fikrine götürdü. NASA uzay uçuşlarında bu şekildeki robotlardan yararlanarak örnek toplamak ve onları yerinde analiz edebilmek amacile bir grup araştırma yapmaktadır. 1982 yılında herhangi bir uzay uçuşunda uygulamasına geçileceği tahmin edilen böfle bir robotun sanayide kullanılmasının 10 yıldan evvel gerçekleşmesi olanaksızdır.
İşçiler ve sendikalarla robotların ilişkileri şimdilik oldukça iyidir, en aşağımdan yöneticiler için bir sorun çıkarmamaktadır. İşçi yerine robot kullanan firmalar çalıştırmak için işçi bulamadıkları pis, sağlığa zararlı, zor ve uzun zamanda yatkınlık elde edilebilen işler için şimdilik robot satın almayı düşünmektedirler. Ancak robotların gelişmesi ilerde yöneticileri daha ucuz, daha prodüktif ve işçilerle d^he-az sorunlu Üretim yapmak hevesine sürükleyeceği kesindir. Her halde önümüzdeki yıllar bu konuda tartışmaların açıtacağı yıllar olacaktır, örneğin Volvo Fabrikası bir robot otomobil montaj hattı hazırlamaktadır. İşçi sendikası ise bu ytlki toplu sözleşme görüşmelerinin gündemine bu konuyu koymuştur.’
Alman geofizikçisi Alfred Wegen©Pln kuramına (teori) göre Amerika ile Avrupa bir zamanlar büyük bir blok halinde iken, sonradan bu kıtalar biıbirinden ayrılmışlardır. Bu ayrılmadan sonra da bu iki kıtanın birbirinden uzaklaşma olayı sürüp gitmekte ve bu kurama göre Amerika bir bazalt tabakası üzerinde yüzerek Avrupa’dan uzaklaşmaktadır.
U |
zay gemisinden çekilen fotoğraflar, dünyanın donmuş ve değişmez gibi görünen kıtaları ve Okyanusları göstermektedir, ama çok- tanberi bilinmektedir ki durum başkadır. Astronotlar ay yüzüne, yansıyan Laser ışınları gönderen aynalar yerleştirmişlerdir. Ay yüzünden bu gibi bir ışın Amerika’dan Avrupa’ya gönderildiğinde; ışınların varış süresinden bu iki kıtanın birbirinden uzaklığı şaşılacak kadar doğru olarak şaptanabilmektedir. Bu yöntem bilginlere açık olarak göstermiştir ki, Laser aynasının ay üzerinde bulunduğu 6 yıl içinde Avrupa ile Amerika birbirinden 20 santimetre uzaklaşmışlardır. Bu bilgi ise geofizikçiler için çok önemlidir. Zira kıtaların bu biçimdeki hareketleri, aynı zamanda küre içi değişmelerle ve insanların yaşam koşullariyle de ilgilidir. Denizlerde yapılan modern araştırmalar, bu konudaki çalışmaların ağırlığını teşkil etmektedir.
Alman “Meteor” araştırma gemisi 1978 yılı Aralık ayının ortasında 50. seferinden Hamburg’a döndüğü zaman gemideki bilim adamları, kürenin kâbuğunda kendini gösteren olaylar hakkında yeni bilgiler getirmişlerdir. Alman bilim adamlarından fizikçiler, jeologlar, meteorologlar, biyologlar ve kimyacılar, bu araştırmalara katılarak yoğun biçimde ve sürekli olarak çalışmışlardır. örneğin Alman geofizikçisi Alfred Wegener/– in 1912 yılında, kıtaların değiştikleri hakkındaki kuramı, büyük ve uzun tartışmalara yol açmış bulunuyordu. Daha o zamanlar, suların denizlerin altındaki küre kabuğuna olan baskısının, su yüzündeki kürelerin küre kabuğuna yaptıkları baskıdan daha fazla olduğu bilinmekte idi. Buna göre de Avrupa ve Amerika, adeta buz tabakaları gibi, öteki kıtalardan daha kolay yüzmektedirler.
Bu durum YVegener’de, 200 milyon yıl önce büyük bir süper kıtanın (Pangaea) bölündüğü düşüncesini doğurmuştur. Böylece, sanki buz tabakaları gibi, ikiye bölünen bu iki kıta, yani Avrupa ile Amerika, birbirinden uzaklaşmış ve ana biçimlerini almış, bu arada aynı zamanda Pasifiklerde oluşmuş oldular.
