Bilim Ve Teknik Adamları

Cağlar Boyu Bilim Ve Teknik Adamları

 

CAĞLAR BOYU BİLİM VE TEKNİK ADAMLARI

Bilim Ve Teknik Adamları

Bilim Ve Teknik Adamları

Yazan ve Resimleyen Erdoğan SAKMAN

TARTAGLİA, Niccolo

1500 – 1557 İtalyan Matematikçi

Birkaç yüzyıllık parlak bir uygarlık düzeyinden sonra İtalya komşularının savaş alanına dönüşüyor ve sık sık çeşitli ülkelerce işgal ediliyordu. Tartaglia daha on üç yaşındayken Brescia’ya gelen Fransız askerlerinden biri sorduğu soruyu doğru cevaplamayan çocuğa unutamayacağı bir tokat vuruyor ve korkudan Tartoglio’nın dili tutuluyordu. Bu durumu ileride düzeliyor; fakat düzgün konuşması yerini kekemeliğe bırakıyordu. Bu nedenle ünü yayıldığı sıralarda, asıl adı olan Fontana değil, “kekeme” anlamında “Tartaglia” kullanılıyordu.

Fakat düşüncelerinde aksamalar olmuyor, olgunluk çağında özellikle Kuzey İtalya’nın çoğu okullarında matematik öğreten Tartaglia, 24 yaşında Venedik’e geliyordu. O günlerde, matematikçiler birbirlerini yoklamak için üçüncü dereceden denklemler soruyor ya da sonuçta bu dereceden denklemlerle çözülebilecek problemler veriyorlardı. Çoğunlukla izlenen yöntem “Deneme ve Sınama” oluyordu. Tartaglia, çözdüğü birçok üçüncü derece denklemin sonuçlarını denklemin katsayıları cinsinden ifade ederek, çözümü genelleştiriyor ve x3+px’+qx+r = O gibi genel denklemin köklerini, y <* x-(p/3) alarak (A) ve (B) değederini:

A- [-b/2 + (bV4+a3/27) ViL B = [-b/2-(b2/ 4+a3/27) Vi]

hesafilayıp, x’in değerlerini; x = A ± B, x =-(A+B)/2 + (-3) (A-BJ/2 ve x, = -(A + Bj/2-(-3) (A-B)?2 elde ediliyordu.

Matematikçilerin ünleri üçüncü dereceden denklemleri çözmelerine bağlıydı; fakat Tartaglia bulduğu genel çözümü yayınlamıyor, ancak yakın dostu bildiği matematikçi Girolamo Cordano’ya açıklıyordu. Cardano “büyük yetenek” adını verdiği yapıtında genel çözümü açıklayınca, aralarındaki dostluk düşmanlığa dönüşüyordu. Sonuçta Tartaglia tartışmaları kaybediyor, üstelik Brescia’daki öğretmenliği de sona eriyordu.

Tartaglia aritmetik ve geometri alanlarında da çalışmalar yapıyor ve bugün “Pascal üçgeni” denilen çok terimliler katsayılarını veren düzeni yapıtlarında açıklıyordu. Geometrideki ilgisi üçgen piramitler oluyor, ayrıca öklit’in “Elementler” adlı yapıtının ilk kez Latinceden çevirerek aksiyomatik düşüncenin yayılmasına katkıda bulunuyordu. Kendi çalışmalarını “Tratta-to di Numeri et Misure (Sayılar ve Ölçmeler El Kitabı)” adlı yapıtında toplayarak, temel matematiğin ilk ansiklopedisini oluşturuyordu.

Mermi yolları hakkındaki matematik saklamalarını bir başka yapıtında topluyor, benzer çalışmaları yapan; fakat yayınlamayan Dö Vir.-‘r-in önüne geçiyordu. Tartaglia’yo göre, mermi “şiddetli hareketle” topun namlusunu Ters ■■ vs sn yüksek noktaya ulaştıktan sonra “doğol hareketle” yere düşüyordu. Bu iki hareket arasında biı yerde “karışık hareket bölgesi” dediği yer vardı. Kuşkusuz bu kuramsal açıklamalar, topçuların gerçek deneyimlerine uymuyordu. Bunun nedenlerini araştırmak ve gerçek durumu saptamak yüz yıl sonraki Ga-lile’yi bekliyordu.

42
CARDANO, Girolmo (Geronimo)

1501 – 1576 İtalyan Matematikçi

Hukukçu babasının dul bir kadınla evlilikdışı ilişkisi sonucu doğuyor, hastalıkları da birlikte getiren çelimsiz yapısıyla, hırçın ve anlayışsız bir ortamda yetişiyordu. Babasızlık, çoğu yerde kabul görmesini-önlüyor; hatta tıp fakültesini bitirdikten sonra bile Hekimler Birliği’ne kabul edilmiyordu.

