LOUIS PASTEUR

LOUIS PASTEUR

(Dole 1822 – 1895, Paris)
Kudurmuş Devlerle Dövüşen Şövalye
Hani toplumları, çağlarca titreten, korkunç görünmez canavarlar, minicik devler var ya! —Acaba can dostu yiğitler, soylu şövalyeler onlarla nasıl çarpışmışlar?. Sonunda onları dövüşerek nasıl yerlere sermişler?.. Böyle bir anıyı az duyulmuş yönleriyle tazeleyelim mi?. Zaten hâlâ okul belleğimizdeki Pasteur’ün, şimdi tozlu bir anatomi iskeletinden ne farkı kalmıştır ki?…
Bir zamanlar Fransa’nın Jura Dağları yöresindeki Dole kasabası çevresinde, kuduz bir kurt dolaşır, önüne çıkanı dalarmış, insan, hayvan olsun… Böylesine kudurmuş yırtıcı kurt ve bulaştırdığı kuduz canavarı çevreye dehşet salmış., öylece yaygın korku, Dole’lü küçük bir çocuğun tâ düşlerine dek çöreklenmiş. Kudurmuş salyalı hayvanın ürküntüsü, o yavruyu uykularından karabasanlı kanterle fırlatırmış.. Bir süre sonra da bu kurt masalı unutulup gitmiş. Ama korkulu düşlerin izleri bir küçücük beyinden bir türlü silinmemiş.. Hatta O’nu, bu azılı düşmana karşı savaşmaya da and içirmiş…
Yıllar geçmiş aradan, başka bir afet gelmiş: Fransız ülkesi Prusya ordularına yenilmiş (1870). Yine o çocuğun gözünde yurtseverlik bu geçici silahlı fetihlerin çok ötesine taşmış.. Yani yaşamının o günkü en büyük amacı; yenik düşürülmüş, horlanmış bir ülkeyi, başka yüce değerlerle güçlü ve üstün kılmak.. Dahası ulusunu da öyle-cene tüm dünyaya tanıtabilmek, kısaca onurla-mayla onarım tasarımıdır. Hele bilimde uzmanlık dalı tanımayan bir Bilgin’in uğraşı alanı, hedefleri, yeteneğinin tüm sınırlarıyla ölçülürse.. İşte o ilginç şövalye böyle doğar…
BEYİN Kozasının örgüsü
O, büyük hayal ve sevdalı tutkuların sabırlı çocuğudur. Şanlı Napolyon ordusunun şeref madalyalı başçavuşlarından ağırbaşlı, gururlu bir dericinin (tabak) oğlu… Ünlü Napolyon’un acılı sonundan bir yıl ertesi dünyaya gelir. Emekli, düşkün başçavuş hep kendisi gibi yeterince okuyup yükselememiş özlemcilerden biridir. Oğlunun sanki kendi yerine de okuması arzusuyla yanar tutuşur. Küçük yaşdan çoğuğunun okul ve dersleriyle yakın ilgilenir. İçli oğul, asker babanın arı örneği içedönük çabasıvla, suskun soylu gururunu örnek alır. O hızla okullarının ders ve sınavlarını başarıyla bitirir. Yine babasının beslediği ülkü olan Yüksek öğretmen Okulu sınavlarına hazırlanmak üzere Paris’e gider. Oysa Balzac’ın tâ tepeden konuşturduğu bu hercai şehir, o garip genci büsbütün yapayalnızlığa iteler. Dingin, uykusuz gecelerinde o dışarlıklı çocuk, “Uyumayan acıya geceler ne kadar uzun görünür?” dizeleriyle sabahlar. Daha beteri ataocağından ayrı düşen bu yalnız çocuk, ruhsal durgunluğa, adeta bunalıma sürüklenir.. ve arkadaşına derdini şöyle yakınır, “Yalnız, babamın tabakhanesinin kokusunu bir duyabilsem, iyileşeceğimi hissediyorum”. Ana, baba, ocak özlemi sıla sayrısına dönüşünce, tutkun baba koşar, gelir.. Oğlunu hemen Arbois’ya geri götürür. Şaşılır ki çocuk, tez vakitte eski haline kavuşur. Bir ara önceki merakıyla resim yaparak oyalanırsa da.. Bunun sonuçsuzluğunu anlar, bırakır. Hemen öncel amacına, okul hazırlıklarına koyulur.
