CAN NEDİR?

Canlı” sözcüğünü kullanmamız, varlıkların bir kısmını ister istemez bir araya getirme ve cansız olan varlıklardan ayırma zorunluluğunu göstermektedir. Fakat bir anda canlıyı cansızdan ayıran özellikleri belirtmek, bir varlığa canlı ya da cansız demekten daha da zor olsa gerek.

Tarih içinde, maddeye “canlılık” özelliği katan CAN’ın ne olduğu konusunda, çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Bunların çoğu, basit gözlemlere dayanan, kelime oyunlarından başka birşey değildir. Bazı filozof ve bilim adamlarının bu konudaki görüşleri şu şekildedir:

ARİSTO: (M.Ö. 384-322); Can, maddesel olmayan eylemli bir prensiptir.
dir.
KANT (1724-1804): Can, bir iç eylem prensibi-
B İCHAT (1813-1878): Can, ölüme karşı direnen işlevlerin tümüdür.

BERNARD(1813-1878): Can, bir yaratılıştır.

SPENCER (1820-1903): Can, karmaşık bir birlikte gerçekleşen sürekli değişimlerin belli bir birleşimidir.

Eski Yunan düşünüşüne göre, canlı, yalnız cansız parçacıkların (atomların) bileşiminden oluşmuyordu. Canlı elde etmek için, cansız yapının üstüne bir de canlılık prensibini eklemek gerekliydi.

Yalnız, maddesel olmayan bu prensip, deneye uygun düşmüyor, canlı yapısını açıklamada yetersiz kalıyordu.

Eski Yunan düşünüş tarzının batı uygarlığı üstüne rönesansla başlayan ve günümüze kadar süren etkisini biyoloji alanında da görmek mümkündür. Bu düşünce şekillerinden önemli bir bölümünün, batı dünyasını asırlarca yanlış düşündürdüğü gittikçe ortaya çıkıyordu. Evrenin yer çevresinde dönme kuramı 1400 yıl kabul edildikten sonra Kopernik (1473-1543) ve Galile (1564-1642) tarafından devrilmiş, solucan, kurt, akrep, bit gibi küçük canlıların, bozulmakta olan maddelerden oluştuğu görüşü de, 1600 yıldan fazla yaşadıktan sonra, Frerıcesco Redi (1626-1698) tarafından yıkılmıştır.
Yalnız, şartlanmaktan kurtulmak, sonra da yeni düşünceyle şartlanmış kitlelerin karşısına çıkma, tarihte hiçbir zaman kolay olmamıştır.

18. ve 19. yüzyıl düşünürlerinden bir kısmı, Eski Yunan’dan kalma “canlılık prensibi”ni ayrıca organizmaya katma yerine, canlıyı oluşturan parçacıkların (atomların) yapısında azar azar bulunduğunu düşünmenin daha doğru olacağı görüşünde birleşiyorlardı P.L.M. Maupertius, D. Diderot, E Kant, P. Janet, E. Haeckel, F. Le Darıtec, A. Fouillee ve L. Bourdeau bunlardan bir kaçıdır. Bu filozofla rın tümüde canlının cansız parçacıklardan doğa mayacağı atom ve moleküllerde en az bir can unsu runun bulunması gerektiği görüşünü benimsiyorlardı. Sonuç olarak canlı, en küçük can unsuru taşıyan atomların eseriydi Haeckel atomların Çekme-itme, beğenme-beğenmeme, sevgi-kin duygularını içerdiklerini, evrende madde-enerji ve duyarlılık üçlüsünün bölünmez bir bütün olarak belirdiğini savunmaktadır. Diderot (1713-1784) un bu konudaki düşüncesi ilginçtir:

“Ölü bir parçacık yanına yine ölü bir, iki, üç., parçacık ekliyelim, bundan yaşayan bir sistem elde ediliyor, bu bence ya büyük bir saçmalıkktır ya da ben anlamıyorum. A parçacığı B parçacığı soluna konulduğunda , varlığından habersizdi,

hissetmiyordu, hareketsiz ve ölüydü; ve işte sağda-kini sola bıraktığımızda her şey yaşıyor, seziyor ve varlığını hissediyor.. Bu mümkün değildir. Burada sağ ya da sol ne yapıyor? Uzayda bir taraf ya da başka bir taraf var mıdır?, Böylece duygu ve can, bunlara bağımlı olmayacaktır. Bu kalitelere (duygu ve cana) sahip olanlar (parçacıklar) her zaman sahiptiler, gelecekte de sahip olacaklardır.”