Bugünkü Afrika ile Amerika’nın biçimlerine bakılacak olursa (Şekil), Wegener kuramının doğruluğu anlaşılmış olur. Şöyle ki, Afrika’nın batısı, Kuzey Amerika ile Güney Amerika arasındaki girintiye oldukça tam olarak uymaktadır. 1920 ve * 1927 yıllarında eski “Meteor^’ araştırma gemisiyle Atlantik denizlerinin ortasındaki dağ zincirleri üzerindeki araştırmaların sonuçları, Wegener’in teorisine ışık tutmaktadır. Bu araştırmalar, Islanda adasından başlayarak Asor adalariyle St. Helen Adası üzerinden Tristan Da Cünha adalarına kadar olan alanda yapılmış idi. Atlantik’in bu orta sırtı, su altındaki 4000 metre derinlikten deniz yüzüne doğru 2000-3000 metre kadar yükselmektedir. Bu arada dikkate değer bir nokta da bu muazzam dağlarda sık sık depremler olmasıdır. Bilginler bu depremlerin oluşunu buralarda yer kabuğunun ince olmasına yormaktadırlar. Depremler, ~ bu ince kabuğun kolaylıkla kırılmasiyle Atlantik tabanının birbirinden ayrılmasını zorlamaktadırlar. “Sea floor spreading” olarak adlandırılan bu olay, yen> bir küre tarihi ana düşüncesini doğurmaktadır. Şöyle ki, kıtaların birbirinden ayrılışı, dünya denizlerine yer etmemiş, tersine denizlerin tabanı milyonlarca sene içinde kıtaları birbirinden
uzaklaşdırm ıştır ve bugün de uzaklaştırmaya devam etmektedir.
öteki Okyanusların altındaki kocaman dağ silsileleri de, yapılan araştırmalarla, kürenin deniz altı kabuğunun 6 büyük tabakaya ayrılmış olduğu kuramına yol açmıştır. Bunlar da Euroas- ya, Amerika, Afrika, Indo-Avustralya, Pasifik ve Antarktika’dırlar. Bu tabakalar ise, deniz dibindekisırtlarda olan her oynaklık sonucunda o kadar büyük baskılarla birbirinden ayrılırlar ki, Pasifik’teki tabaka parçaları kıtaların altına itilmiş ve yüzlerce kilometre derinliklerde bunlar tarafından “yutulmuş” olurlar. Bunun sonucunda ne gibi değişikliklerin olduğunu, insanlar depremler dolayısiyle en açık bir biçimde görmüş olurlar.
1978″ yılı sonunda Meteor araştırma gemisinin 50. seferinin Akdeniz’deki kutlama törenine katılmış bulunan araştırıcılar için en çok ilgi çeken yer, Euroasya ile Afrika tabakalının birbiriyle temas ettikleri nokta olmuştur ki, buranın da Akdeniz’de olduğu sanılmaktadır. Girit Adasiyle Mısır arasındaki deniz bölgesinde 200 metre derinlikteki deniz tabanında patlatılan büyük ölçüdeki patlayıcı maddeler, depremlerde olduğu gibi, dalgaların oluşmasına neden olmuştur. Bu dalgalar sismogramla Yunanistan ile Mısır’da ölçüldüğü gibi aynı zamanda deniz dibine de haberci araçlar yerleştirilmiş bulunuyordu. Bu uygulama gemideki araştırıcılara, Girit Adası güneyinde Afrika ile Euroasya arasındaki tabakada bir ayırma bölgesinin bulunduğunu göstermiş oldu. Aynı zamanda yapılan başka ölçmeler de bu bölgede Girit ile Malta ^daları arasında deniz kitlesinin altındaki tabakaların hâlâ hareket halinde olduğunu göstermiştir.
Meteorun daha önce yapmış olduğu araştırmalar da bölgede bugün deniz dibini teşkil eden küre kabuğunun bir zamanlar karalara ait olduğu düşüncesine dayanmıştır. Fakat bu kabuk yavaş yavaş Yunanistan’ın altına doğru itilmektedir. Gözle görülmemekle birlikte Afrika ile Avrupa birbirlerine doğru yanaşmaktadırlar.