Kendi alanında tifüs ve frengi hastalıklarını ilk tanımlayan oluyor ve Iskoçyalı bir papazın nefes darlığını kuştüyö yatak ve yastıklar kullanmasını önleyerek giderdiğinde, hem “alerji’-ye” ilk değinen oluyor hem de Avrupa soyluları arasındaki hastalarının sayısını1 artırıyordu. Cardano, tıp alanındaki yeteneğini çevresine kabul ettiriyor; fakat çocukluğunda gördüğü acımasız tepkilerin ömrü boyunca etkisinde kalarak, hemen her dalda başarılı olabileceğini kanıtlamak istiyor, böylece yıldız falcılığını bile uğraşıları arasına katıyordu.

Yeteneklerinin bilincinde olan Cardano, sonuçlan tartışmasız matematiğe de el atıyor, bu konuda, günümüzde hekimliğini unutturacak kadar başarıya ulaşıyordu. Matematikte “eksi” ve “sanal” sayıların önemini görüyor ve kullanılmalarını savunuyordu. Hatta kumarbazlığını “olasılık” hakkında kitap yazmak için zorluyordu. Bu ileriki yıllarda, Fermat ve Pascal’ın geliştirecekleri “olasılık kuramına” yol gösteriyordu.

Tartaglia’dan öğrendiği söylenen üç dereceli denklemlerir genel çözümünü yayınlayarak, aralarında ölüme kadar dinmeyen bir düşmanlığı başlatıyor; fakat genel olmasa da çözümün Hayyam tarafından başarıldığını öne sürerek, kendini Tartaglia’ya verdiği şeref sözünden dönmüş saymıyordu. Tar-taglia’nın önceliğini Cardano kabul ediyor; fakat üç dereceli denklemin köklerini veren Formüllere, matematik dünyası yine de “Cardano Kuradan” diyordu.

Bu olay, bilimde gizliliğin sakıncalarım ortaya koyuyor; fakat neyi kime borçlu olduğumuz kuralı: “ilk düşünen veya bulan değil yayınlayandır” olarak kabul edilip bugüne kadar ulaşıyordu.

Yaşama gözlerini açtığı zaman başlayan acımasızlıklar, orta yaşlarında ılımlı ve olumlu bir havaya girmişken, ileri yaşlarında tekrarlanıyordu. Yıldız falındaki ustalığına güvenerek İsa’nın falını açıkladığında bir süre tutuklanıyor, “en sevdiğim” dediği oğlunun vefasız ve aldatıcı bir kadınla evliliği, oğlunu cinayete sürüklüyor, Cardano’un etkili savunması sonuçsuz kalıyor ve genç idam ediliyordu, ikinci oğlunun çeşitli suçlarla sık sık tutuklanması açılan yaralan daha da derinleştiriyordu. Aslında kumarda yaptığı h||eler yüzünden Cardano da zaman zaman cezalandırılıyordu. Aldatıcı davranışlarından, borçlarından bir türlü kurtulamayan Cardano, kendini kabul ettirme çabasını sürdürüyor, kendi falına bakarak ölümünü açıklıyor; fakat tahmin ettiği günde dedikleri çıkmayınca, canına kıyarak yaşamına son veriyordu.

VİETA,

Franciscus

1540 – 1603 Fransız

HNstenîStîkŞf

Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra çeşıîii ifierde <.«Hî;yor; fakat yeterli kazana soğlsyamı-yordu. Belli bir çevrenin adamı olmak gerektiğini görerek Protestanlığa giriyor ve bu sayede aynı mezhebi kabul eden Henri’nin danışmanlar kurulunda hu-

BÎLÎM ve TEKNİK

kukçu Oye olarak yer alıyordu. Fakat Kral Katolikliğe dönünce, o da aynı yolu izlemek zorunda kalıyordu.

O zamanlar Fransa ve ispanya savaşıyorlardı, ispanya Kralı ikinci Filip, Fransa’daki elçileriyle şifreler kullanarak haberleşiyordu. Şifrelerde tekrarlanan simgeleri inceleyen Vieta, her seferinde gönderilen haberlerin içeriğini buluyor, böylece deneyimlerini artırarak aranan bir şifreci oluyordu. Fransızların karşı hareketlerinin nedenlerini ancak büyOcülOkle açıklayabi-leh İkinci Filip, dinde yasak olan bu uğraşısından dolayı Fransa’ya Papa’yı şikâyet ediyor, ceza verilmesini istiyordu.

