Dev plâtformlar dünya denizlerindeki pet­rol

Dev plâtformlar dünya denizlerindeki pet­rol ve doğal gaz arama çalışmalarına ve üre­timlerine yeni boyutlar getiriyor.

Bir kaç hafta önce Norveç kıyısıyla Shet­land adaları arasında, 61 derece kuzey ve 2 derece batıda dev bir plâtform yükseldi.

Kuzey denizinin 145 m. derinliğinden başlayıp deniz düzeyinin 30 m. üzerine çıkan

4    büyük beton kolon, futbol sahası büyüklü­ğünde ve gökdelen boyutlarında bir dev ya­pıyı taşıyor. Beton ayakların başlangıcından çelik kulenin tepe noktasına kadar olan yük­seklik ise 271 m. yi buluyor.

Norveçli yazar Alfred Hause’ye “Dünya­nın sekizinci Harikası” olarak görünen bu yapıya, teknisyen ve işletmecilerin verdik­leri ad ise oldukça yalın: “Statfjord B.” Ağırlık: 816000 ton. Maliyet: 4,5 milyar DM.

Statfjord bölgesinde çıkarılacak petrol ve doğal gazın önemli bir bölümünün boru hal­tıyla Batı Almanya’daki depolara pompalan­ması plânlanıyor. Plâtformun sahibi ise “Statoil—Mobil” adında, Amerika ve Norveç ortaklığıyla kurulmuş olan bir petrol firması. Bu dev yapının oluşturulmasında 7000 kadar inşaat ve tersane işçisi çalıştı. 175 m. yük­sekliğindeki ayaklar, Norveç’in liman şehri ve metropolü olan Stavangen yakınlarındaki bir fyortta 8 katlı ve 200 kişilik otel, heli­kopter pisti, sondaj kulesi ve pompa istasyo­nuyla birlikte 30m. yükseklikteki plâtformda Moss-Rosenberg tersanesi tarafından Sta­vangen limanı girişinde yapıldı.

Denizin derinliğinin yeterli olmayışı ne­deniyle parçalar, birbirinden ayrı olarak Yrk- je fiyorduna kadar yüzdürülerek, orada bir­leştirildi ve daha sonra da 10.000 -20.000 beygir gücündeki 8 çekici, bu dev yapıyı be­lirlenen yerine götürebildiler.

Deniz tabanının 200 m. altında bulunan, kuzey denizinin en bilinen petrol ve doğal ga/ rezerv alanında üretim, 2 senedir Statf­jord B’nin kardeşi olan Statfjord A plâtfor­muyla başarıyla yapılıyor.

Kuzey denizindeki 80 in üzerindeki son­daj kuyularına eklenen “Statfjord B” harika­sı, konum değiştirmeden birbiri arkasına 21

 

1385’DE BÜYÜK KAZANÇLAR BEKLENİYOR

Luisiana’da yapılan “Cerveza’ pet­rol platformu, dünyanın en büyük iticisinin yardımıyla Meksika Kör­fezindeki yerine götürüldü.

 


m ‘ ?*;’ ‘ 3


s-


j


 

 

 

 

 

 

sondajı gerçekleştirebilecek bir teknikle do­natılmış. Plâtformun ayaklarında bulunan

250.0               ton ham petrol kapasiteli tanklar, boru hattıyla plâtformdaki pompalara ve emniyet nedeniyle 2 km uzaklıkta bulunan, tankerlerin yanaşabildiği bir boşaltma istas­yonuna bağlanmıştır.

Elde edilecek doğal gaz ise Statfjord boru hattı bitene dek yeraltı depolarında depo­lanacaktır. 800 km. uzunluğundaki boru hattı ile ise doğal gaz, Statfjord alanından gaz hazırlama tesislerinin bulunduğu Kam- oy’a pompalanacaktır. Boru hattıyla birlikte Kamoy’daki tesisin maliyeti 7 milyar DM. ci­varında olacaktır. Boru hattı Kamoy’dan sonra Ekofisk bölgesine dek (yeniden deniz­altından) giderek burada Ekofisk boru hat- tıyla birleşecektir. Böylece 1980’li yılların ortalarına doğru 6.2 milyar m3 gaz Batı Av­rupa’ya akacaktır. Bu miktarın 2 milyar m3 ü Almanya’ya geri kalanı ise Fransa, Hollan­da ve Belçika’ya ulaştırılacaktır.

 

ISI, NASIL SERAP OLUŞTURUR?

Serap nedir? Niçin güneşli bir günde, sıcak bir yol üzerinde belli uzaklıkta küçük gölçükler görünür ve onlara ulaşmadan kay­bolurlar.