ikinci Paris Denemesi
Huyudur, genç delikanlı karar ve davranışlarından döngeri etmez. Bıraktığı yerden yine
42
bajlar. Bu kez Paris Saint-Louis Lisesi derslerini istekle sürdürür., .ken öte yandan da Sorbonne’un ünlü kimya Profesörü J. B. Dumas’nın derslerine katılmaktadır. Sonradan Pasteur’un yakın dostu olan Dumas, 1832’de tanınmış kimyacı Gay-Lus-sac’ın yerini almıştır. Şans güler.. Ama neylesin ki geleceğin büyük kimyacısı, bir önceki sınavlarda ancak “orta” dereceyi tutturabilir. Varsın olsun, zaten okul notları, ne zaman yaşamın tam göstergesi olabilmiştir ki? Sonunda öğretmen Okulu sınavlarını dördüncülükle kazanır. Artık eski asker, şimdi yaşlı babayı görmeli .. sevincine ölçü biçilmez. Çünkü bu okul seksen yıldanberi “Lâik” görüşlü, ilerici öğretmenler eliyle yönetilmektedir. Hatta Fransız Büyük Devriminde bu özgür eğitim ocağının payı var derler. Aynı zamanda bu çağdaş yönetimden, üniversitelere dönemin uyanık görüşlü hocaları da yetiştirilmektedir. Pasteur bu okuldaki yoğun vaktini zengin kitaplık ve kimya laboratuvarlarında geçirir. Bir yandan da Profesör Dumas’nın seçkin kürsüsü altındaki kimya öğrenimini tamamlar.
Yıllarla yollar gelir 1848’e dayanır: bu tarih Fransa için belli bir devrim ve yeni bir Cumhuriyet nirengisi sayılır. Şair Lamartine’in de kılavuzluk ettiği bu ulusal devrim eyleminden, kutsal heyecanlı genç Pasteur hiç geri kalabilir mi? Elbette mertçe, askerce payına düşeni yerine getirir. Zaten bir yıl öncesi sınav hey’eti önünde “Bilimler Doktoru” pâyesini almıştır da.. Hemen kafasını kurcalayan kimyasal sorunların izlem ve gözlemlerine girişir. İlk gözlemleri; “Asit tartrik ile asit paratrik’in farkını belirleyen polarizasyon” olayı üstünde yoğunlaşırlar. Sırasıyla önce Di-jon’a fizik, sonra Strasbourg’a kimya profesörü atanır. Burada ilk kendine özgü bilimsel meyvesini de verir : “Belirli bir asitin optik niteliklerine ilişkin çalışması” uzmanlık Hocası J.B. Biot’un övgü ve dostluğunu kazandırır. Kürsü Başkanlığına yükseltilir. İkinci çalışması, hocasının teşvikiyle yine “Benzer karakteristikli asitin polarize bir ışık hüzmesine karşı farklı tepkileri” üstünde oluşur. Ne var ki bu kez genç bilimcinin gözlerini başka bir ışık demeti kendine çekiverir; O, Stras-bourg Akademisi Rektörü M. Laurent’in kızı Marie Laurent’dir.
