TRAFİKTE YERLEŞEN TEHLİKELİ ALIŞKANLIKLAR

TRAFİKTE YERLEŞEN TEHLİKELİ ALIŞKANLIKLAR

Nizamettin ÖZBEK
45
ARKA LASTİKLERDEN BİRİ PATLAYINCA İŞTE BÖYLE OLUYOR Birçok şoförler, ön tekerleklerdeki bir lastik patlamasının, arka tekerlekler-dekinden daha tehlikeli olacağını sanırlar. Gerçek bunun tam tersi. Bir kurp alınırken arka lastikteki hızlı bir basınç düşüşü, araba art kısmının hemen çatlamasına yol açar (Fotoğraflara bakınız). Bu durumda birden fren yapan kişi bir takla tehlikesiyle karşılaşır. Bu durumda yalnız karşıt direksiyon yararlı olur. Doğru yol kısımlarında, yine arabanın kıçı hemen burulur.
bir yoğunluk ve yaygınlıkta olumsuz davranışlarla dolup taşmaktadır.
Bunların kanımızca en tehlikeli nitelikte olanları ve sık sık görülenleri kısaca şunlardır:
I. ŞOFÖR
1. Dur işaretinde, tam olarak ya da hiç durmamak.
2. Çok kez kırmızı ışıkta hemen, ya da hiç durmamak (özellikle geceleyin).
3. Sarı ışıkta genellikle hiç durmamak.
4. Sağa dönüş yapılabileceğini gösteren yeşil ok işaretinin bulunmadığı kavşaklarda, kırmızı ışıkta ve çok kez yayaların arasından sağa dönüş yapmak.
5. Kavşaklarda ve yaya geçitlerinde tam duruş çizgisinde durmayarak geçidi zorlamak.
6. “Taşıt giremez” ya da “tek yön” işaretlerine uymamak.
7. Tek yönlü ya da ters yönden gerisin geriye (geri viteste) girmek.
8. Hava karardıktan sonra, yerine göre kısa ya da uzun huzmeli farları yakmayarak, tamamen ışıksız ya da park lâmbalarıyla yola devam etmek.
II. SÜRÜCÜ
1. Yaya kaldırımında bisiklet sürmek.
2. Dönüşlerde gereken işaretleri vermemek.
3. U dönüşünün tehlikeli ve yasak olduğu yerlerde dönüş yapmak.
III. YAYA
1. Kırmızı ışıkta karşıya geçmek.
2. Karşıya geçerken, geçidin sağ bölümünü izlememek.
3. Karşıya beş on adım kazanmak için kavşaklardan ya da yaya geçitlerinden geçmeyerek tehlikeli biçimde, yolun açılmasını bekleyen taşıtların arasından geçmek.
4. Duran taşıtların hemen önünden ya da arkasından yola dalmak.
IV. YOLCU
1. Duraklar dışında dolmuş durdurmak.
2. Dolmuş ücretini araba hareket halinde iken ödeyerek şoförün dikkatini tehlikeli biçimde saptırmak.
3. Kent otobüslerinde tıkabasa dolu bir arabaya sonunu düşünmeyerek illâ da binmeğe çalışmak.
Kısacası trafik ortamı şoför, sürücü, yaya ve yolcu olarak trafiğe karışan kişilerin tutum ve davranışlarından oluşmaktadır.
Başka bir deyişle, ortam iyi ve kötü davranışların bir bileşiği, bir bileşkesidir. Bu bakımdan, sonucun niteliğinde olumlu ve olumsuz olarak bütün yoldan yararlananların payı vardır.
Buna göre ayağımızı denk almalıyız.
46
Para Ayarlaması :
DEVALÜASYON
M. Hulki CEVİZOĞLU
Dünya gezegeni üzerindeki “para”lı ülke ekonomilerini tüm kötü etkileri ile kıskacına alan enflasyonun, iyileştirilmesi önlemlerinin en sonuncusu devalüasyondur.
Sözkonusu bu çok önemli niteliğinin yanısı-ra, devalüasyonun başka etkileri de vardır. Nedir bunlar?.. Ne sonuçlar doğururlar? Devalüasyonun ereğine (amacına) ulaşması, başarılı olması için ne gibi özelliklere dikkat etmek gerekir?