Deniz araştırmalarına plânlı olarak bundan 100 yıl önce başlanmış olduğu gözönünde tutulacak olursa, araştırıcıların eriştikleri başarı o zaman daha iyi anlaşılmış olur, o zamanlar Ingiliz Challenger’in denizlerde ve denizin diplerinde yaptığı ölçmeler bu bakımdan ilk bilgileri vermiş oluyordu. Dünya yüzünün dörtte oüçünü kaplamış olan denizlerde yapılan sistemli araştırma, ancak Meteor’un 1925 ile 1927 yılları arasında yaptığı araştırmalarla başlamış oluyordu. Gemideki Okyanuscular, meteorologlar, kimyacılar ve jeologlardan oluşan tanınmış 10 bilgin, önceden özenle yapılan bir plâna göre
Kuzey Atlantik’e açılmışlardı. O tarihlerde henüz basit, kısmen de gelişmiş bilimsel araştırma araçlariyle, örneğin yansıtıcılarla donanmış olarak Güney Atlantik’e açılan Meteor gemisi, toplam 67.000 deniz mili yolculûkla, Orta Atlantik’in altındaki dağların sırtları, deniiieki akıntıları ve Okyanus sularının dağılışlarını araştırmış oldular. Bu araştırmaları içeren yapıt, 16 ciltlik bir hacim tutmuştur ki, bu da denizlerde yapılan araştırmaların ölçüsünü vermiş olur.
Bu araştırmalardan kısa zamanda anlaşılmış tır ki, denizlerde yaşam ve hareketler çok çabu değişmektedir. Bundan dolayı bir çok yerlerde aynı zamanda uzun zaman ve sürekli ölçmel yapmak gereklidir. Bu da deniz araştırmaları^ milletlerarası işbirliğinin doğum saati olmuştur
23 ü aşkın devletten 40 gemi 1959 dan 1965 yılı kadar Hind Okyanusunda, özellikle Monsun’I yıllık değişmeleri üzerinde ölçmeler yapmış dır. 1964 yılında hizmete giren ve bu progr lara katılan yeni “Meteor” gemisi, bu denizk haritasını anahatlariyle hazırlamış bulunmal dır. Bu fotoplangton atlası, Hind Okyanusu^ kıyı ve gelişmekte olan ülkeler için, kendileri yapacakları araştırmalar bakımından bir baş gıç görevini yapacaktır.
Böylece yeni bir deniz araştırma başlamış bulunmaktadır. Avrupa’nın Kuzey
Doğu denizlerinde, daha sonraları Okyanusların belli yerlerine, aynı zamanda denizlerin sığ yerlerine deniz dibindeki plâtformları otomatik olarak ölçen ve bildiren haberciler ve araçlar konacaktır. Bu araçlar önemli atmosferik olayları ve Okyanuslardaki hareketleri saptayıp bunları kıyı muhafaza ve* tahmin merkezlerine bildireceklerdir. Gemi seferleriyle balık avcılığı, çevre sorunları ve sahil muhafazası, petrol ve doğal gaz kaynakları bu bilgilerden yararlanacak alanlar olacaktır.
Bu sistem o kadar masraflı olacaktır ki, milletlerarası işbirliği olmaksızın bu masrafları karşılamak olanaksız olacaktır. Daha 1975 den- beri Federal Almanya, Helgoland adasının 40 deniz mili kuzey batısında “Platform Nordsee” ölçme ve deneme istasyonu ile çalışmaya başlamış bulunmaktadır.
Denizlerdeki çok çeşitli yaşam, devletleri yalnız işbirliğine zorlamakla kalmamaktadır, aynı zamanda araştırıcılar için de takım hâlinde birlikte çalışmak da önemlidir. Meteor gemisinin 50. seferine Hamburg, Kiel, Heidelberg ve Münih Üniversitelerinden 5 grup araştırıcı ile Fransa, Mısır ve Amerika’dan da konuklar katılmışlardır.