Kitaplarla kimyasal billûrlardan başka bir şeyin içine giremediği o genç bilimcinin yüreğine bu defa ince bir kız girivermiştir. Açıkçası Pasteur tutkundur bütünüyle.. XIX. yüzyılın ortasına bir yıl kala evlenirler. Tanrı bazısına tüm iyilikleri birlikte verirmiş.. Hoca kızından eşi, çok gelip geçiciye nasip olmayan ömür piyangosu bir kadındır. Son nefesine değin, kocasının her zaman düzenli, anlayışlı, sımsıcak bir eşgüdüm
yardımcısı, desteği olur. Ardından araştırıcı hoca, Lille’deki Bilimler Fakültesine Dekan atanır. Orası biracılık endüstrisinin önemli bir merkezidir. Tek zamanda çevrenin başlıca işi, “Fermantasyon = Mayalanma” işlemleri ilgisini çeker. Bira yapımevleri, hocaya, bozuk, ekşimsi birayla iyi kaliteli biranın farkını ve nedenlerini sorarlar. Sıkı bir inceleme sonunda Pasteur, “Mayaların yapısında oluşan küreciklerin” birbirinden farklı biçimlerini belirler. Böylece yolu, “Havada bulunan mikropların varlığı” noktasına kadar uzanır. Giderek-, “Açık yaraların havadan mikrop kapmaması” için gerekli önlemler alınması çizgisindeki antisepsi yönteminin ilk adımları atılır. Şarap, ispirto mayalanması incelenip saptanır, aynı yöntem aracılığıyla.. Hâlâ O’nun adıyla anılan pastörizasyon usulü, içtiğimiz süt ve benzeri sıvı besinleri bozulmadan bize değin ulaştırmaktadır.
İpek Böceği Bir Aşk Çocuğudur
Genç Hoca’ya Fransa Hükümeti yeni bir görev verir (1865): ak ipek böceklerine dadanmış “Karataban” hastalığı tanınmış Fransız ipekçiliğini yıkıma sürüklemektedir. Hani 4 bin yıl önce ipek böceğini Çin hükümdarının kaysı güzeli bir gözdesi bulmuştu ya .. hatta bilmecelere giren bu sırlı böceği kim sınırdışına çıkarırsa kanunla boynu vurulurmuş.. Ama iki bin yıl sonra başka bir hükümdar kızı, komşu ülkenin Hakan oğluna aşık olmuş. Prenses, sevgilisi eliyle baba sarayından kaçırılırken ipek böceği tohumlarını da birlikte kaçırmış.. O aşkın böceği böylece tüm dünyaya yayılmış derler.
Pasteur, böceğin sağlam ve hastalıklı basillerini birbirinden ayırarak “Karatan”ın üstesinden gelir. Artık yoğun çalışmalarını bakteriyoloji üstünde toplar. Peşinden kümesleri çöplüğe döndüren, tavuklara dadanmış kolera belâsına çare bulunması resmen buyurulur. Kısa sürede kolera mikrobunu seçip ayırarak aşısını düzenler. Sadece bu buluşun Fransız tavukçuluğuna katkısı olağanüstü bir saygıyla söylenir; yani 1870’den sonra Almanya’ya ödenen savaş zararı ödentisi tutarına denk gibi… Yine mayalanma yönteminden yararlanan Fransız şarapçılığı da sağladığı büyük kazançları belki hâlâ sürdürüyordur. Temelde Louis’inin birbirine halkalanan bütün bulgularında tek bir çıkış noktası görünüyor: Biranın mayalanmasındaki kendiliğinden oluşan billûrlardan kaynaklanış.. Bu ipucuyla camgöz altındaki ve çıplak gözler dışındaki gizli, canlı dünyayı aralıksız gözaltında tutar. Çünkü aranan giz ve çözümlenecek hakikat orada saklıdır. Kırkbeş yaşında Sorbonne Kimya Kürsüsünün başına getirilir.