Çoğu Genel Yetenek ve Matematik problemlerinin çözümlerinde temel olan “mevcut düzeni görmek ve bunun dayandığı kuralı bulmak” olan şifre çözücülüğüne Vieta’nın yaklaşımı matematik asıllıydı. Matematikteki uğraşı daha çok cebir üzerinde yoğunlaşıyor, problemlerin matematikle ifadesinde büyük önem taşıyan simgelemeyi getiriyor, bilinenleri a,b,c,v.b ve bilinmeyenleri x,y,z,V.b. ile ilk kez o gösteriyordu. Bilinmeyenlerle çarpım halinde olan bilinene (Ax deki A) “katsayı” diyordu. Eİli bir yaşında yazdığı “isagogein Artem Anolyticum (Analiz Sanatına Giriş)” yapıtı bugünkü ortaöğretim öğrenci-lerinin ilk bakışta tanıyacakları cebir kitabı idi. Bu alanda Car-dona gibi matematikçilerin önceliği olmakla biriikte Vıeta, ce-birin babası sayılıyordu. Bu başlangıcı adıyla ölümsüzleştirmek için, Türk matematikçi Harizmi’nin kitabının adında Latinceleş-tirilmiş “Algebro” sözcüğü yerine “çözümleme (anolyticum)” kullanıyordu. “Analiz” sözcüğü bugün hâlâ kullanılıyor ve “problem çözümünün cebirsel yöntemleri” anlamına geliyordu. “Cebir” sözcüğü ise denklemlerin nasıl işleneceklerini gösteren kurallar topluluğu olarak kabul ediliyordu.

Ara sıra geometri ile de uğraşan Vieta “Büyülterek Çözme” yöntemini uygulayarak Arşimed gibi daireyi çokgenleştirerek, (pi) sayısının hesabına girişiyor, kullandığı 393216 kenarlı çok kenarlıdan (pi) sayısının kesirli kısmını on basamağa kadar doğru hesaplıyordu. O güne kadar elde edilenler içinde bu en doğru sonuç oluyordu.

Vieta’ya kadar çözülememiş problemlerden biri de Appolo-nius’un ortaya attığı “verilen üç çembere de teğet olan dördüncü bir çember çizmek” idi. Bu problemi cebirsel yöntemlerle çözmesi, O’nu günün adamı yapıyor, trigonometri üzerinde yaptığı çalışmalar ve üçüncü dereceden bir bilinmeyenli denklemin çözümünde gerçekleştirdiği iyileştirmeler ününü yaygınlaştırıyordu.

ikinci dereceden bir denklemin (xJ+a x + a =0) katsayıları ile kökleri arasındaki ilişkilerin : x’ x2 = -a x x = a olduğunu saptıyor, hatta çok büyük dereceli denklem eklerini yaklaşık veren yöntemi geliştiriyor ve bu bugün “düzelterek çözüm” anlamına gelen “iteration” yöntemine temel oluşturuyordu.

VAN’T HOFF Jacobus Henricus 1852-1911 HollandalI

Fiziko-Kfmyacı

Hekim olan babası, Jacebus’-

ıstıyordu. Fakat çok sevdiği sınıf arkadaşı ünlü botanikçi Beijer-nick’in kimya dersindeki başarısı O’nu da etkiliyordu. Arkadaşı sonradan bitkibilime kaymakla birlikte Jacobus, çok çekici bulduğu kimyada kalıyordu. Yükseköğreniminden sonra Aiman-

va’va nidivor vb Kir KaLıAi ¡U kîrliU*« ~~l..
jacobus, Kekule’den çok şey öğrenmekle birlikte, öğretmen, öğrencisini pek fark etmiyordu. Buno geçiyor ve ileri eğitiminin bitmesini beklemeden, konusunda bir şeyler yapmak istiyordu. Daha doktorasını tamamlamadan birkaç ay önce organik bileşiklerin yapıları üzerindeki düşüncelerini yansıtan ilginç bir yazı yayınlıyordu.

Elli yıldan beri hemen her kimyacı, organik bileşiklerin neden

Şubat 1985
ışık yönünü çevirdiği üzerinde durmuş, hiçbiri inandırıcı bir açıklama yapamamıştı. Biot, bu durumu moleküllerin bakışımsızlığı (asimetri) ile açıklamaya çalışıyor; fakat bakışımsızlığın yerini ve yapısını bulan çıkmıyordu. Gerçi Pasteur, kristallerde bakışımsızlığı göstermişti; fakat bu, eriyiklerdeki maddelerin optik etkenliğini (ışık düzlemini çevirmesini) açıklıyamıyordu.