Ama tüm bunları yanıtlamadan önce, devalüasyonun tanımı ve içeriğini belirtelim.
Devalüasyon, “Paranın dış değerinin düşürülmesi, para içindeki kanunî altın miktarının azaltılması” tekniğidir. Başlıca iki erekle yapılır; paranın kararlılığını (istikrarını) sağlamak ve “dışsatım”! (ihracatı) teşvik. “Değer düşürümü”
I.M.F. (International Money Found – Uluslararası Para Fonu)’nin para birimi olarak kabul ettiği Dolar’a göre yapılır. “Altın azaltımı” ise, günümüzde geçerli olmamakla birlikte, “altın par’a sistemlerinde” şöyle yapılırdı; Paranın eski tanımı bırakılır, daha az altınla yeniden tanımlanırdı. örneğin, 6 gram altına göre tanımlanan para birimi devalüasyondan sonra 4 grama göre yeniden düzenlenirdi. Buna göre şimdiki uygulanan devalüasyon tekniğini sadece, “Paranın dış değerinin düşürülmesi” olarak tanımlamak daha doğru olur. Devalüasyonun ilk örnekleri 1928 Fransa ve 1931 Ingiltere devalüasyonlarıdır. “Paranın kararlılığını sağlamak” için yapılan ilk devalüasyon, 1926’daki enflasyonun, fiyatları yükselterek frangın değerini düşürmesi karşısında, Fransa’da 25 Haziran 1928’de yapılan PoincarĞ (1) devalüasyonudur. Bu kararlılık (istikrar) devalüasyonu denemesi başarıyla sonuçlandı ve devalüe edilen (değeri düşürülen) frank istikrara kavuştu. Bu türdeki devalüasyonlara diğer bir örnek de şöyle verilebilir: Eğer döviz borçlusu bir ülke devalüasyon yaparsa, alacaklı ülke de parasının değerini aynı ölçüde düşürür. Düşürmediği durumda alacaklı ülke, devalüasyon oranında zarara uğrar. Bu tür düzenlemelerde, yazımızın küçük başlığı “Para Ayarlaması” deyimi rahatlıkla kullanılabilir.
Uygulamadaki denemelerin çoğunluğu “Dışsatımı özendirme” amaçlı devalüasyonlardır. Bu tür devalüasyonlar sonucu, parasının dış değerini düşüren ülkenin malları diğer ülkelere göre ucuzlamış olur ve bu ülkelerin aynı fiyata daha çok mal almaları özendirilir, demek ki “dış-satım”ı artırıcı etki yapılmış olur örneğin, diyelim ki Türkiye, 1 Dolar = 16 TL. paritesini (değişim oranını) uyguluyor olsun. Enflasyon nedeniyle daha çok dövize gereksinimi olduğundan devalüasyon uygulamasına gidiyor ve 1 Dolar = 25 TL. paritesini uygulamaya koyuyor. Bu durumda 1 dolara 16 liralık mal satan ülkeler, aynı para ile (1 Dolarla) bu kez 25 lira karşılığındaki malı alma olanağına kavuşmuş olurlar. Bu durumda alıcı ülkelerin, Türkiye’nin mallarına olan talebinin eskiye oranla çoğalması gerekir (talep esnekliğinin etkisi). Dış talep artmaz ise devalüasyon yapan ülke (Türkiye) aynı fiyata çok mal satma karşılığında, daha az döviz kazanır. Burada dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta var. Enflasyon nedeniyle ülke içindeki fiyatlar artmaya devam ederse, yapılan devalüasyonun etkisi kısa bir süre sonra kaybolacaktır. Ve yeni bir devalüasyona gidilecektir. Fiyat artışlarını durdurabilmek ve “dış-satım”ı artırabilmek için, ülkenin dış talebi karşılıyabilecek durumda olması, üretimini dış talebe göre ayarlıyabilme olanağına sahip olması gerekir (arz esnekliğinin etkisi).