43
Eşitlerin Yarışmasında İtişme
Genç hoca’nın tıptaki yenilik ve buluntularını içeren “Bilimsel Bildirileri” bilim kurullarında tartışılır. Ünü de yeryüzüne yayılır. Fakat bu eşsiz bilimsel başarılar, toplumda ve meslekten bilim adamları arasında acaba nasıl karşılanır? Ne yazık ki toplumun doğalla açıkladığı kıskançlıklar, sert tepkiler, o eşit bilimciler arasında en acımasız ve en şiddetli boyutlara varır. Sonuçlar halk’dan kişileri hâlâ hayretlere düşürür. Hele kişi, genç yaşta özyetenekleriyle, tez sürede sivrilmiş, ünlenmiş biri oluverirse… Dahası, fizikçi iken kimya gizlerini buluşu, kimyacı iken tıp doktorlarının teşhis ve tedavilerini saptaması, doktorken veteriner hastalıklarını iyileştirmesi acaba nasıl karşılanır? Pasteur, çelişkilerin üzüntülerini sessizce sineye çekebilir. Bu belki eşitler arasındaki yarışmanın itişkili bir yan etkisi sayılabilir. Oysa Pasteurler arasında değil.. Evrenin yüreğinden yansıyan içteki ses ecemiz haksızlıklar önünde susmaz, yalnız “sabır” der.
Yalnız imparatora Açıklanan Giz
Aralıksız araştırı ve incelemeler sürerken Fransız Akademi üyeliğine seçilir. İmparator III. Napolyon kendisini görmek ister. Hocası Dumas genç üyeyi Hükümdar’a takdim eder. Bir soru üzerine o zamana kadar sakladığı gizini taçlıya şöyle açıklar: “Yaşamımın asıl amacı, insanlara topluca saldıran bulaşıcı, salgın hastalıklara çare aramak ve bulmaktır.” der. Bir ara bedenine bölgesel bir inme inerse de,deneysel fizyolojide, “kendi kendine üremeler” sorunu üzerindeki çalışmaları yardımcılarına durdurtmaz. Çünkü takvim yüzyılın ortasını çoktan geçmiş.. Havadaki milyonla canlı cisimcikler insanoğlunun yüzünü yalar durur .. ama adları konmamıştır. Mikrobiyolojinin kurucusuna, ciddi uğraşıları, “Bilimler Akademisi”nin ağır kapılarını ardınadek açtırır. Alman – Fransız savaşının patlamasıyla Pasteur, Kayzer’in kendine verdiği nişan ve pâyeleri protesto tokadı olarak gerisin geri gönderir. Daha sonrakilerini de yüzgeri eder. Ingiliz komşusu operatör Lord Lister, O’nun bulgularına dayanan, antisepsi yöntemlerinde ilk izsürücü olarak tanınır. Değerbilir Millet Meclisi O büyük bilimciye ömür boyu aylık bağlar. Üstelik Senato üyeliğine de aday gösterilmek istenince: “Şimdilik gözüm görüyor, kolum tutuyor. Ne vakit bir işe yaramlyacağımı anlarsam, o zaman ben de böyle kayırılmış bir senato üyeliğini istiyebilirim.” karşılığını verir.
Zehirden Oluşan Panzehir
İlkin Bilimler Akademisinde yaşlı bir doktor olan Sedillot mikrop sözcüğünü ortaya atar (1878). Hâlâ benek dilcilerden sayılan filezof
pozitivist Dr. Emil Littre onun çağdaşıdır. Akademi oturumlarında diplomalılar, Dr. Seddillot’ya ve dolayısıyla Pasteur’e Yunanca mikrop “küçük” değil, “yaşamı kısa” demektir diye şiddetli saldırırlar. Üstad dilci Littre, kendine özgü yorumuyla sorunu şöyle çözümler: “Amacımız, Yunanca söyleşmek değil, Fransızca söylemektir. Gerçi Yunancada mikrop “yaşamı kısa” demektir. Ama biz o kelimeye başka türlü bir anlam verebiliriz. Karşı çıkanlara aldırmayınız. Kelimeyi kendi yaşamına bırakınız. Tutarsa geçerlidir.” Söz öylesine tuttu ki herkesle beraber Yunan da Fransızca anlamında kullanmaktadır şimdi.. Pozitivizm (olguculuk) felsefesinin belirli bir eksiğine ilk parmak basanın, yani “sonsuzluk” boşluğuna işaret koyanın Pasteur olduğunu da bilir misiniz?