Jacobus, Kekule’nin atomları birbirlerine nasıl bağladığını biliyordu. Bunlar ya doğrusal ya da düzlemseldi. Problemi çözmek, karşılaşılan bir durumu açıklamak için azaltarak veya çoğaltarak Değiştirme Yöntemi kuİlanıyordu. Bunun için moleküllerin düzlemsel yapısını, bir boyut daha ekliyerek, uzaysal yapıyordu. Böylece karbon atomunun dört değerli bağlanmasını, ortasında karbon atomu bulunan bir dört yüzlü olarak düşünüyor ve molekülü oluşturuyordu.

Böylece taban tabana yerleşmiş iki melokül birbirlerinin aynı olmakla birlikte, tabana göre bakışımsızdırlar. Bu durum, ışık düzleminin neden döndüğünü açıkça gösteriyordu. Jacobus bunları açıklarken, bir diğer genç de (Le Bel) hemen hemen aynı görüşleri ileri sürüyordu. Fakat Kolbe gibi tutucu kimyacılardan kimileri, bu uzaysal karbon bağlantısına karşı çıkıyorlar, bunları açıklama için kullanılan; fakat gerçek olmayan varsayımlar kabul ediyorlardı. Yeni görüşün hızla taraftar toplaması Helmholtz’u bile endişelendiriyordu. Fakat bu görüş, uzun bir süre organik kimyada yapısal kuram olarak kullanılıyor, to Pauling’in ayrıntılı kimyasal bağlar kuramına kadar geçerliliğini koruyordu. Bugün bile kimya öğretmenleri, optik etkenliği anlatmak için Van’t Hoff yaklaşımını kullanmaktadırlar.

Kolbe’nin saldırılan Jacobus’un durumunu sarsmıyor, daha 26 yaşında profesörlük elde ediyor, daha sonra Ostwald’m başlattığı fiziksel kimya alanına yöneliyordu. Van’t Hoff çalışmalarını, kütle hareketleri ve termodinamik üzerinde yoğunlaştırıyor ve çok önemli sonuçlara ulaşıyordu. Fakat bu alanlarda Gibbs, Guldberg, Waage gibi bilginlerin çabalarından habersiz oluşu, buluşların onurunu onlara yöneltiyordu.

Bu durum bile Van’t Hoff’un çalışmalarını durdurmuyor, termodinamikteki kimyasal araştırmalarını sürdürüyordu. Araştırmacı, otuz dört yaşında, gazların hareketlerini belirleyen yasaların sulandırılmış eriyikler için de geçerli olacağını gösteriyordu. Buna göre, gazlar nasıl hava içinde hareket ediyorlarsa, sıvı çözücülerde oluşan eriyiklerin de hareketleri aynı idi. Böylece eriyiklerin daha iyi tanınmaları olanağı doğuyordu. Van’t Hoff’un bu açıklamalarına da özellikle Lothar Meyer karşı çıkıyor; fakat Kolbe’nin saldırısı gibi bu da sonuçsuz kalıyordu.

Van’t Hoff’un bu çalışmaları, Nobel Vakfı’nın kuruluşunun ilk yılı olan 1901’de Nobel Kimya ödülü ile onurlandırılıyordu. Son yıllarında Strassfurt’da bulunan ve Alman ekonomisi için son derece önemli tuzlar üzerinde çalışarak geçiren Van’t Hoff, uygulanabilir sonuçlara ulaşamadan yaşamını 59 yaşında noktalıyordu.
düşünmeye dayanan konularla ilgileniyor, fen bilimlerinden

 ortamın etkisinden kurtulamıyor, yükseköğrenimini Yunancaya ayırıyordu. Üniversite sıralarında ilginç fizik konularıyla tanışıyor ve deneylerini kendi yaparak, kimi düşüncelerin geçerli olup olmadıklarını, matematikte yalnız kalem ve kâğıt kullanarak yaptığı gibi, sınamak istiyordu.

 

Mezun olduğu Oberlin Koleji, o günlerde birinci sınıflara fizik öğretecek yetenekli,öğretmen bulamıyordu. Yeni gelişen fizik sevgisini bilen çevresi, iyi öğretici nitelikli Millikan’ı bilen çevresi, iyi öğretici nitelikli Millikan’ı görevlendiriyordu. Artık ileri eğitimi için de fiziği seçerek, yaşamı sonuna kadar sürecek uğraşısını kararlaştırıyordu. Doktorasını Pupin’in göz etiminde tamamlayarak Colombia Üniversitesi’nden doktora alan ilk kişi oluyordu.