Devalüasyonun başka etkileri de var dedik. Kısaca bu etkiler ve sonuçları şunlârdır: Devalü-üsyon “dış-alım”ı (ithalatı) yavaşlatır. Paranın dış değeri düştüğü için, yabancı ülke mallarının fiyatı yükselmiş etkisi yapar. Ülke içindeki alıcılar aynı malı daha çok para ödeyerek almak zorunda kalırlar. Bu da “dış-alım”ı sınırlar.
Devalüasyon ülke içindeki fiyatların da yükselmesine neden olur. Dış ülke mallarının fiyatları arttığından dışardan alınan mallar maliyetleri arttırır. Maliyetlerin artışı da iç fiyatları etkiler, onları yükseltir. Bu iç fiyat artışlarının iki nedeni de spekülasyonlar (aşırı mal alıp, depolama) ve psikolojik nedenler (ileride daha çok pahalılaşa-cak düşüncesidir. İç fiyatların yükselmesi gelir
47
dağılımını da etkiler. Spekülasyon yapan değişik çevreler kazanç sağlarlar.
Başarılı bir devalüasyon uygulaması için, şu özelliklere dikkat edilmesi çok önemlidir: önce zamanın çok iyi seçilmesi, sonra da devalüasyon oranının çok iyi ayarlanması gerekir.
Tüm iyileştirici önlemleri aldıktan sonra,
yapılacak tek şey beklemektir. ROUSSEAU’nun ümidiyle sözümüzü bağlıyalım:
“Sabır acıdır, ama meyvesi tatlı”.
(1) Raymond Poincare: Fransa Başbakanı. 1926’da “gümüş duvar” denilen büyük mali güçlüklerin olduğu dönemde, salt mali düzeni sağlamak amacıyla yönetime getirilmişti.
“PLASTİK ÇİM” KUMSALLARI EROZYONDAN KORUYABİLECEK
Fransa’nın Akdeniz sahilleri kumsallarında tehlikeli boyutlara ulaşan erozyonu önlemek için’yeni bir yöntemle plastikten imal edilen “çim” bandları denizin dibine çivilendi. Balıkadamlar, Marsilya yakınındaki, kumsallarıyla meşhur Saintes Maries de la Mer kenti sahillerinin açığında, denizin 15 m. dibine, 2.2 m. genişliğinde koruyucu parçaları deneme mahiyetinde çaktılar. Halk arasında “Çim Paspas” olarak bilinen örtü, saçaklı, örgü gibi bir plastik dokumadan meydana gelmektedir. Bu “paspas”lar deniz dibine, yarım metre uzunluğundaki çelik çivilerle çivilenmektedir. Saçaklar, suyun etkisi ile dik durduğundan, kumu sürükleyen akıntıların etkisini azaltmakta ve ayrıca, kumun plastik dokunun etrafına birikmesine yol açmaktadır. Bundan önce, her türlü denenen önlemlerin etkisiz kaldığı erozyonun neticesi, Saintes Maries de la Mer kumsalı her yıl 50 m. gerilemektedir. Etkili önlem alınmaması halinde, ünlü plajların, binlerce turistin akın ettiği sahillerin, yüzyılın sonunda taşlarla kaplı olacağı tahmin edilmektedir.
“Plastik Çim” İngiliz, Imperial Chemical Industries (ICI) tarafından erozyonun önlenmesi amacıyla geliştirilmiştir. Denemeler de umut vericidir. Deniz dibine “,Plastik Çim” çivileme yöntemi, dibe kaya yığma gibi diğer yöntemlerin etkisiz kaldığı yerlerde kullanılmaktadır.
JEOLOJİ BİLİMLERİ YİNE MODA OLUYOR
Yüzyıl önce jeoloji en ilgi çeken bilim dalı idi. Ingiltere’de jeoloji jcemiyetinin yıllık toplantıları büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açardı ve hafta sonlarını ellerindeki kazmalarla dağ bayır kazarak bilime katkıda bulunmayı amaçlayan binlerce amatör bulunmakta idi. Dünyanın yapısal tarihi ve evrimi büyük bir merak konusu idi. Bu ilgi yıllar geçtikçe azaldı yerini Fizik, Kimya ve Biolojiye bıraktı. Ancak son 20 yılda, jeolojinin bazı çevresel ve mühendislik bilimlerine ve teknolojisine yaptığı katkılar büyük önem taşımaktadır, jeolojinin yeniden ön plâna çıkması Londra’da kurulan jeoloji Enstitüsünün çalışmaları ile hız kazandı. Enstitü tüm jeologlar adına en üst mercilerde girişimlerde bulunmayı amaçlamaktadır.