24 araştırıcının katıldığı ve 14 laboratuvarın bulunduğu 2624 tonluk gemide verimli bir çalışmayı sağlamak için, âdeta bir kurmay heyeti plânlaması gibi, hazırlık yapmak gerekmiştir ki, buna da çoklukla 2 yıl önce başlanmış bulunuyordu. Gemideki satelit üzerinden rüzgâr ve hava radarından başlayarak, helikopter için alana kadar olan bütün modern yardımcı araçları araştırmayı kolaylaştırmıştır.
Meteor’un 50. seferi Kuzey Atlantik’te, Kuzey Denizinden Kuzey Afrika’ya kadar olan ve Akdeniz’de 14 yıllık sıkı çalışmalar, Federal Almanya’ya açık denizlerde temel araştırmalara doğru yolu açmış bulunuyordu. Bu araştırmalar yalnız Okyanuslardaki ve havadaki fiziksel olgular değil, bu arada biyolojik-kimyasal değişmelerdeki etkenler ve kıtaların kıyılarındaki zararlı maddelerin dağılışı, bu maddelerin toplu birikimi durumları bakımından da yararlı olmuştur.
Bütün bu araştırmalar, aynı zamanda deniz seferlerinin gelişiminde ve balıkçılıkta, deniz kirlenmelerinin önlenmesinde ve hava tahminlerinin iyileştirilmesinde önemli yararlar sağlamıştır. Denizlerdeki yeni ham madde kaynaklarının bulunmasında olduğu kadar liman projelerinin yapılması için uygun koşullar bakımından temel bilgiler de sağlanmıştır. Meteor’un yıldönümü töreni aynı zamanda Akdeniz’in radyo aktifliğini ölçmek amacını da götürmüştür. Bu ölçmelerde elde olunan rakamlardan radyoaktifliğin düşük ve zararsız olduğu anlaşılmıştır. Meteor’un 50. seferinde Mısır’a yönelmelinin iki nedeni vardı. Birincisi deniz kimyacılarının Nil deltasının önünden 40 metre derinlikten aldıkları sularda besin maddelerinin analizi olmuştur. Görülmüştür ki, Nil üzerinde yapılmış olan baraj, kıyılarda besin maddelerinin birikimini önlemiştir. Sulamak için Nil üzerinde baraj yapmak gereği duyulmuştur, ama bu kıyıda balıklanıl beslenmesi için gerekli koşullan ortadan kaldırmış ve kıyıda balıkçılığı öldürmüştür.
Meteor’un Mısır kıyılarına yönelmesinin ikinci nedeni de İskenderiye’de 6 günlük bir kurs yapmak olmuştur ki, bu kursta çoğu Mısırlı olarak 30 meslek adamına deniz kimyacılığında ölçme metotları üzerinde bilgi edinmelerini sağlamak olmuştur. Bu kurs, gelişmekte olan ülkelere sağlanan bilimsel yardımların, özellikle araştırma ile uygulama arasındaki yolun ne kadar kısa olduğunu göstermiştir. Bu alanda yardım her zaman önemini koruyacaktır.
Denizlerde yapılacak araştırmalar ayrıca gelişmekte olan ülkelerde balıkçılığın geliştirilmesiyle protein gereksinmesinin sağlanmasında da yardımcı olduğu gibi bu memleketlerin sığ deniz kıyılarındaki petrol ve doğal gaz kaynaklarının ve maden yataklarının bulunmasiyle ekonomik gelişmelerini de sağlamış olacaktır. Bundan ötürüdür ki, 1982 yılında Hind Okyanusunda yeni bir seferin tartışması yapılmaktadır. Bu araştırmalar özellikle gelişmekte olan ülkelerin denizlerindeki sorunları kapsayacaktır.
SCALA 1dan Çeviren: Prof. Dr. Arif AKMAN
# Vicdan baki kaldıkça hiç bir günah affedilmiş sayılmaz.
Stephan ZWEIC
9 Ayağını sürçecek melun taşı insan kendi içinde taşır.
KLEIST
^#an-François Champollion Hiyeroglifleri çözerek eski Mısır medeniyetini en küçük aynntılanna kadar tanımamızı sağlamıştır. Ancak bu yazıyı kimin geliştirdiği hâlâ bilinmemektedir.