Bir serap içinde görülen küçük gölcük ler aslında, yol yüzzeyine yakkın, ince bir sıcak hava tabakasıdır Serabın ortaya çık­ması için bu hava tabakasının birkaç mili­metre kalınlığında oması gerekir

Işık, yoğunluğu daha fazla olan sıcak havada, soğuk havaya oranla daha hızlı ha­reket eder. Dolayısıyla, sıcak tabakaya düşük bir açıyla yaklaşan ışık ışınları, yukarıdaki daha soğuk havaya doğru kırıla­caktır. Bu kırılmanın sonucu ortaya çıkan donuk ışıldamanın görüntüsü ise, su yüzeyi­nin yansıması gibidir.

Serap görüntüsüne yaklaştıkça daralmaya başlayacak ve sonuçta gözden kaybolacaktır. Bunun nedeni, görme açısı­nın giderek büyünıessi, öte yadan, sıcak havada yukarı doğru kırılan ışığın kırılma açısının bir yansıma görmeye elvermeyecek kadar küçülmesidir.

 

 

 

 

Şirketinin kasasına girecektir. Böylece 2—3 yıl içinde başa baş noktasına ulaşılabilecek­tir. Daha sonra gelecek paranın bir bölümü, kuzey denizindeki bu hâzinenin daha etkin bir biçimde çıkarılmasını gerçekleştirebile­cek yeni yatırımlara dönüştürülecektir. Daha şimdiden stavangor’de plânlanmış, yatırım tutarı enaz 5 milyar DM.ı bulacak Statfjord C platformunun yapımına başlanmıştır.

Buna karşılık ABD’de, Louisiana’da ya­pımı gerçekleştirilen ve 250 milyon dolara mâlolan petrol plâtformu “cerveza” en yük­sek çelik kule olma rekorunu elde etmiş du­rumdadır. 350 m. yüksekliğinde olan bu çe­lik yapı Paris’teki Eyfel kulesini (30 m) geri de bırakmıştır. Dünyanın en büyük iticisi ta­rafından Meksika Körfezine getirilen “Cer­veza”, Galveston liman şehrinin 200 km. kadar güneydoğusunda 290 m. derinlikte monte edilmiştir. “Union Oil” firması 1985 yılında bu süper plâtformun getireceği büyük kazancı umutla beklemektedir.

Stern ‘den Çev: Osman OKTAR

 

DEPREMLERİN NEDENLERİ

 

 

 

 

İtalya’daki afete, yer kabuğunun iki büyük “Plâka”sının birbirine sürtünmesi neden oldu (Şema 1) Jeologlar, yer kabu­ğunda 10 büyük ve çok sayıda küçük plâka olduğunu ve bu plâkaların “kıta kayması” adı verilen süreç içinde yılda birkaç santimet re hızla sürekli olarak yer değiştirdiklerini sanmaktadırlar. (Şema2) Isıyı, gezegenin merkezinden dışarı atan, konveksiyon dedi­ğimiz dinamik olay nedeniyle, plâkalar, hemen hemen yer kürenin oluşumundan beri yer değiştirmektedirler. Yer sarsmtıan, vol­kanik patlamalar gibi sismik olayların ve okyanusların, kıtaların ve maden yatakları­nın oluşum nedeni bu yer değiştirme olayı­dır. Comell Üniversitesi Jeologu Donald Turcette’nin “Jeolojide olayların sürekliliği” (olayların birbirini izlemesi) diye adlandırdı­ğı bu açıklamaya “plâka tektoniği” adı verilmektedir.

MAĞMA: “Plâka Tektoniği” kuramını açıklama için bilim adamları dünyayı çikola­ta kaplı bir kiraz olarak tanımlayabilirler. Kabuk, bütün dağları, vadileri, ovaları ve okyanusları kapsayan ince bir tabakadır. Kiraz ise yeryüzünün geride kalan kısmını, çekirdeği ve “manto” denen tabakayı tem­sil eder. Kabuk astenosferdir, yağlayıcı gö­revini yapan magmadan aldığı ısıyla yeterin­ce cıvık hale gelen katı maddeler, yüzeydeki plâkaların kabuğu çevresinde kayabilmeleri- ni sağlar. “Manto”nun geri kalan kısmı kız­gın kayalardan oluşur ve 1800 mil kalmlı- ğındadır. Kirazın çekirdeği, yani dünyanın merkezi etrafında yer alan bu plâka 4300 mil çapında olup yoğun ve madenseldir.