leolojinin tekrar moda olmasına neden olan en önemli etken petrol araştırmalarıdır. Kuzey Denizinin altında, petrol yataklarını koruyan kayalıkların varlığını, jeologlar ekosaunder tekniği ile ortaya koymuşlardır. Aynı teknikler günümüzde kömür yataklarının araştırılmasında kullanılmaktadır. İngiltere Ulusal Kömür Örgiitü bu amaçla bir jeologlar ekibi oluşturmuştur.
Kömür madenlerindeki can güvenliğinin sağlanmasında, jeologların büyük payı bulunmaktadır. Açılan tünellerdeki kaya yapı özelliklerini saptayan jeologlar, çalışmaların güvenliğine katkıda bulunmaktadır. Yeraltı sularının tespiti ve bunlardan yararlanma yöntemleri yine jeologların ilgi sahasına girmektedir. Cüney Doğu Ingiltere’deki yerleşim merkezlerinin yüzde yetmişinde yeraltı sularından faydalanılarak su temin edilmektedir. Bu merkezlerden bir çoğu denize yakın olduğundan, içme sularına tuzlu suyun karışımını önlemek yine jeologların görev dalına girmektedir. Modern yaşantıda büyük yeri olan baraj, tünel ve otoyol gibi yapıların gerçekleşmesinde jeolojik araştırmaların önemi çok büyüktür. Yine günümüzün büyük sorunu, atom ve nükleer artıkların güvenli bir şekilde yeraltına gömülerek yokedilmesi sorununa da jeologlar bir çözüm getirebilmektedir.
Geçmiş yıllarda, jeolojiye olan ilginin giderek azalması sonucu, İngiltere Üniversitelerinden sadece yılda 70 jeolog mezun olmaktaydı. Günümüzde bu sayı 700’e ulaşmıştır ve artan ilgi ve gereksinmenin sağlıklı bir göstergesidir. İngiltere’den Haberler’den
48
m
No: 71. İki Hamlede Mat Taşlar :
Beyaz : Şb6, Vg1, Kb1 Siyah : Şa8, Ab2, Fh1, g2
70 No’lu Problemin Çözümü:
1. Pb8 (A)
a) 1………………… , Şa7
2. Pf8 (V) , Şa8
3. Ac6+ (Vezirle) , Mat eğer
2…………………. Şb6
3. Vc5+ , Mat
b) 1………………….Şc7
2. Pf8 (V) , Şb6
3. Vc5+ , Mat
(E. H.)
abcdcfgh
Hazırlayan: Emrehan HALICI
ALFAMETIKLER
A26. Ali Ateş (K. Maraş)
Derleyen: Dr. Saim URA L
+
ADEM
HAVVA
İNSAN
İNSAN’m başlangıcı ADEM ve HAVVA’dır. (ADEM ve İNSAN asal sayılar)
ÇÖZÜMLER VE ÇÖZENLER
A18. Ş. Pekol, M. Serdar, İ. Uzun, M. Kayabaşı, S. Özten, A. Kula, B. Tırnaksız, S. Tekin, S. Payaslı, M. Ozar, N. Dicle, M. Toprak, H. Şengül, F. Demirağ, E. Çetinçelik, E. Vardar, İ. Gülenbaş, H. Göçmen, K. Öndağ, H. Öztin, S. Öztan, Ö. Pekmezci, G. Kırım, B. Enginoğlu, M. Eren, H. Ceyran, M. Tütüncü, D. Tipici, B. Doyran.