Daha sonra Almanya’ya giderek Planck ve Nernst ile çalışma olanağı buluyor, Amerika’ya dönüşünde de Michelson ile ortak araştırmalara girişiyordu. O günün konusu, atomun artı yüklü bir çekirdek yörüngesinde eksi yüklü elektronlardan oluşan modeli idi. Bu yüklerin ne kadar olduğu üzerinde çeşitli ça-iışmalar yapılıyordu. Millikan’ın problemi, elektron elektrik yükünün nasıl ölçüleceği idi. Önce hangi atomu ele alacağına karar vermeliydi. Bunun için basit su molekülünü seçiyordu. Artık sırada elektronların ele geçirilmesi vardı. Önce Küçültme Yön-temi’ni uyguluyarak, suyu çok küçük zerrelere ayırıyordu. Fakat bunlarda yüklenmeyi ölçemezdi. Bu küçük zerreler yüklenmeliydi. Bu da ancak artı veya eksi yüklü atom veya melokül demek olan iyonlar oluşturmayı gerektiriyordu. Böylece Milli-kan, suyu zerrelere ayırdığı odacığa x-ışınları veriyordu. Genel olarak izlediği, Aşamalar Yöntemi idi. Her aşamada beklenilenin olması için daha önce ne veya neleri yapması gerektiğini buluyor, gerekeni yapıyor ve aşama aşama çözüme doğru ilerliyordu.

Kullandığı odanın üst bölümündeki artı yüklü plaka, iyonlaşma anında düşen damlaları çekiyor ve düşme yavaşlıyordu. Bu yüklenmeyi öyle ayarlayabiliyordu ki, damlaları havada tutmak bile mümkün oluyordu. Yukarı doğru olan elektromanyetik çekim gücü ile aşağı doğru olan doğal çekim gücünün iyon laştırmadan hemen önce ve sonra dengelenmesi sonucu, yüklenme miktarını ölçebilirdi. Fakat su zerrecikleri buharlaştığı için bunu yapamıyordu. Çözüm, su yerine yağ damlaları kullanmaktı. Yağın yoğunluğu, voltaj değişimi ve damlaların serbest düşüş hızı belli olduğundan Millikan, damlaların elektrik yükünü hesaplıyor ve her seferinde pozitron yükünün tam sayılı katı olarak buluyordu.

Yük ölçmede düşündüğü bu basit, fakat ilginç düzen, O’na 1923 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü kazandırıyordu. 1905 yılında Einstein’in fotoelektrik etki için ileri sürdüğü bağıntıyı, çok duyarlı gereçler kullanarak ve yüksek basınç altında sınıyor, (f) frekansı ile aydınlanan bir metal yüzeyinden salınan elektronları durdurmak için gerekli asgari voltajı Vs’ hesaplıyor, hem Einstein eşitliğini (Ek = Vse = hf-w) doğruluyor hen^Planck sa-bitesini (h) doğrudan hesaplıyordu: (e= 1.6 x 10 Coulomb ve w = iş fonksiyonu).

Birinci Dünya Savaşı sırasında Muhabere Birlikleri Araştırma Laboratuvarı başkanlığına getirilen Millikan, çok uzak ülkelerde propaganda yapabilecek balonlarla uğraşırken, uzaydan gelen ışınları incelemek gereğini duyuyordu” Doğa’nın Doğum Sancısı” dediği bu ışınlara “kozmik” adını veriyordu.

Balon ve uçaklarla atmosferin yukarı katlarında, çeşitli araçlarla göl ve deniz diplerinde ve öğrencisi Anderson ile de Bolivya And’ları doruklarında kozmik ışınların yoğunluklarını ölçtüren Millikan’a göre kozmik ışınlar, enerjileri artmış gama ışınlarına benzerdi. Evrende maddenin oluşmaya başladığı yerlerde bulunurdu, onun için “Doğa”nın doğum sancısı deyimini kullanıyordu. Compton kesinlikle göstermiş olmakla birlikte, kozmik ışınların dalga yapısına inanıyor, parçacıklardan oluştuklarını kabul etmiyordu.
THOMSON,
josepn jonn 1886* 1§4© İngiliz Fizikçi

44
İçinden elektrik geçirilen gazlar hakkındaki kuramsal ve deneysel çalışmaları ve elektronun varlığını kesinleştiren kanıtları bulmasıyla ünlüdür.

Babası kitapçı olduğu için daha küçük yaşta çeşitli kişilerin düşüncelerini ve yaptıklarını izleme

olanağını bulan Thomson, on dört yaşında mühendis olmak üzere üniversiteye giriyor,- fakat babasının zamansız ölümüyle üniversitenin yüksek harçlarını ödeyemez duruma gelince, ilgi alanım fiziğe çeviriyordu.

Matematikte sınıf İkincisi olması sayesinde fiziği temelinden kavrayan Thomson, öğrenci olarak girdiği üniversitede sadece sekiz yıl sonra ve Rayleigh’in yerine fizik profesörlüğüne atanıyordu. Bir süre sonra Cavendish Laboratuvarı yöneticiliğini de üstleniyor ve 35 yıl süreyle bu görevi yürütüyordu.