Tamanın bilgi düzeyi, atom ve molekül kavramlarının yetersizliği gözönüne alınırsa Haeckel ve Diderot’a bir yere kadar hak verilebilir. Yazıdan da anlaşılacağı gibi atom yerine parçacık denilmektedir. Onların zamanında atom veya molekül yerine parçacık ya da tanecik deniliyordu. Atom kavramının temelini atan Dalton bile 1808 de yaptığı çalışmalar sırasında atom yerine “temel tanecikler” demektedir. Asıl önemli olan da adlandırma değil atom ve molekül yapısının kavranmasıdır. Eğer Diderot ve yandaşları (Vitalistler) canlılardaki etkin moleküllerden hemen hiç birinin simetrik olmadığını bilselerdi, böyle bir molekülün sağı ya da soluna yanaşmanın aynı olmadığını da-, kavrayabilirlerdi.

Bununla birlikte, vitalistleri tamamen masum görmemiz de mümkün değildir. Canın azar azar atomlar üstünde bulunduğu savunulduğu halde, ölümlerin neden hep yapısal, maddesel bozulmalardan doğduğu açıklanmıyordu. Örneğin bir canlının uzay yapısını basınç yardımıyla bozduğumuzda, atom sayılarında bir değişiklik olduğu düşünülmezken, can unsuru ortadan yok olmaktaydı. Vitalistler bunu inandırıcı bir şekilde açıklı-yamıyorlardı.

Eğer biz yaşayan ve yaşamayan maddeleri kesin ve net kıstaslarla birbirlerinden ayıramazsak, ilk ve orta çağlarda olduğu gibi canın tarifini de tam olarak yapamayız, ya da 18. ve 19. yüzyıllarda görülen Bizansvari tanımlamalar çemberinden çıkamayız. Gerçekten de bu yüzyıllarda can ya da canlı tam olarak tarif edilemediği için, mikroorganizmalar herkesçe canlı kabul edilmiyordu. Zamanın bilim adamlarından bir kısmı bunlara “hareket eden atom” diyebiliyorlardı. Zamanımız bilim adamlarınca (en azından biyologlar) tarafından kabul edilen ve canlıyı cansızdan ayıran ortak özellikler şunlardır:

1- Her canlı beslenir. Dışardan cansız olarak aldığı besin maddelerini kullanarak enerji üretir. Bazı organizmalarca alınan besin maddeleri ilk alındıklarında canlı da olsalar organizmaya geçmeden önce sindirim sistemlerinde ufalanarak cansız parçalarına ayrıldıktan sonra kullanılırlar.

2- Elde edilen bu enerjiden faydalanarak az da olsa kendiliklerinden hareket edicidirler.

3- Çoğalırlar (Üreme)

4- Evrim geçirirler (az da olsa zamanla değişime uğrarlar).

5- Bireysel olarak ölümcüldürler. Üreme dönemlerini yaşadıktan sonra var olmaları gerekli değildir. Bakteriler spor verdikleri sırada efemerop-terler çiftleştikten az sonra öldükleri gibi bazı ağaçlar da bir kaç binyıl içinde yine nesil vermek için yaşadıktan sonra ölürler.

Sayılan bu özelliklerin tümünü de bir hücre taşıyabilir. Hücreden daha alt düzeyde bulunan ve bu şartlara sahip olan bir yapı da bulunmamaktadır. Demek ki can taşıyan temel birim hücredir. Öyleyse Hücre = can, diyebiliriz.