Tıp Akademisi üyesi Pasteur, tavuklardaki şarbon hastalığına bulduğu aşılarla veterinerleri de susturmuştu.. Ayrıca kocabaş hayvanlarda kırım halini alan şarbon’un söndürülmesiyle, dünya hayvancılığının uğradığı sayısız zarar ve tehlikeler en aza indirilir. Üstelik “Antikor = koruyucu” olarak serumun bulunuşu, tıp tarihinin en yararlı bir bulgu doruğu sayılır. Kısaca, aşı ve serumla; düşmandan dost, zehirden şifa oluşturulmaktadır. Acaba bu, yaradılışın aranan gizlerinden biri mi olsa gerek?
Bir gün Napolyon III. Pasteur’e: “Niçin keşiflerinizden maddî çıkarlar sağlamadığını?” sorduğu zaman cevabı: “Majeste! Sizin ülkenizin bilginleri keşiflerinden faydalanmayı onurlarına yakıştıramazlar.” olur.
Yıl 1888: bizde Vatan’ın mahzun şairi Namık Kemal’in zorbalık eliyle çilesinin kapandığı son yılına rastlar. Aynı yıl, Fransız Cumhurbaşkanı eliyle, “Pasteur’ün Enstitüsü” açılır. Aynı Padişah Abdülhamit yine bu dünya sağlık kuruluşuna 1000 altın armağan etmiştir, duyurulur da.
Değerler Tutulmazsa Değersizler ûnalır
“Kırklar Kurulu” diye anılan Fransız Akademi üyeliğine üstad Littre’nin ölümüyle Pasteur seçilir. Bugün bile bizde, daha kuruluş belirteliri gözükmeyen Akademi, Fransız dilini oluşturmak ve gelecekteki gelişmesini sağlamak üzere şair ve ediplerden kurulur. Hem aralarına her alanda ülkeye kalıcı hizmetleri geçmiş seçkin kişileri de alırlar. Pasteur’ün tarihsel katılış töreni; Ernest Renan’ın da değerli katkılarıyla Fransızcanın en renkli sayfalarından biri olarak anılarda yaşar. Nitekim bu yeni üyenin eski hocası ve öğretmen Okulu Müdürü Nisard haklıdır; çünkü öğrencisine önce şu telkinleri yapmış: “a) İnsanlık düşüncesinin yüceliği, b) Fransız dilinin ulaşacağı
44
en üst aşama, c) Fransa’nın kendine özgü dehasına inancı” vurgulanır. Renan’ın değişiyle, aranan hakikat ise ancak nasırlı ellere, düşünmekten kırış kırış olmuş sabırlı alınlara yüzveren bir güzel gibidir. Çağın ülkücü tıp bilgini, salonun saygın aksaçlı başları arasındadır şimdi.. Çevreye gözgezdirişinden hoşnutluğu belli, başındaki görünmez defne dallarından tacıyla… Pasteur’ün gözünde hasta onultulması gerekli bir tıp olayından daha salt bir görevdir. Belki çocukluğundan bilinç altına tıkılmış o kudurmuş kurt’un saçtığı salyalı havasını yaşar .. ve der ki: “Kuduza karşı savaşırken, kendimi büyük bir düşmana, sanki mitolojik bir deve karşı savaş açmış bir kimse durumunda hissediyordum”. Zira
o Bilgin’in sabırlı çaba yolunda vardığı tutkulu nokta, “doğanın gizlerini ortaya çıkardıkça, saf bir köylü gibi yüreğim inancımı pekiştiriyor,” biçiminde oluşur. İşte yüzyıllardanberi yeryüzünü kasıp kavuran kuduz canavarına karşı kaygılı tasası böylece sürer gelir. Kuduz, hayvandan hayvana ve insana geçen öldürücü bir illettir. Kuduz mikrobu, ısırılarak vücuda girdikten sonra sinir yollarında omurilik ve beyne ulaşır. Kuluçka süresi olan 15 – 60 günde aşılanmak gerekir. Yoksa hükmünü kendisi yerine getirir. Şimdi
I* nsanların çeşitli ortam ve işlerdeki, nizamlara ya da kurallara aykırı davranışları başlangıçta, yani iyice katılaşmadan düzeltilmez, kendi haline bırakılırsa, bunlar, zamanla geriye döndürülmesi çok güç, hatta olanaksız bir takım alışkanlıklar meydana getirir. Bu tür alışkanlıklardan ise davranışın yerine ve yapısına göre, zaman kaybından tutun da can kaybına kadar giden birçok olumsuz, sonuçlar doğar.