A19. Bin = 741, MİLYON = 549081
H. Hepdurluk, N. Balak, H. Mıngıroğlu, S. Özsoy, E. Bayram, B. Demirbek, C. Yazıcı, M. Eren, S. Özten, A. Özdağlıoğlu, A. Öneri, M. Tütüncü, 1. Aymaz, F. Güven, H. Kale, D. Tipici,
G. Kırım, Ü. Evyapan, Ü. Aydıngöz, T. Büke, T. Kaşar, S. Türkmen, A. Izgi, N. Aydın,
R. Dalgıç, M. Aydilek, M, Dursun, Ç. Çerşit, M. Karamık, B. Doyran, C. Özakay, S. Coşar, M. Saka, E. Özdoğan, M. Ozar, M. Dikicibaşı, N. Akalın, A. Adıbelli, H. Göçmen, S. Ulubay, A. Derbent, A. Özer, R. Okursoy, E. Aksu, M. Tüzel, S. Bellek, H. Ceyran, G. Tunçinan,
A. Dinçer.
23’e KADAR SAYMASINI BİLİYOR MUSUNUZ?
Yandaki tabloda bulunan 1 – 23 sayılarını ne kadar çabuk bulabileceksiniz?
Eğer iki dakikada bulabilirseniz iyi bir
gözlemcisiniz, eğer bir dakikada bulabilirseniz o zaman mükemmel bir gözlemcisiniz.
GEÇEN
SAYIDAKİ
BİLMECENİN
ÇÖZÜMÜ
1
H 14
uyuculanz
İBILLZ Seli i
S «r oVmn
‘ Beni”i
de. bu uyuşana -jc-
: cimdir. ‘l c.nns ¿¿.amil içtim, -acır -ecz: ^ertie bulunmzrr. zm nhmz ermem, okuduğu~.-^z ferik r-î.-yaçacağımı bir düzen tafe^r doktora gorunz:-—.
BİLENLERİN
SORUMLULUĞU
Güngör ÖZYİĞİT
Bugün bilimin gelişmesi sayesinde yaşam alabildiğine kolaylaşmış, insan ömrü uzatılmış, mesafeler kısaltılmış, hayat düzeyi yükselmiş ama, yine bilimin sağladığı güçler sayesinde insanlığı toptan yoketme olanağı, yönetici’lerin eline geçmiştir. Ve bundan birinci derecede sorumlu olan da bilim adamlarıdır.
Kişi, bilmediğine düşman kesilir. Yeniyi öğrenmek için çaba gösterecek yerde, alışılmışa sırtını dayayarak kolaya kaçar ve eskinin savunmasını yapar. Hele eskinin saltanatını süren egemen çevreler-için, bu kural daha da geçerlidir. Yeni bir bilgi karşısında, ister dinse! ister siyasal olsun, kendi yetkesini ve saygınlığını yitirmekten korkan herhangi bir otorite, genellikle baskı ve zorbalığa girişir. Bu ters tutum, onun yıkılışını çabuklaştırdığı gibi, karşı koyduğu düşüncenin de o ölçüde genişleyip yayılmasına yol açar. Yani bilgisizliğin tepkisi oranında bilgi büyür. Çünkü evrim, ileriye doğru yürür, geriye adım atmaz. Ve vakti gelmiş bir düşünceyi hiç bir güç durduramaz.
Her zamanın bir bilgisi ve o bilgiyi yayacak görevlileri vardır. Bilgi, kendine eş bir sorumluluk yükler insana. Ve bilgililer, aldıkları bilgi emanetini doğru bir şekilde yerine vardırmakla yükümlüdürler. Başlangıçta bilenlerin sorumluluğu yalnızca gerçeği görüp göstermek ve doğru bildiğini söylemekti.
İlkçağ Atina’sında Sokrat, bilgeliği ve bilgi yayıcılığını iş edinmişti kendine. Bilir geçinen ileri gelenlerin bilgisizliğine ayna tutarak, onları yeniden doğruyu düşünmeye zorluyordu. İnsanlara erdemi, kendini
bilmeyi ve herşeyden önce bilmediğini bilmeyi öğretiyordu. En iyi yönetimin ne olması gerektiği konusunda onları düşündürüyordu. Kendini at sineğine benzeten bilge, sineğin ata musallat oluşu gibi, o da Atina’-lı yurttaşlarının, peşini bırakmıyor, onları yakaladığı yerde sorguluyor ve âdeta düşünmeye dürtüklüyordu.