Bilim adamları bu gibi teorileri ortaya atmadan önce, insan bu açıklayamadığı do­ğal güçler karşısında şaşırıp kalırdı, Ameri­ka’nın kuzeybatısındaki kızılderiler. Hood ve Adams volkaniklerini, güzel bir genç kıza benzettikleri St. Helen dağının kalbini çalmak için birbirlerine ateş püsküren ve sürekli kavga eden iki kardeş gibi görürlerdi. 17.yüzyılda, düşünür Francis Bacon, kıtaların adeta oyma testeresiyle kesilmiş tahtalardan oluşan bilmece gibi, birbirlerine uygun kıyı­larının, binlerce millik okyanuslarla birbir­lerinden ayrılmış olduklannı gözlemlemiştir. Daha sonraları bilim adamları Kuzey Ameri­ka’nın her iki kıyısındaki fosillerin ve kayala­rın, batı yarıküredekilerden daha çok, Asya ve Avrupa’dakilere benzediklerini farketti- ler. 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener adında bir Alman meteorologu, yeryüzünde- ki bütün kara parçalarının, eskiden Pangaea adını verdiği çok büyük ve eski bir kıta ola­rak, üstüste yığılmış bulunduklarını ileri sürdü. F’akat bu şaşırtıcı tezini, plâkaların nasıl hareket ettiklerie dair inandırıcı bir açıklamayla destekleyemediğinden, jeologlar onu bir zırdeli olarak nitelendirip, fikirlerini dikkate bile almadılar.

O zamana kadar jeologlar, sismik olaylar için karmaşık bir açıklama yapmaktaydılar. Sarsıntılar, sert yer kabuğu içindeki birik­miş gerilimlerden kaynaklanmaktaydı ve gerilim kayanın mukavemet gücünü aşınca, kayalar kırılarak depreme neden oluyordu. Bilim adamlan bunun yanı sıra, gerilimle- rin meydana geldiğini; yeryüzünün gittikçe büzüştüğünü ve dünyanın kuru eriğe
benzeyen yüzeyinde kırışıklıklar olan dağ sıralarının da bunu doğruladığını ileri sür­düler. Fakat her nasılsa, dağlar sürekli bir kırışma göstermediler ve yeni ölçmeler yer­yüzünün aslında büzüşmediğini kanıtladı.

SERT KAYA: Jeologların, depremleri ve volkanik patlamaları açıklamak için diğer ipuçlarına gereksinim duydukları açıkça görülüyor. Jeologlar gerekli kanıtı— ve plaka tektoniği teorisini— okyanusun tabanında buldular.Okyanus tabanının, yer kürenin et­rafını yer yer bölerek çevreleyen bir belke­miği gibi, orta okyanus sırtlarında yeniden oluştuğunu belirterek, bu tabakanın tümü­nün aynı yaşta olmadığını anladılar. Bu sırt­larda bulunan çatlaklardaki, mağma diye bilinen erimiş kaya, yerkürenin ısısı ile yu­karı itilip yeni bir okyanus tabanı oluştur­mak üzere yayılır. Sonunda, soğumuş okya­nus tabakaları öyle ağırlaşır ki, yerçekimi onlan “manto” denilen tabakaya geri çeker ve bu olaya “alta dalma” denir. Plâka ha­reketlerini oluşturan kaynak, bu sürekli yinelenen devirdir.

Kıta plakalarını oluşturan kayalar, ok­yanus tabanındakilerden daha hafif olduğun­dan, kıtalar aşağıya doğru çekilmez, yalnız­ca yer küre üzerinde dönerek hareket ederler. California’daki San Antreas Fayı diye bilinen plâkaların sürtüşmesi gibi, katmanları bazen birbirleri üzerinden çeşitli (zıt) yönlere- de kayarlar. Bu zımpara kağıdı gibi sür­tünme ve birbirini tutma hareketi, yer küre içinde kronik (süreğen) depremlerle sonuç­lanan gerilimlere neden olur. Güney Cali- fornia’da son iki yılda altı adet orta büyük­lükte sarsıntı kaydedilmiştir. Plâkalar biri- birlerini tuttukları ve uzun süre kenetlen­miş olarak kaldıkları zaman, 1906’daki San Francisco depreminden önce de olduğu gibi, çok daha şiddetli bir gerilim meydana gelmektedir.

ZAYIF NOKTALAR: Eğer plâkalar baş başa çarpışırlarsa, genellikle biri diğerinin altına doğru kayar ve bu basınç, dış yüzeyde oldukça büyük değişmelere neden olabilir. Himalayalar, 50 milyon yıl önce Hindistan, Asya’ya çarptığı zaman doğmuşlardır. Eğer

 

 

 

1    Avrasya Plakaları, 2. Afrika Pla­kaları, 3. Arap Plakaları, 4. Güney Amerika Plakaları, 5. Nazka Plakası, 6. Karaib Plakası. 7. Kuzey Ameri­ka Plakaları, 8.Cocos Plakaları, 9. Pasifik Plakaları, 10. Filipin Plakala­rı, 11 Hindistan Plakaları, 12 Aıı- tartik Plakaları.