Thomson’un esas ilgisi, Maxwell’in elektromanyetik ışınım kurallarıydı. Bu ilgi onu elektromanyetik yapıda olmayan ve o zamanlar yeni bir ışınma olarak bulunan katot ışınlarını incelemeye yöneltiyordu. Crooks ve diğer araştırıcılar, katot ışınlarının eksi yüklü parçacıklardan oluştuklarını ileri sürüyorlardı. Çünkü bu ışınlar manyetik bir alanda sapma gösteriyorlardı. Fakat bu özellik, ışınların eksi yüklü olduklarına karar vermek için yetersizdi. Daha hiç kimse, bu ışınların elektriksel alanda da saptıklarını gösterememişti. Bu sapma olmalıydı; çünkü ışınların yüklü oldukları ileri sürülüyordu. Eğer ışınlar yüklü parçacıklardan oluşuyorlarsa, sapmayı hem elektrik hem elektromanyetik alanda göstermeliydiler. Bunu göstermek amacıyla havası iyice boşaltılmış tüpler kullanan Thomson, katot ışınlarının elektriksel alanda da saptıklarını gösteriyor, böylece ışığın parçacıklardan olduğu düşüncesinin gerçekliğini ortaya koyuyordu.

Ayrıca, katot ışınlan yükünün, kütlelerine oranını da hesaplıyordu. Faraday’in ileri sürdüğü gibi, elektrokimyasal yasalara göre; katot ışınları yükü, iyonlardaki asgari yüke eşit olduğu takdirde, katot ışınlarının kütlesi hidrojen atomunun ancak küçük bir bölümünü oluşturuyordu (bugünkü verilere göre İ/1837). O halde, katot ışınlan atomlardan çok daha küçük olmalıydılar. Bu düşünce ve araştırmalarla, Thomson çekirdek fiziğinin kapılarını açıyordu.

Katot ışınlan parçacıkları elektrik akım birimi olarak kabul ediyor ve Stanley’in teklifi ile elektrik akımının bir birimine ELEKTRON deniliyordu. Thomson, katot ısınlarında bu parçacıkların bulunduğunu kesin bir biçimde gösteren ve atomun küçiik parçalarının varlığını ortaya koyan ilk araştırmacı olduğundan, elektronun bulucusu sayılıyordu.

Thomson, maddenin en küçük parçasının elektron olduğunu ileri sürüyor ve atomun içyapısı hakkındaki kuramı düzenliyordu. Atom, artı yüklü bir küre idi ve eksi yüklü yeterii sayıdaki elektronlar, bu artı yükü dengeleyip, yük bakımından maddeyi kararlı yapıyordu. Thomson, elektronların yüzeyde veya atomun başka bir yerinde bulunduklarını varsaymıyor, soğan kat-manlan gibi çeşitli katmanlarda bulunduklarını düşünüyordu. Bu benzetme, açıklamalan kolaylaştırmakla birlikte, kısa sürede daha yararlı olan Thomson’un öğrencisi Rutherford kuramına yerini bırakıyordu. Thomson’un çalışmaları 1906 yılında Nobel Fizik ödülü ile onurlandırılıyordu.

Thomson 1906 yılından sonra, Goldstein’in bulduğu “kanal ışınlan” ile ilgileniyordu (gazların kendi kendilerine boşalmaları sırasında oluşan ve içi boş bir borunun katot yönüne dönüp dışan akan artı yüklü iyon ısınları). Bunlar artı yüklü akıntılar olduklarından Thomson “artı ışınlar” diyordu. Bunlan manyetik ve elektrik alanlar saptırıyor ve yük-kütle değişik oranlannın fotoğraf kâğıdı üzerinde değişik yoğunlukta belirmeleri sağlanabiliyordu. Üzerinde durduğu maddelerden neon gazı iyonlarının yük vs kütleleri veya ikisi de değişik ©Imale-rına rağmen, ancak iki ayrı yerde kümelendiklerini gözlüyor-

şik atomlarından) söz etmişti; fakat Thomson, her elementin izotopu olabileceğini ortaya koyuyordu. Bu gözlem, Thomson’un öğrencilerinden Aston tarafından yeniden de alınıyor ve gözlemin geçerliliği gosreniiyordu.