Sonunda sitenin yöneticileri onu rahat kaçırıcı, huzur bozucu ve baştan çıkarıcı olarak görmeye başladılar. Ve bilindiği gibi, ölümle cezalandırdılar. Taraftarları ona kaçma fırsatı sağladılar. Buna yanaşmadı. Böyle bir şeyin, Atina’nın yasalarına saygısızlık olacağını söyledi. Son ana kadar soğukkanlılığını yitirmedi. Ölüme bilinçli olarak gitti. İnancı uğruna ölmenin örneğini verdi. Ölümünün yaşamından daha etkili olacağını sanki bildi, öylece ölerek ölümsüzler arasına girdi.
Daha sonra Aristo, benzer bir durumda, ölmektense, Atina’dan kaçmayı yeğledi. Ve gerekçe olarak “Atina’lıları ikinci bir yanlışa düşmekten korudum” dedi. Artık kendini mi korudu, Atina’lıları mı orasını Tanrı bilir!
Ortaçağ, özgür düşüncenin üzerine dinin, özellikle kilisenin bir karabasan gibi çöktüğü çağ. O zamanın din’büyüklerinin
1
astronomi bilgisine göre dünya, göklerin ortasında hareketsiz durur ve bütün öteki yıldızlar onun etrafında dolanır. O arada matematiğe, geometriye düşkün bir Koper-nik çıkar, bugün ilkokul çocuklarının bile bildiği bir şeyi, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü ileri sürer. Ve bunu ölümünden az önce yayınlar. Neyse ki, pek fazla kimse duymaz.
Derken Giordano Bruno, Kopernik’in sistemini benimser, buna Epikür’ün evrenin sonsuzluğu düşüncesini de ekleyerek, bundan, durağan yıldızların birer güneş olduklarını ve onların uydularının bulunduğu tezini ortaya atar. Ve filozofun bu düşünceleri toplumda yankı bulur. Onun üzerine kilise, Bruno’yu dinsizlikle suçlar. Bruno, engi-zisyon’un eline düşer. “Sözünü geri al” derler. “Doğru bildiğim sözden dönmem” der. Sekiz yıl hapiste çürür. Ve ölümüne karar verilir. Son söz olarak yargıçlara “Ölüm kararımı dinlerken ürktüğümden çok, sizler
Dr. Albert EINSTEIN
bu kararı verirken korkuyordunuz” der. Ve Bruno Roma’da Saint Pierre kilisesinin ortasındaki meydanda bir odun yığını üzerinde diri diri yakılır. Üç yüz yıl sonra da, aynı meydanda heykeli dikilir!.
Aynı çağda Galile, Kopernik’in görüşünü bilimsel yoldan, gözlem ve deneyle doğrular. Kilise onun da üstüne hışımla gider. Galile, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilimsel olarak savunmaya-çalışır ve “Bence fiziksel sorunların tartışmasında, Kutsal Kitaba dayanmaınalı, gözlem ve gerekli deneylerden işe başlamalıyız… Tann, İncil’in kutsal sözleri kadar, doğadaki hareketlerde de en etkin biçimde kendini belirtir” der. Ama kilise bu sözleri duymaz. Engizisyon yetmiş yaşındaki Galile’yi “Sözlerini geri al, Yoksa fena olur” diye sıkıştırır. Böyiece Galile, herkesin önünde diz çöküp engîzisyon’un hazırladığı metni okuyarak: “Ben, yetmiş yaşındaki Galile, bütün işlediğim yanlışlardan dönüyorum, bütün dinsizce davranışları lanetliyorum.. Gelecekte yazı ya da sözle, üzerime böyle bir şüphe çekecek hiçbir düşünce ileri sürmeyeceğime de söz veriyorum” der ve kutsal kitaba el basarak kendisinin de bu öğretiden vazgeçtiğine and içer. Galile’nin bunu okuduktan sonra, ne çare dercesine “Ama dünya gene de dönüyor” dediği doğru değildir. Bunu onun adına insanlık söyledi. Ve yıllar sonra onun da heykeli dikildi.