¿W Benzer yapıdaki kayalar

  • Fosil benzerlikleri

ŞEMA 1: Kıta kayması ilk kez 1 7. yüz­yılda, Franeis Bacon, yer yüzündeki kı­ta kıyılarının, tek bir kıta meydana ge­tirebilecek şekilde, adeta bilmece par­çaları gibi birbirine uygun olduğunu ile­ri sürdüğünde anlaşıldı. Fakat o zaman­lar bu fikir dikkate alınmadı. Daha son­raları değişik kıtalardaki enlemler bo­yunca keşfedilen benzer kaya ve fosil­ler, kıtaların ve okyanusların yeryüzü üzerinde sürüklenen plâkalar olduğu var­sayımını güçlendirdi.

 

 

 


 

 

katmanların itme gücünden meydana gelen sürtünme, yeteri kadar çok ısıya neden olur­sa volkanlar meydana gelir. St. Helen dağı, Pasifik Okyanusu plâkaları ile Amerika kıta plâkalarının çarpışmasının sonucudur. Dep­remler kıtaların iç kısımlarında pek sık oluş mazlar. Tıpkı toprağın 1811-12 depremle­rinin kötü etkilerini hâlâ taşımakta olduğu Missouri ve 1975-76 Çin depremleri gibi. Bilim adamları, bu sarsıntılardan, plâkaların içindeki çatlaklan veya zayıf noktaları so­rumlu tutarlar.

Kıta kaymasının başlangıcı 600 milyon yıl kadar öncesine dayanır. Fakat jeologlar bulgulara dayanarak ilk zamanlardan başla­tıyorlar. Michigan Üniversitesinden Henry Pollack, “iki milyar yıl önce 60’dan fazla,

3   miyar yıl önce ise belki de yüzlerce plâka vardı” diyor. Nedenine gelince; genç yerkü­renin, büyük ısısını atması için daha çok plâ kaya ve dolayısıyla, kabukta daha çok çatla­ğa gereksinim vardır.

Yer küre, az miktarda soğumuş olmasına karşın dönmeye devam eder. Bilim adamları, ancak 6 miyon yılda, Los Angeles ve San Francisco’nun, 5. eyaletler arası sınır boyun­ca, birinin güneye, diğerinin ise kuzeye yö­nelerek birbirlerini geçeceklerini hesaplamış­lardır. Hareket, dünya soğuyuncaya kadar durmayacaktır, böylece konveksiyon, plâka­ları sürükleyemez. Pollack “diğer bir iki milyar yılda dünya dönmeyecek kadar ağır hale gelecektir. Katman tektoniği, gezegensel değişmenin sadece bir evresi olabilir” de­mektedir.

Eğer bilim adanılan plâka tektoniği hak­kında bu kadar kendilerinden emin konuşa- biliyorlarsa, neden depremleri önceden tali­min edemiyorlar? Yanıtı şu: Tahmin edebi­lirler ancak on yılı aşıkın sürelerle San And- reas Fayını inceleyen sismologlar, söylemeye yetkileri olmadığı halde, California’nın bu yüzyılın sonlarına doğru büyük bir deprem­den zarar göreceğini söylüyorlar. A.B.D Je­olojik Araştırma Merkezinden üavid Hill “Sorun, artık bu depremin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağıdır.” diyor. Califor- nia Enstitüsü Sismografık Teknoloji Labora­tuarı Müdürü Don Anderson, 2 yıl önce baş­lamış olan, yaklaşık çeyrek yüzyıllık, dö­nemde, sismik olaylann artmış olduğunu or­taya çıkarmıştır.

Depremleri tahmin etmekte kullandığımız tek ipucu dönemler değildir. Güney Califor- nia’daki su kuyulan, uranyum bozunması sonucu oluşan, çok az miktarda radon gazı ile kaynamaktadır. Çin ve Rus jeologralan, büyük bir depremden önce, bir fay çevresin-

ŞEMA 2: Depremler, genellikle plâka sınır­larında oluşurlar. California’daki San And- reas Fay’mdaki gibi, iki plâka dikey veya yatay olarak zil yönlerde yan yana hareket ettikleri zaman, bazen birbirlerini tutarlar Daha sonra plâkalar birbirinden ayrılıp gev- şeyinceye ve gerilimden kaynaklanan enerji depremler halinde ortaya çıkıncaya kadar basınç depo edilir.


 

deki toprağın gerilerek çatladığını ve yeral- tındakı uranyum kaynaklarından süzülerek gelen suyun, kırılan yer kabuğundan dışarı sızdığını ileri sürüyorlar. Radon gazının var­lığı ve yükselmiş su seviyesi, Çinlilerin 1975’deki Xintagı depremini 4,5 saat önce­den tahmin edebilmelerine yardım etmiştir.