««atol«« etmek üzere iki sene için |
T |
arh yflftelli yıl önce, Jean-François Champollion Mısır’a yaiptığı yolculuğun ve yirmi yıldan daha fazla fireden beri rüyalarında gördüğü arâştırmanırv sonuna gelmişti. Arkeolog Toskanah Rosellini ile beraber 1828’de yaptığı onsekii ayfık bu ğezfâç fimd(ki Assuan garajının yukarılarındaki Nubie’nin sınırlarına kadar çıkmıştı. Eski Mısır medeniyetinin en yüksek düzeyi diye bilinen Karnak, Luksor, Denderah, Ebu- simel, Teb, Memfis ve şüphesiz Gize piramitlerinin hiç biri onun tutkulu araştırmalarından kaçmamıştır. Bütün hayatının başlıca eseri olan hiyerogliflerin çözümünü kanıtlamak için firavunlar ülkesine gitmişti. Mısır’daki uzun gezisi sırasında, mezarların duvarlarına resmedilmiş ya da tapınakların yamaçlarına hakkedilmiş kitabeleri asırlardan beri okuyabilen ilk kimse olmanın heyecanını yaşadı.
Sağlığı pek iyi olmayan çelik iradeli bu adamın olağanüstü amacı onun bütün varlığını Mısır medeniyeti ile doldurmuştu. Çocukluğunda lisan öğrenmek için özeî bir yetenek göstermişti. Henüz 11 yaşındayken hayal ve kaprise dayalı bir öğretime rağmen grekçe, latince ve ibranice biliyordu. İki sene sonra arabça, kaidece, eski’ Suriye dili nin (siriyak), hemen arkasından farisî. habeşce ve kıptî lisanlarının etüdüne girişiyordu. Bunlar eski Mısır’da konuşulan dilin en son şekilleriydi.
Grenoble lisesindeki 1804 den 1807 ye kadar süren öğreniminden sonra arkeoloji bilgini ve üniversite kitaplığının sorumlusu ağabeyinin samimi vasiliği altına girdi. Harikulâde ve fakat düzensiz bir öğrenci olan genç Champollion, henüz onyedisini doldurmadan Grenoble aka- 4Wİ5İnİn muhabir üyeliğine kabul edildi ve doğu
Fransa kolejinin ¿ers\enn\ Paris’e gitti.
takip
Ondokuz yaşında Grenoble edebiyat fakültesinde iarih öğretimi sorumluluğunu yüklendi. 1812 yılında da asaleten profesörlüğe tayin edilecektir .
Birinci Napoiyon’un kaderi ile bağlı heyecanlı hadiselerle dolu iki yıldan sonra, İki kardeşin değİşmiyen bir idare denemesi ve onun düşmesi ile ceryan eden pekçok acıklı olay sonunda görevinden azledildi. Jean-François Champollion parasız kaldığından birkaç ay öğretmenlik yaptı. Arkadaşlarının ve profesörlerin genelleşmiş düşmanlıklarına ve bu hareketli döneme rağmen, 1822 de hiyeroglif yazı sistemini keşfetti. Bu kıskançlık, düşmanlık ve zorluklar Mısır yolculuğundan dönüşüne kadar sürecekti. Siyasal değişmenin lütfü ile kral Louis-Phillippe tarafından 1831 de Fransız kolejine, profesörlüğe atandı. Bir kaç ay sonrada arkasında değerli ve orijinal bir eser bırakarak öldü.
Onaltı yaşında yazdığı ilk eseri şu başlığı taşıyordu: Eski Mısır’ın coğrafyası, dini, dili, yazıları ve tarihi üzerine anılar. Mısır grameri adlı eser ise ölümü sırasında tamamlandı, Mısırca lügatinin da kardeşinin gayretleriyle ancak 1836 da birinci cildi ve 1841 de de ikinci cildi basıldı. Zaman buldukça özellikle günlük hayata uygulanması için eski Mısır yazıları yanında eski Mısır dili ve en önemlileri hiyeroglif yazısına ait bir çok kitap ve çok sayıda makale yazmıştır. Gençliğinde başlamış bulunduğu kıptî dili üzerinde çok
çalışıyordu. Bu lisanı Fransızca kadar iyi biliyordu. “Aklına gelen her şeyi” kıptîceye tercüme ediyordu. Yalnızken öğrenci odasında kıptîce konuşarak kaldığı yerde çevresindeki herkesi korkutuyordu.