Yeni çağda “endüstri devrimi” ile birlikte, bilimin gelişmesi ve bilimin teknik olarak pratikte kullanılmaya başlaması yeni bir sorumluluk anlayışının doğmasına yol açtı. Buluşların, başka ellerde, insanlığın zararına kullanılmasını önleme sorumluluğu, bilim adamlarını düşündürmeye başladı. Bunun ilk öncüsü AlfredNobel oldu. 1866′ da dinamiti bulması ve bu buluşunun başta kardeşi olmak üzere bir çok kişinin canını yitirmesine sebep olması yüzünden büyük üzüntü duydu. Ve bundan böyle buluşunun kazandırdığı bütün paraların her yıl bilim, sanat alanında başarı gösterenlere ve özellikle dünya barışı için çalışanlara dağıtılmasını sağlamak üzere adıyla anılan Nobel Armağanını kurdu.
2
Çağımızda atom ve nükleer gücün ortaya çıkmasıyla, bu sorumluluk büsbütün artmış ve bilim adamları için kaygı verici bir durum almıştır. Bugün bilimin gelişmesi sayesinde yaşam alabildiğine kolaylaşmış, insan ömrü uzatılmış, mesafeler kısaltılmış, hayat düzeyi yükselmiş ama, yine bilimin sağladığı güçler sayesinde insanlığı toptan yok etme olanağı yöneticilerin eline geçmiştir. Ve bundan birinci derecede sorumlu olan da bilim adamlarıdır. Bilimsel bilginin gelişmesi, onları kullanacak kişilerde, özellikle yöneticilerde, buna paralel bir olgunluğu getirmediğinden insanlık bu açmaza düşmüştür. Doğaya tutsak olmaktan bilim yoluyla kurtulanlar, üstünlük duygusuyla sarhoş bir halde güç tutkusuna kapıldılar ve güzelim bilimi bir kabadayı silâhı gibi kullanmaya başladılar.
Bu tutumu değiştirmek, bilimi insanın hizmetine vermek ve insanın en iyi, en soylu yönlerine saygı duyacak bir görüşü başta yöneticiler olmak üzere herkese kabul ettirmek gerek. Russell, Einstein:
“Uluslariistü bir kurul kurulsun. Bütün güç onun yönetiminde ve denetiminde olsun” diyor. Bilim adamlarının yöneticilerce kullanılmasına karşı çıkıyor. Nobel alan ünlü Sovyet fizikçisi Saharov, barış içinde yaşamayı, iyi niyete dayalı uluslararası işbirliğini öneriyor. Ve “Ya hemen bir şeyler yapmak zorundayız, ya da yok olup gitmek” diyor. Ama hepsi de, yöneticilerin tutkularının ve güçlerinin, bilim adamlarının aklından daha ilerde gittiğini biliyor ve çaresizlik içinde kıvranıyor.
Hani, bütün insanca olanakları tükettikten sonra, artık işimiz Allaha kaldı, denir ya. Bu kere galiba, gerçekten işimiz Tanrıya kaldı. Neyse ki, yine insanlığa Tanrısal bir el uzandı. Ve işte uçan daireler, böyle bir nükleer tehlikeye karşı, öyle bir çılgınlığı önlemek üzere dünyaya gönderildiler.
Geceleyin başınızı gökyüzüne çevirdiğinizde, semada hareket eden ışıklı cisimler görürseniz, bilin ki, onlar günümüzün güvencesi ve geleceğimizin müjdecisidirler.
“Sevgi Dünyası” ndan
KONFİÇ YÜS VE DİL Konfiçyüs’e: “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sordular. “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim” diye karşılık verdi. Dinleyiciler şaşırdılar: “Niçin?” dediler. Konfiçyüs’ün cevabı şöyle oldu: “Çünkü” dedi, “eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek istenilen (anlamı) anlatmaz; eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenilen şey yapılmaz; eğer istenilen yapılmazsa, ahlâk ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlâk ve sanat bozulursa, adâlet (hukuk) doğru yoldan çıkar; eğer adâlet doğru yoldan çıkarsa, halk çâresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda; söylenen hakkında doğru karar verme imkânı ortadan kalkar. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”
READER’S DÎGEST’ten (Ed.)
3

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*