KURBAĞALAR: Çinliler, seri halindeki küçük sarsıntıları ve hayvanların bazı garip davranışlarını içeren diğer kanıtları da göz- önünde tuttular. Depremden önce kurbağa­ların sudan dışarı fırladıklan ve geyiklerin açığa çıktıktan bilinir. Fakat Çinliler bu denli çok bilmiş görünmelerine karşın, yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan ve her- şeyi harabeden 1976 Tangshan depremini tahmin etmekte yanılgıya düştüler. Kısa süreli ipuçlarının kusuru, sürekli olmayışla- nydı. Colombia Üniversitesi Lamont-Da- herty Jeolojik Gözlemevinden Yaslı Aggar- wal, “bir deprem olduktan sonra, kesinlikle birşeylerle arasında bağlantı kurabilirsiniz” diyor.

 

-OKYANUS SIRTLARI

 

Sürtünme

yüzeye

yükselerek

volkanları

oluşturabi­

lecek

kayayı eritir.

MANTO

Alta

dalma

 

 

 


ÇOK SICAK.’ .KAYA?-.”.

ŞEMA 3: Yerin derinliklerinde ısınma ile akışkan hale geçen koveksiyon akımları, kıta kaymasına etki eden güçlerdir. Sıcak mağma, orta okyanus sırtlarına kadar yükselir. Burada sertleşerek kaya haline gelir ve etrafa yayılarak yeni bir okyanus tabanı meydana getirir. Kaya soğudukça ağırlaşır ve okyanus tabanının yavaş yavaş aşağıya doğru ve za­manla manto dediğimiz tabakaya kadar derinlere batmasına sebep olur.


 

 

 

Jeologlar, becerilerini hiç değilse nüfusun çok yoğun olduğu alanlarda oluşacak dep­remleri birkaç gün önceden tahmin edebile­cek şekilde geliştirebilmeyi ümit ediyorlar. Bununla birlikte sık sık kesin tahmini engelleyici, ümit edemeyecekleri kadar çok değişken var. Henüz yeni doğmuş bir bilim olan plâka tektoniği hakkında öğrenilecek pek çok şey kalıyor. Birleşik Amerika Je­olojik Araştırma Merkezinden Robert Decker “Kim bilir, belki bugün savunulması olanaksız gibi görünen fikirler, birgün gerçek­leşecektir ve günümüzden 2000 yıl sonra ha­len kabul etmekte olduğumuz fikirlerin ne kadar basit şeyler olduğunu göreceğiz” de­mektedir. İnsanın, gezeğenini depremler­den koruyamayacağı ve geçen yıllarda İtalya daki gibi afetlere karşın, çoğu insanın pek fazla endişelenmediği açıkça görülüyor. Ya­kın bir gelecekte, kesinlikle bir deprem ola­cağı bilinen San Andreas Fay’ı boyunca yaşayan California’lılar, hâlâ gökdelenler inşa etmeyi sürdürüyorlar.

  • Dünya atmosferine her gün 75 milyo­nun üzerinde meteor girer ve yere çarpmadan önce dağılırlar.
  • Beynimizdeki bir tek hücre, diğerlerin­den 1000 tanesi ile doğrudan bağlantı kura­bilir.
  • İnsan vücudunda; 220 kibrit çöpünün başını kaplayacak kadar fosfor, 6 kalıp sabuna yetecek kadar yağ, yaklaşık 380 gr.lık kok kömüründeki kadar karbon, 2,5 cm.lik bir çivideki kadar demir vardır.
  • Parmaklarımız, bir metrenin 50 milyon­da biri kadar küçük bir titreşim olayını seze­bilecek kadar duyarlıdır.
  • Öksürmeden hemen önceki nefeste normalin 5 katı hava çekilir. Öksürükle çıkan havanın hızı ise saatte 100 mildir.

 

Claudine Dischert

 

 

 

 

 

Göçmen kuşlar sadece havanın nasıl ola­cağını bilmekle kalmıyorlar; aynı /.amanda uçarken güneş, ay ve diğer yıldızlara baka­rak yönlerini de buluyorlar. Kısa bir süre önce, bu olağanüstü kanatlı yolcuların bir de iç pusulaya sahip oldukları ortaya çıktı.