Dikkate şayan bir gramerci, Doğu Akdeniz bölgesiyle ilgili bilgisiyle tek kelimeyle bir masal kahramanı gibidir. Fakat Champollion yalnız bir dilci değil, bir arkeolog ve Mısır’ı en iyi tanıyan biridir. Her anıtı, fakat onu her kabartması, her freski ve her inceliğiyle, bilmektedir. Bir papirüsün yazıldığı devri, bir şeyin köken ve türünü derhal tanımaktadır. Mısır’a seyahati sırasında yalnız hiyeroglifleri okumakla kalmamış firavunların, şehirlerin ve Mısır’ın vergi ödeyen halkının isimlerini de yanlışsız öğrenmişti.
Louvre Mısır müzesinin kuruluşunu da ona borçluyuz. 1824 de gittiği ve boş zamanlarında çok sayıda dikili taş ve yaklaşık ikiyüz papirüsü incelediği Turin’den, yüzonyedi sandık halinde bulup ortaya çıkardığı, eski haline .getirdiği ve \.aT\Vv\»arvcy\vv>a*<iaAarı Paris’e nakletti. HİyeTOg” lifi Çözdüğü 1829 yılında, Mı su W\öw\ N\e\\rc\el Ali Paşa’nın şahsi armağanı Louxor dikili taşıyla Concord meydanının süslenmesini de Paris ona borçludur. Böylece 1822 ile 1832 arası on yıllık devrede Champollion yalnız başına Ejiptolojiyi ve Mısır arkeolojisini yarattı.
Bu Mısır tutkusu ona nereden geliyordu?
Rosetta taşı
Bonapartın 1799 çja hAısır seferini yapmasından on seneden daha az bir süre geçmişti. Üç seneden fazla sürmiyen bu geçici askeri serüven ejiptoloji için umulmadık sonuçlar verdi. Birinci konsül beraberinde bir gurup bilgin, geometri uzmanı, desinatör götürmüştü. Onlara bölgenin arkeolojik zenginliklerinin sayımını yapması, o zamanki ve eski abidelerin incelenmesi, ölçülmesi, kitabelerin kopya edilmesi görevleri verilmişti. Bu komisyonun çalışmaları Mısırın Tarifi adıyla 1808 den itibaren büyük bir külliyat halinde yayımlanmaya başlandı. Bu arada, 1800′- lerde, gerçek bir ejiptomani eski SAısır tutkusu, Avrupa’yı sarmıştı. Bizzat Napoléon tarafından bu moda Fransa’da teşvik edilmişti. Ingiltere’de British Muséum hesabına Nil Vadisindeki mezarları, tapınakları ve çevrelerini yağmalayan Bel- zoni de, yolculuk ve maceralarının hikâyesini yayımlamıştı. Kitabı en çok satılan kitaplardan birisi oldu ve gençler içinde bir özeti yapıldı. Her yerde kârlı bir Mısır eşyası alışverişi gelişti.
“Mısırvari” desenli renkli kâğıtlar imal edildi Mobilya imalatçıları eşyalarını Sfenks ve Tapınaklardan kopya edilmiş motiflerle süslediler.
Yeniden Italyan rönesansı devrindeki git Mısır’a yapılan ilk seyahatin hikâyelerinde sonra, ne oldukları asla anlaşılmadan Mısır şe ve yazıtlarına heveslenildi. Ancak yazılar çözCl mezliklerini korudular ve sessiz kaldılar. Yedi i süreyle önce Grek, sonra Romalıların egemeni ğinde eski Mısır dili kaybolmuştu ve hiç kimse < zamana kadar ona hayat veremedi.
JHP
Bu husus araştırma ve bilginlerin hat değildir. Henüz onyedinci asrın ortalarında Jesv Athenase Kircher kıptî dilinin yardımı hiyeroglifleri çözebileceğini düşündü. Bu langıç Champollion’un ispatladığı gibi zorut) fakcit yetersizdi. Kıptî dili grek alfabesi? yazılıyordu ve doğrudan doğruya hiyero, yazılara uygulanamıyordu. İncilin ve diğer din metinlerin kıptî dilinde tercümesi, hiyeroglifle fazla hayal dolu manalarına rağmen Kircher’ı bir yere götürmedi.