Böylece Thomson, atom ve molekülle i aytrrîa yöntemine ulaşıyordu. Yöntemin temeli, art r.niorın ır^nyet it veya elektrik olanda ssphrılmasma dayanıyordu. Sor günbrmde Ingl

tere’nin İkinci Dünya Savaşı’na çok çaresiz bir biçimde girdiğini görüyor; fakat herhangi bir buluşla katkıda bulunamodan yaşamını yitiriyor ve Newton’un yanına gömülüyordu. Bugün bile anılan öğreticiliği ile arkasında 55 profesör ve 7 Nobel ödülü alacak öğrenci bırakıyor, bunlar sürekli bir ışık halinde kendilerini aydınlatan öğretmenlerini, başkanı olduğu labora-tuvar önündeki heykeli ile ölümsüzleştiriyorlardı.
EİJKMAN, Chrlstlaan

1858-1930
Beriberi hastalığının nedenini bulması ve vitaminlerin fark edilmesine olanak sağlamasıyla tanınır.

Tıp fakültesini bitirdikten sonra ileri eğitim için Almanya’ya

fliden Eijkman, bir süre çok şey öğrendiği Robert KOCH ile çu-ışıyordu. önceleri fizyoloji ilgisini çekiyor; fakat Doğu Hint Adalarında (bugünkü Endonezya) askeri hekim olarak çalışmayı yeğliyor, sonra mikrobiyolojiye yöneliyordu. Burada yakalandığı sıtma onu oldukça sarsıyor, düzenli bir tedavi için ülkesine dönüyordu.

Eijkman sağlığına kavuştuktan kısa bir süre sonra, bu adalarda beliren beriberi hastalığını önlemek amacıyla bir heyet gönderilmesi kararlaştırılıyor ve Koch’tan bu hekimlere başkanlık etmesi isteniyordu. Koch, işlerinin çokluğu nedeni ile bu teklifi geri çevirmekle birlikte, iyi tanıdığı ve çalışmalarını beğendiği öğrencisi Eijkman’ı bu göreve öneriyordu.

O zamanlar Pasteur’ün mikrop kuramı, Koch ve Behring gibi hekimlerin önderliğinde zaferden zafere koşuyor, artık 1880 yıllarına doğru hemen her hastalığın nedeni mikroplarda aranıyordu. Böyle bir ortamda Eijkman’ın beriberi hastalığının da mikrobunu araması doğaldı. Fakat aylarca süren çabalar sonuç vermiyor ve heyet eli boş olarak geri dönüyordu. Hem gösterilen çabaların sürdürülmesi, hem yerli hekimlerin eğitimlerini düzenlemek için kurulan mikrop laboratuvannın yönetimi de Eijkman’a bırakıyordu.

Eijkman laboratuvardaki mikrop araştırmaları için tavuk besliyordu. Kısa bir süre sonra tavuklar arasında hastalık salgını çıkıyor ve belirtileri tamamen beriberininkilere benziyordu. Eijkman artık bütün dikkatini tavuklar üzerinde topluyor, hastalık nedeni mikrobu bulmaya uğraşıyor, Pasteur Koch ve Behring gibi ustaların çalışmalarına benzeterek, hasta kavuklardan aldığı mikrobu sağlam olanlarına geçirerek ne olacağını saptamaya yöneliyordu. Fakat salgın birden sona eriyor, artık üzerinde deney ve gözlem yapılacak hasta tek bir tavuk kalmıyordu.

O halde, problem çözülmüş oluyordu. Acaba, hastalığın nasıl durduğu, çözümden gerileme yöntemi kullanılarak bulunamaz mıydı? Çözümden gerileyebileceğine inanan Eijkman, tavukların dış dünya ile tek ilişkilerini oluşturan beslenme kaynaklarına yöneliyordu. Laboratuvonn alıcılarından biri, hastaların pirinçlerini kullanarak tavukları yemlemişti. Bu anlaşıldığında ahçı değiştiriliyor ve yeni gelen sorumlu, pirincin hastalara verileceğini bildiğinden tavukları diğer ticari yöntemlerle besliyordu. Bu, salgını durduruyordu. Çözülecek yeni problem, yalnız pirinçle yemlenen tavukların hasta olup olmadıklarıydı.

Eijkman, insanların yediği kapçığı çıkarılmış en iyi nitelikteki pirinçle tavukların yemlenmesini sağladığında, hastalığın belirdiğini görüyor; fakat düşük nitelikli kabul edildiği için hayvan yemi olarak kullanılan kapaklı pirinç verilen tavukların hastalanmadıklarını saptıyordu. O halde, o güne kadar inandığı gibi hastalığın nedeni bir mikrop değiİ, beslenme bozukluğu; yani besinlerde vücut için önemli bir maddenin yokluğu idi. Fakat mikrop kuramı ile koşullandığı için vardığı sonuca inanamıyor-du. Köpcsksiz pirinçteki bir zshiHn (te-Nn) kspskh psfmdn ka-
buğunda henüz bilmediği bir madde ile yok edildiğini sanıyordu.