Göçmen kuşlar her yıl kışlama ve üreme bölgeleri arasında binlerce kilometrelik yol aştıklarına göre, hayatta kalabilmek için bu yolculuklara şaşılacak bir uyum sağlamış olmaları gerekir. Bu kuşlar hava sıcaklığına, rüzgârın hız ve yönüne tepki gösterirler. At­mosfer basıncındaki değişikliklere duyarlı oldukları için yol boyunca karşılaşacakları hava koşullarını öngörebilirler. Görüşleri mü­kemmel olup işitme duyulan çok gelişmiş­tir, ancak bunlar uçuş için gerekli nitelikle­rin sadece bir kısmını teşkil eder. Nitekim bu tüy sik’ıet dayanıklılık ve tem hedefe iniş şampiyonları bile; bir kompas, harita ve pu sulaları olmaksızın zor yolculuklar yapabi­lirler. Onun için gidecekleri yolu güneş, ay ve yıldızlara bakarak kestirmeyi iyi başarır­lar. En şaşırtıcı taraf, kısa bir süre önce göç­men kuşların boyun bölgesinde, ferromanye- tik tanecikler bulunmuş olmasıdır. Böylece bu kuşların yerin manyetik alanına karşı du­yarlılığı doğrulanmış olmaktadır. Kuş bilim çiler eskiden beri kuşların yol bulma yete­neklerini fark etmişlerdi, ancak bunu müm­kün kılan iç pusulayı bilmiyorlardı. Şimdi buldukları bu pusula, birçok sırları çözmele­rine yarayacaktır.

Daha yollarını nasıl buldukları araştırıl­madan önce, posta güvercinlerinden uzun süre yararlanılmıştır. Sonraları güvercin ve böyle yolculuklar yapan diğer kuşlar ko­nusunda, çeşitli varsayımlar ileri sürülmüş ve araştırmalar yapılmıştır. Alman kuş bi­limcisi Kramer, kuşların yönlerini güneşe gö­re kestirdiklerini ilk bulanlardandır. Kramer, gündüzleri göç eden kuşlardan bir sığırcığı deney kafesine koydu. Kafesin tiim çevresine öyle bir ayna düzeni yerleştirmişti ki, kuş güneşten başka bir şey göremiyordu. Kra­mer, aynaları çevirerek güneşin durumunu is­tediği gibi değiştirebiliyordu. Bu şekilde gün boyunca aynaları oynatıp durdu. Sonuç­ta sığırcık kuşunun güneşe göre sürekli aynı durumu korumak için, aynanın oynatıldığı ölçüde yer değiştirdiğini fark etti. İşınların doğrudan doğruya gelmesinin ya da ayna­dan yansımasının ise önemi yoktu. Kramer, aynı deneyi kapalı havada ya da kafesi yan saydam kâğıtla örterek tekrar etti ve kuşla­rın yönlerini tümüyle şaşırdıklannı gördü. O halde, öyle anlaşılıyor ki; bu kuşlar güneşin yörüngesi üzerindeki hareketini fark ediyor ve bulundukları noktanın enlem ve boyla­mını kestirebiliyorlardı. Böyle bir yer belirle­me sisteminin ne kadar mükemmel olduğu düşlenebilir. Ayrıca bu yetenekleri dolayısiy- le güneşin yörüngesinde gün ve iklime göre ortaya çıkan değişiklikleri de kuşların dikka­te aldıklarını varsayabiliriz.

Gece kuşları, yönlerini hayli benzer bir sistemle bulmaktadır. Ancak tek yıldıza de­ğil, gök yüzünün genel görünüşüne bakarak yönlerini belirlerler. Mavi sarı asma kuşları bir planctaryumun sonbahar gökyüzü görü­nümü altına yerleştirildikleri zaman bu ya­pay gökyüzüne göre yönlerini bulabilmişler­dir. Öyleyse havanın açık olduğu gündüz ve geceler için yön bulma sorunu çözülmüş ve her şey aydınlatılmış görünmektedir. İyi ama kapalı havada kuşlar yönlerini nasıl buluyorlar?

KUŞLARIN İÇ PUSULASI

O  halde bunu sağlıyan ek bir eleman bu­lunması gerekiyordu. Bunu kanıtlamak için en kolayı, kuşları geçici olarak körletmek ve davranışlarını gözetlemek idi. Araştırmacılar güvercinleri gözlerine cilalanmamış kontakt lensler takarak körlettiler. Bu iş, kuşları hiç rahatsız etmemişe benziyordu ve büyük ço­ğunluğu güvercinliğe geri dönmeyi başardı, işte bunun üzerine manyetik alanın etkisin­den şüphelenilmeye başlandı. Bu varsayımı doğrulamak için iki Amerikalı araştırıcı,

 