Bu konuda trafik, kimi zaman, en önemsiz görülebilecek kural dışı davranışların bile, büyük bir felâkete dönüşebileceği bir ortamdır, örneğin kaçan bir topun arkasından koşan bir çocuğun birden yola dalması, önceden beklenmeyen boyutlarda bir kazaya ya da kazalara (zincirleme) neden olabilir. Yine, herhangi bir kavşakta, çılgın bir şoförün kırmızı ışığı zorlaması her bakımdan faturası çok yüksek (ölüm, yaralanma, maddi hasar vb.) bir olay, ya da olaylar dizisi oluşturabilir. örnekleri istenildiği kadar çoğaltabiliriz.
bunca öyküsü sadeleşmiş olağan bir hastalıktır. Ama ilk serüvenini açıklamak va aşısını bulmak, ancak şövalyelere, yiğitlere özgü çabalarla sağlanabilmiştir. Doktor ilk salyayı kudurmuş köpekten kendisi alır. Başka kuduz bir köpeği iyileştirir. Ardından aynı yöntemi kuduza tutulmuş çaresiz bir çocuk üzerinde azar azar deneyler. Üç haftada sonuç dünyayı sevindirir.
Zaten bu tür kişilerin kendilerini insanlığa adayışları; yine kendi dilinden şöyle açıklanmak-tadır: “İnsan yaşamına yön veren üç şey vardır; istek, çaba ve başarı…” Ulaşılmaz görünenlerin, sürekli mutlulukların kapısını bunlar açarlar. Nasıl ki davranışlarının geometrisi, insancıl ve barışsever ruhuyla biçimlenmiş bu bilgin, “Acının milliyeti yoktur”, derken “bilimin bayrağı olmaz” doruğuna dikilir.
Nihayet 1895 Eylül’ünün 28’inde, doğal ömrünün yıpranmasıyla hizmetinde bulunmaktan övünç duyduğu bu dünyaya gözlerini yumar. Cenazesi kendi Kurumunun bağrına gömülür. Bugün Paris’de kendine özgü ayrı yatırı olan iki büyük ölü vardır: Biri Napolyon, öteki Pasteur (*)
(*) Rene Valery – Radot’un “Pasteur’ün Hayatı”, Çeviren: Dr. Galip Ataç, 1935.
Söz gelişi, güvenli biçimde yüklenmemiş bir kamyondan yola bir sandık (çok görülmüştür) ya da kömür topağının fırlaması …. vb.
Kısacası, yukarıda da belirttiğimiz gibi, trafik, kimi zaman, en önemsiz sayılan bir davranışın bile büyük yıkımlara dönüşebileceği bir ortamdır. Bu bakımdan, bu ortamda, kötü alışkanlıkların gelişip yerleşmemesi için kontrol-lar, herkeste, “her zaman her yerde vardır” eskilerin deyişiyle “hazır ve nazırdır” izlenimi yaratacak yoğunlukta, cezalar ise ertelemesiz ve önleyici olmalıdır. Üzülerek söylemek gerekir ki bugün memleketimizdeki durum hiç de bu nitelikte değildir.
Çoğu yoldan yararlananlar (şoför, sürücü, yaya) bu durumu aynı şeyi pekâlâ başkalarında yapabileceğini düşünmeden, kendi çıkarları doğrultusunda sömürmektedirler. Ortam, gelişmiş bir memlekette benzerine rastlanması olanaksız

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*