini gösterebiliriz.

Üçüncü grupta bulunan doğa-çev-re korumacıları, siyasi olmayan bir doğa ve tür koruması üzerinde odaklanırlar. Türkiye Çevre Vakfı ve I iirki-
rafından girişimlerde bulunulmasına neden olmuştur. Sanayicilerin de en büyük temsilcisi Çevre Koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme Vak-fı’dır (ÇEVKO). Sanayi ve Çevre korumacıları grubuna giren ÇEVKO, ağırlıklı olarak ambalaj atıklarının değerlendirilmesi ile ilgilenmekte, ancak kâğıt atıklarına ilgi duymamaktadır. Çevre koruma ile ilgili yeni yasalar diğer çevreci gruplar tarafından geliştirilmeye ve yürürlüğe sokulmaya çalışılırken, ÇEVKO üyelerinin çıkarları doğrultusunda olan bazı yasa ve yönetmelikleri eleştirmektedir. Ayrıca ÇEVKO, çevre kirliliğinin oluşma nedenini sanayiciye değil tüketiciye bağlamaktadır.

Yıkanda beli!t;ieıı ampiar a .imii-
yaşama katılma sorunu haline gelmiştir. 1992’de yapılan Rio Konferansında da benimsenerek tescillenen sürdürülebilir kalkınma; doğal sermayeyi tüketmeyen, gelecek kuşakların da kendi gereksinmelerini karşılayabilme olanaklarını ellerinden almayan, ekonomi ve ekosistem arasındaki dengeyi koruyan, ekolojik açıdan sürdürülebilir nitelikte olan ekonomik kalkınma olarak tanımlanabilir. 1990’ların kalkınma paradigması olarak kabul edilen sürdürülebilir kalkınma aslında, ekonomik büyüme konusunda doğal kaynaklar ile kalkınma arasındaki ilişki içinde, kaynakların sınırsız olmadığının ve bu şekilde düşünmeden kullanılmaya devam edil-mes; durumunda da bu kaynakların
Utah’taki Bingham Bakır Madeni 1973’te Robert Smithsorı’ın girişimleri ile bu duruma getirilmiş. İnsan eliyle tahrip edilmiş alanların yeniden düzenlenmesi, çevrecilik ile endüstrileşme arasında sanatsal bir köprü kuruyor. Sanatçının amacı buradaki madeni kamuflaj etmek değildir. Aksine merkezde bulunan dört eğri çizgi ile madenin sanatsal bir yansıması sağlanmaya çalışılmıştır. Ne yazık ki, maden işletmecileri Smithson’un değerini anlayamadan, sanatçı 1973 yılında hayata veda etmiştir.
Diıgııenuırrııeye çaıışıırdR.Launıaı. bineğin, Doğal Hayatı Koruma Derneği türlerin korunmasının çevre kirliliğine bağlı olduğunu ortaya koyarak, Dalyan bölgesinde turizmden kaynaklanan olumsuz etkileri eleştirmiştir. Özetle, doğa-çevre korumacıları çevre tahribatına, sanayi gelişiminin özünün değil, onun onarılabilir yetersizlikleri-

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*