Walcott ile Keeton ilk olarak bazı deneyler :?tılar ve güvercinlere küçük mıknatıslar :-ir;:nca kuşların yönlerini tamamen şaşırdı­ğını gördüler. Ondan sonra bu alandaki araş- trmalar çoğaldı. Deneyciler gene Kramer’in ¿¿resine baş vurdular ama bu sefer onu bir Helmholtz bobinin yani bir manyetik alan ^’dükleyici sisteminin merkezine yerleştir- r .er. Bu sistem sâyesinde genliğini değiştir- meksizin alan yönünü değiştirmek olanağı sağlandı. Bunun üzerine saka kuşlarının de- £:;mez şekilde kendilerini manyetik alana iöre yönelttikleri görüldü. Bu yetenek bütün kuşlarda varmış gibi görünmektedir. Ancak jeçilen yol ve aşılan uzaklık her kuş türüne ;öre değişmektedir. Ayrıca, manyetik alan yeryüzünün bütün noktalarında aynı şiddette değildir; çünkü kutuplar ile ekvator arasında farklılık göstermektedir. Nasıl olup ta her kuş türü bu duyusal yeteneği kendi özel amacı için değerlendirebilmektedir ? Şimdi­lik bu sorun henüz kısmen çözülebilmiştir, çünkü manyetik alana göre yön bulma konu­sundaki deneyler ancak az sayıda kuş türü üzerinde yapılabilmiştir. Princeton Üniversi- tesi’nden James Gould, göçmen güvercinlerin yön bulma yeteneğini denedi. Yaptığı de­neylere bakarsak; güvercin, sadece kuzey yö­nüne göre coğrâfı durumunu değerlendir­mekle kalmamakta, yörüngesinde de bulun­duğu yerin manyetik alanına bağlı olarak ge­reken düzeltmeleri yapabilmektedir. Böylece uçuş hatası 2 ilâ 5 kilometreyi aşmamakta­dır.

Bundan sonra sıra, bu duyarlığı sağlayan iç mekanizmayı araştırmaya geldi. Bu iç ya­pıyı çok kısa bir süre önce Walcott Presti ve Pettigrew çok zayıf manyetik alanları sapta- yabilen supra-kondüktör izleyicileri (SQUID ya da supra-kondüktör kuantum interferans cihazı) kullanarak ortaya çıkardılar. Eksi 196 derecelik azot içerisinde dondurulmuş olan güvercinler bu çok duyarlı izleyici ile tarandı. Bütün deneylerde manyetometrenin iğnesi güvercinin beyninin alt bölümündeki bir bölgeye doğru yöneliyordu. Bu buluş ilk adım idi. Daha sonra kafanı« bu bölümü elektron mikroskopu altında incelenince si­nir liflerinde mikro-mıknatıslara çok benze­yen ince uzun cisimcikler görüldü. Röntgen ışınları ile yapılan difraksiyon (kırınım) de­neyleri, bu küçük iğnelerin bileşimini belir­ledi. Bunlar demir açısından zengin bir filiz olan manyetit’ten yapılmıştı; ayrıca az mik­tarda nikel, bakır, çinko ve kurşun içeriyor­du. Yerin manyetik alanı içinde, manyetit kendi alanını yerinkine göre yönlendirir; böylece yer manyetik alanının yönü de bt-

Radarla izleme kuşların göçünü tesbitte de­vamlı olarak kullanılan usullerden biridir. Bu suretle meselâ şiddetli rüzgar altında ya da geceden gündüze geçişte kuşların uçuş yönünü değiştirdikleri izlenmiştir. Bu­radaki ekranda iki milyon kadar ötücü kuş­tan meydana gelen bir sürü görülmektedir.


 

lirlenmiş olur. Manyetit, aynı etkiyi bu si­nir lifleri içinde de göstermektedirr. Başka türlü söylersek, güvercinlerin kafasının içinde bir pusula vardır. Bunun sayesinde bütün yol boyunca dünya manyetik alanının kuvvet çizgilerine oranla, kendi durumlarını belir­leyerek doğru yönü bulurlar. Manyetitin ayrıca, şiddet belirleyici liflerle bağlantılı olması mümkündür, ancak sinir kaslarının ile­tim biçimlerini henüz bilmiyoruz.

Vücudun iyi belirlenmiş bir yerine yapılan renkli işaretler sayesinde kuş fıeryıl yeniden teşhis edilebilir.


 