Yukarıda saydığımız özelliklerden biri ya da bir kaçı cansız maddelerde de görülebilir. Örneğin bir tuz kristali zamanla kendiliğinden büyüyüp çoğalabilir. – 273 c° nin üstünde bütün moleküller hareket edicidirler. Tersine bazı canlılarda belli zamanlarda dış görünüş bakımından tam bir cansız özelliği gösterebilirler. 1935 de Amerika’da Stanley tütün yaprağı virüsünü saflaştırıp kristalleştirdi. Bir çeşit toz elde edilmişti. Canlıya benzer hiç bir yanı da yoktu. Fakat bir damla su içinde tütün yaprağına sürüldüğünde, virüsler çoğalıyor yaprak hastalığı da ortaya çıkıyordu.
Çerçi virüsler canlı bir hücre olmadan yalnız başlarına çoğalamazlar, bu yüzden de canlıyla cansız arası bir geçit olarak kabul edilirler, fakat yine de cansızmış gibi görünme durumlarına bakteri ve sporlarda da raslamak mümkündür. Canlı birim olarak hücreyi alıp virüsle karşılaştırdığımızda, tipik hücre zarını ve Sitoplazmayı göremeyiz. Birbirinin tekrarı olan ve kristalleşmiş bir yapı gösteren kabukla bunun sarmış olduğu nükleik asitler (DNA veya RNA) den oluşan bir virüs, bir hücre yapısından çok değişiktir. Genellikle sentez ve yıkım bu yapı içinde değil de, dışarda başka bir hücre içinde gerçekleşmektedir. Oysa Fransız bilgini Bernard’ın 1872 de söylediği ve şimdi doğruluğu daha da fazla anlam kazandığı gibi, “CAN” ancak sentezin ve yıkımın birlikte gerçekleştiği yerde bulunabilir” Sentezin ve yıkımın birlikte gerçekleştiği birim ünite de hücredir. Daha 1824 yıllarında Fransız bilgini Dutrochet (1776-1847) “Organizmanın temel parçası hücredir. Her doku hücrelerden yapılmıştır” demektedir. L. Pasteur tarafından mikroorganizmaların hergün cansız maddelerden oluşmadığı henüz kanıtlanmadan (antik çağdan kalma abiyogonez görüşü yıkılmadan) 7 yıl önce (1855) Virchovv (1821-1902): “Her hücre önceden var olan diğer bir hücreden gelir” demektedir.

Bir hücrenin işlerliğini yitirmesiyle, ölümü aynı anda gerçekleşir. Fakat varlıklarını birçok özel hücrelerin oluşturduğu organlar yardımıyla sağlayan canlılarda, eğer organın var oluşu organizmanın canlılığı için zorunluysa ve burada bulunan hücreler görevlerini yapamıyorlarsa, önce üst yapıyı temsil eden organizma işlemez duruma gelir (ölür); daha sonra da bütün hücreleri canlı özelliğini yitirirler (ölürler). Burada ölüm daha kademelidir. B izim yaşlanma diye adlandırdığımız durumda : aslında kademeli bir ölümden başka bir şey değil-d i r .

Bu gün hiç bir biyolog, filozofik görüşü ne olursa olsun, canlılık nedenini gizli bir güce bağlamamaktadır. Canlılığın maddenin niteliği ve uzayda örgütlenme şekliyle ortaya çıktığını bilmektedir. Yeryüzünde yüze yakın element bulunmasına karşın, canlı yapısının % 90-95’inin, karbon (C), hidrojen (H), azot (N) ve oksijen (O) gibi dört elementten oluşması anlamlıdır. Yalnız bu dört atomu kullanarak sonsuz sayıda ayrı çeşit molekül elde edebiliriz. Bu atomlardan oluşan molekül çeşitleri sonsuz olduğu için, bunların yan yana gelerek oluşturdukları üst yapı çeşitleri de sonsuz olacaktır, işte CAN daha birkaç elementle birlikte (P,S,..) bu sonsuz sayıdaki yapılardan ancak biri olarak ve bir hücre şeklinde belirmiştir. Yine de bir hücre içinde görülen yapı bize bir evren kadar, belki ondan da karmaşık gibi görünmektedir. Ne varki bu karmaşıklık yalnız görünüştedir. Hücredeki ileri düzenliliği elektronik mikroskop yardımıyla kısmen de olsa görmekteyiz.

Eğer bir gün, insan, kendinin aynını kendisi yapacak bir makina ya da bir fabrika yapabilir düzeye gelirse, o zaman can’ın ne olduğunu kavramış demektir; yapacağı makina veya fabrika da olsa olsa bir hücre olacaktır!

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*