Kircher’den sonra hiyerogliflerin çözülmesinde ilerlemek için, küçük bir adım, beklenmiyen bir olayın vuku bulması gerekti. Bu olay da Rosetta taşının bulunmasıdır. 1799 yılında istihkâm yüzbaşısı Bouchard İskenderiye yakınındaki Rosetta yöresinde siper kazarken üzerinde üç
farklı yazıt bulunan bazalt bir plakayı topraktan çıkardı. İlk ikisi eski Mısır’ca olup birisi hiyeroglif ile diğeri demotik yazı tarzı ile, üçüncüsü grekce yazılı idi. Grekçe metin aynı terimleri ihtiva ettiğine göre, ancak birincisinin tercümesi olurdu. Plakanın M.Ö. 196 da hükümdar Ptoleme Epifan’ın şerefine gömüldüğü saptandı.
Bu dokümanın keşfi eski dil uzmanları ve oriyantalistlerde önemli bir ilgi uyandırdı. Eski eserlerden pek azı böyle bir ümitle incelenmemiştir. Hiyeroglifler en sonunda sırlarını açıklayacaklardı.
Binsekizyüzlerde birçok bilgin kendilerini Rosetta taşını incelemeye ciddî şekilde adadı. Bunlar arasında Fransız Barthélémy, DanimarkalI Zoëga, İsviçreli Akerblad, İngiliz fizikçisi Thomas Young’ı sayabiliriz. Onlar süslü çerçevelerde, dikdörtgen bir hat üzerinde ki hiyerogliflerin kral isimlerini takdim ettiklerini keşfettiler. Young, Ptoleme’nin adının iki harfini dçşifre etti Fakat talihsiz öncellerinden daha fazla çözüme yaklaşamadı. Onların hepsi gibi, açıkça görmeyi engelliyen önyargılara takıldı kaldı. Diğerleri gibi onun için de bütün hiyeroglif işaretleri bir ideog- ram, bir fikir açıklayan birer simge idi.
Hiyerogliflerin Şifrelerinin Çözüfiıü:
O devirde doğu dilleri uzmanları Çin yazılarının yapısından etkilenmişlerdi. Çin’de yerleşmiş Jesvit aydınları Çin yazılarının bir şeyi yahut bir fikri temsil eden basitleştirilmiş resimler olan piktogramlardan, soyut şekilli ideogramlara kadar gelişmesini açıklamışlardı. Remusat 1822 de yayınlanan Çin Grameri isimli kitabında bu hususu ortaya koymak üzereydi. Çin ideogram sistemi Champollion tarafından da kabul edildiği gibi hepsi aynı değerde ve bir biçimdeki işaretlerden oluşmuştur. Hiyeroglif sistemi ise, ona, tam tersine karışık bir tarzda görünmüştü Bütün şekiller aynı değerde değildir. Bazıları ideogramdır. Diğerleri farklı anlamlara sahiptirler. Araştırmalarında konuşulan bir dil düşüncesi, “herhangi bir ses vermek gerektiği” düşüncesi ona yol göstermiştir. Bu kanaat kendisinde 1810 yılından beri gelişiyordu. Bu husus çok sonraları, 1858 de kardeşinin yayınladığı bir makalede belirtilmiştir. Bununla beraber birçok hiyoroglif in manasını, bir esinlenme halindeyken, keşfettiğinde ve bir firavunun işmini tam olarak okuduğunda, heyecanı okadar fazla idi ki bayılmış ve birçok gün bilinçsiz kalmıştır. Neden sonra kendine gelince derhal akademinin daimi sekreterine, 27 Eylül 1822 tarihli meşhur “Mösyö Dacier’e Mektup”unu kardeşine dikte ederek keşfinin gününü tesbit etmiştir.
Yıllarca politik durumu, çabuk gelişen ve parlak kariyerlerinin sebebiyet verdiği kıskançlıktan dolayı Champollion hiyerogliflerin etüdü için kaçınılmaz bazı dokümanları düzenliyememişti. Rosetta ilinin eski idarecisi ve Isere’in valisi Joseph Fourier tarafından kendisine gösterilen ünlü basalt plakanın bir kopyasını görmesinden beri Rosetta taşını biliyordu. Bunun üzerinde de bir düzine kadar yıl geçmişti. Fakat ancak 1818 de en sonunda Rosetta taşının metinlerinden iki örneğe sahip oldu. Bir tanesi taşın üzerinden baskı ile alınmıştı. Bu halen British Museum’un hâzineleri arasında bulunmaktadır. Diğeri ise 1799 ile 1801 yılları arasında Fransız bilginlerinden kurulu bir komisyon tarafından hazırlanmıştı.