Eldeki sonucun çözüm olduğunun aörülememesi on yıl kadar sürüyor ve ancak en inandırıcı açıklamayı Hopkins yaparak, tavukların besinleri arasında eser bir maddenin yokluğunun hastalık nedeni olduğunu buluyordu. Funk’un teklifi ile bu eser maddeye VİTAMİN adı veriliyor ve beriberi hastalığının nedeni vücudun depolamadığı (B) vitamini eksikliği olarak saptanıyordu.

Böylece hastalık nedenlerini açıklayan mikrop kuramı yunın-da ikinci bir aşamaya ulaşılıyor ve beslenmede kimi önemli maddelerin noksanlığının mikroplar gibi hastalık yapacağı anlaşılıyordu. Bu, Starling ve Bayliss tarafından daha da geliştirilerek ilende üçüncü bir çeşit ve yine biyo kimyasal bir hastalık nedeni Bulunuyordu. Artık uluslararası düzeye ulaşan bu başarılarından sonra Eijkman yeniden hastalanıp ülkesine dönüyor, bilgi ve deneyimlerini öğrencilerine aktarıyor ve yaşamını kapsayan çabalan, vardığı sonucun çözüm olduğunu gösteren Hopkins ile birlikte 1929 yılı Nobel Tıp Ödülü’yle onurlandırılıyordu.
MOİSSAN, Ferdinand Frédéric Henri

1852-1907 Fransız Kimyacı

Babası demiryollarında işçiydi.

Fakirlik iyi bir eğitim görmesini önlüyor ve on sekiz yaşında, aileye yardım olsun diye bir eczacının yanına çırak veriliyordu. Kimyaya duyduğu derin ilgi onu ancak iki yıl eczanede tutabiliyor, gereğine yürekten inandığı eğitimi tamamlamak için hem çalışmak hem okumak kararı’alıp eczaneyi bırakıyordu. Yıllarca süren uğraşılardan sonra 27 yaşında eczacılık diplomasını alıyordu. Çok anlayışlı bulduğu eşi ile birkaç yıl sonra tanışıp evleniyor, kayınbabasının da kimyacı olması çalışmalarını özellikle doktora yapmasını kolaylaştırıyordu.

Moissan’ın kimya öğretmeni Edmond Frémy, Davy, Gay-Lussac ve Thénard gibi ünlülerin Flor (F) elementini bileşiklerinden ayıramadıklarını biliyordu, bu kimyacılardan kimileri zehirleniyordu. Hatta florü elde etme işine girişenlerden ölenler bile vardı. Problem, flor ayrılsa bile en kısa sürede başka bir element ile hemen birleşme özelliğinde olmasıydı. Adeta birleşik yapmayı arayan ve çoğunlukla bulan ve son derece etken bir elementti. O halde ne yapmalıydı?

Sayısız deneyler yapıyor, birkaç kez zehirleniyor hatta sık sık bu gazın ömrünü kısaltacağını söylüyordu. Bu endişeleri sonradan doğru çıkıyor ve daha 54 yaşındayken yaşamını yitiriyordu. Yıllarca süren çalışmaları sonucunda platin’in flor ile birleşmediğini buluyordu. Bunun anlamı kullandığı gereçlerin bile platinden yapılma zorunluğunu göstermesiydi. Ayrıca flo-rün hareketliliğini azaltacak bir yol bulmak gerekiyordu. Hid-roflorik asit içindeki potasyum florid içinden elektrik akımı geçiriyor ve eksi 50°C’ye kadar soğutarak flor gazını elde ediyordu, Böylece en hareketli ve soluk sarı renkli, zehirli flor gazı ilk jçêz ayrılıyordu- Çoğu kİ!nvşcıvi vıdorcs yâfğfhrşn bu cqIisitiq-ları Moissan ile Mendeléev arasında seçim yapmaya yönelen Nobel Kurulu’nda ancak bir oy fark ile Moissan lehine dönüyor ve 1906 Nobel Kimya ödülü’nü alıyordu.

Florün elde ediliş yönteminde kullanılan elektrik fırını böylece diğer elementlerin istenilen saflıkta elde edilmelerine de olanak sağlıyordu. Saflık söz konusu olunca saf kömür olan elmasın elde edilip edilemeyeceği Moissan’ın ilgisini çekiyordu. Çeşitli deneylerden sonra basınç altında odun kömüründen elmas elde etmeye çalışıyor ve doğal olarak Moissan’a o günlerde sağlanabilen basınçlar yetmiyordu. Bu çabaların dana elli yıl Bridgman’ın yapacağı gereçleri beklemesi gerekmekteydi. Bir ara elmas elde ettiğini bildirmesine rağmen bu çok küçük parçaların deney sırasında Moissan’ın yardımcılarından birinin.
Şubat 1986

BÎLİ’ f ve TFKNİK

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*