Aynı dönemde 1815 yılında keşfedilmiş Philae dikili taşının tabanına Hiyeroglifle ve Grekçe hakkedilen vazıtların bir kopyasına da sahip oldu. Kelimelerden birisi Rosetta taşın- dakinin aynıydı: Ptoleme. Diğeri ise KLeopatrayı simgeliyordu. Grek yazılışından iki hükümdarın isimlerini, PTOLEME ve KLEOPATRA’yı anlıyarak
Champollion her iki kelimedeki müşterek üç etti: Thut-ms-es (yahut Tutmes ve yahut daha
işareti buldu. Birbirine uyanlar P, O ve L idi. T sonra Tutmosis) Burada birinci işaret yazı tanrısı
harfinin iki değişik şekline de işaret etti ve Tut’un sembolü kutsal kuş, Kara levlek’in
Kleopatra isminin sonundaki yumurta şeklinin işaretiydi.
dişil işareti olduğunu farzetmişti. Böylece hiyeroglifle yazılan her kelime en az
Biraz önce 1818 Nisanında kardeşine yazdığı işaretten oluşuyordu. Birisi bir fikre, öte-
gibi bazı harfi tarifleri, bazı bağları ve çoğul ^isi k‘r sese ait oluyordu. Champollion, sem-
oluşumunu keşfetmiş, fakat bunları bir yazıyı ^olik işaretlerle fonetiklerin sırayla geldiği bir
çözmeye yeterti bulmuyçr, incelemelerine ve ceb*r kitabı gibi okunmasını teklif etti. Çok kısa
çalışmalarına devam ediyordu. Bu sırada mimar süre sonra es^i Mısır diliyle altmışdokuz kral ismi
Huyot, Mısır’dan ona şimdiye kadar bilinenler- okumasını biliyordu. Bunların içindeki harflerle
den tamamen farklı iki kelime gönderdi. Bunlar- hiyeroglif fonetiğinin hemen hemen kesin alfabe-
dan biri bir çember ile başlıyordu. Champollion sin‘ tanz,m etmiş bulunuyordu, bunu ve dinsel dildeki güneşin adını Râ sesini 1822 ile 1824 yılları arasında Champolli
veren güneş diski gibi tercüme etti, ikinci işaret anlamsal ve dil bilgisine ait göstergelerle demot:
doğumu işaret ediyordu. Burada kıptî dilindeki ve hieratik yazı şekilleri ve hiyeroglif işaretlerini
ve doğu dillerindeki derin bilgisi Champollion’a kullanılmasına ait tam ve ahenkli bir teori ortay
yardım edecektir. Arapça’da olduğu gibi kıptî koydu. 1824 de yayınlanan Eski Mısır’lılar.
dilinde de “mes” ms şeklinde yazılır. Champol- hiyeroglif sisteminin özeti isimli eserinde d
lion’un henüz tanıdığı üçüncü hiyeroglif Ptole- çeşit hiyeroglif belirtmiştir: sembolik işareti
me adındaki son işaretinin aynıvdı ve es sesini sese ait (fonetik) işaretler, fonetik tamamlayıc
karşılıyordu. Kelimenin tamamı “onu yaratan ve nihayet kelimelerin erkek/dişi; hayvan/bi
tanrı” yı simgeliyen Ramuses şeklinde okunuyor- canlı/cansız v.b. gibi genel cinsini belirliyen du. Aynı harfler ikinci kelimede de vardı. Sembolik hiyeroglifler çok çeşitlidir, K
Champollion diğer bir firavunun adını deşifre şeklini ifade eden ve basit bir resimle tak
edilenler: kedi, kuş, güneş, ay, yılan v.b. bir rumuzla şekillendirilenler: örneğin güneş bir domuzlan böceği ile diğer yıldızlar yörüngelerinin dolaşıklığından dolayı bir yılanla temsil ediliyor, mesela koşma hareketi koşan bir adamla anlatılıyor.