RADARLA İZLENEN GÖÇLER

Göçmen kuşların yön belirleme düzenek­lerini henüz yeni anlamaya başladık, ancak göçlerin kendisi hakkında çok daha ayrıntılı bilgilere sahibiz. Gözlem usulleri gün geç­tikçe daha duyarlı hâle gelmektedir. İlk kul­lanılan yöntem, kuşa halka takmak idi. Göz­lem istasyonlarında kuşları yakalamak için Helgoland tuzağı denilen huni biçimindeki bir ağ kullanılır. Bunun bir ucuna yiyecek konarak kuşların kolayca tuzağa düşmesi sağlanır. Tuzağa tutulan kuşlar halkalanır. Kuşun ayağına takılan küçük halkada kuşun ‘Kimlik sicili numarası” ile lıalkalamayı ya­pan araştırma merkezinin adı bulunur. Bu yöntem sayesinde Doğa Tarihi Müzesi’nin memeli hayvan ve kuş göçü araştırma merke­zinden M. Jarry, köy kırlangıçlarının yer de­ğiştirimi üzerinde çalışırken Sen ve Marn da yuva kuran kırlangıçların hayatta kalma ve üreme bölgesine geri dönme oranları gibi hu­susları ^el-irle m ey i başarmıştır. Bu suretle 96 km. lik bir alana dağılmış 424 yetişkin kuştan biri eri<ek, üçü dişi olmak üzere sade­ce dördünün Birinci ve ikinci kuluçka dö­nemleri arasında ve bir kilometreyi aşmamak üzere yer değiştirdiğîrîi-belirledi. Eğer araş­tırma limiti 1,5 kilometreye çıkarılırsa yer değiştiren kuş sayısı 11 ‘i erkek, 12’si dişi ol­mak üzere 23’e yükseliyordu, bunlar da ilk yuvalarını terk ettikten sonra yerleştikle­ri ikinci yuvalarına bağlı kalıyordu. Ayrıca erkek kuşların yuvalarına özellikle bağlı ol­duğu gözlenmişti. Erkek kuşlar yuvaların­dan 5 kilometreden fazla uzaklaşmazlar, oy­sa, daha gezginci olan dişiler yuvanın 28 ki­lometre hattâ daha uzağında dolanırlar. Ay­nı şekilde, bu kuşların bir yıldan diğerine ha­yatta kalma oranları da tahmin olunabilmiş­tir. 2—3 yaş arasında bu oran % 45, 3 —

4  yaş arasında % 48 dir. 4 — 5 yaş arasında oran 9ır 13’e inmektedir. Başka bir deyimle, iki yaşında yola çıkan 100 kırlangıçtan üç yaşında 45’i, dört yaşında 22’ i ve beş ya­şında sâdece 2 — 3’ü geri dönebilmektedir.

Halk takma usulii kuşun göç yolu üzerin­deki iki noktayı kesinlikle belirlememizi sağ­lıyorsa da, bu iki nokta arasında izlenen yol hakkında fazla bir ipucu vermemektedir. Kuşları yol üzerinde izlemek için, artık bu alanda da vazgeçilemez bir yardımcı olan radar kullanılmıştır. Bir ekran üzerine yan­sıtılan dalgalar, göçmen bir kus sürüsünün varlığını haber verebilir.Bazı âletler o kadar güçliidür ki, gözetleme bölgesinden 100 ki­lometre uzaklıktaki bir tek kuşu bile sapta­yabilirler, hattâ aynı zamanda değişik yük- seKliKierue goy eueıı kuş suruıermııı yemen uzaklıklarını belirleyebilirler. Kuşların seç­tiği uçuş yüksekliği ortalama olarak 100 — 1500 metre arasında değişmektedir, fakat dikkate değer bazı ayrılıklar da vardır: Ley­lekler 4300 metreye, kara kuyruklu deniz çullukları 6500 metreye kadar erişebilirler. Kullanılan daha incelmiş bir teknik radio- tracking (telsizle izleme) dir. Bunda radarın gözünden kaçabilen küçük kuşların vücudu­na minyatürize edilmiş bir telsiz vericisi iliş­tirilir. Yeryüzünde iyi serpiştirilmiş alıcı an­tenler ile hem bulundukları nokta, hem de izledikleri yol tesbit olunabilir. Bütün bu araştırma ve deneyler, en geniş ölçüde bilgi toplamamızı ve kuşların göç âdetlerini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Bu âdetler, bir türden diğerine geniş ölçüde değişmek­tedir. Her türün ayrı alışkanlıkları, güzergâh­ları, uçuş yükseklikleri, ayrılma ve varış ta­rihleri vardır. Aslında kuşların göç biçimle­rindeki farklılık, özellikle coğrafi dağılış­larına, yaşama sürelerine, yiyeceklerine ve di­ğer türlerle yaptıkları rekabete bağlıdır. Ör­neğin son 20-30 yıl içinde esmer martıların sayısı o kadar artmıştır ki, bir çok kuşlar ar­tık üreme alanı bulmak için daha uzak böl­geleri araştırmak zorunda kalmışlardır. Eski­den sadece İberya yarımadası ile Kuzey Batı Afrika kıyıları boyunca KTşiayan bu kuşlara bugün Fransa ve İngiltere kıyılarında da rast­lıyoruz. Sayıları böyle artmaya devam ettik­çe kimbilir nerelere kadar yayılacaklardır? Bazılarının bu yeni yerlere devamlı olarak yerleşeceği de sanılmaktadır. Aslında aynı tür bünyesinde, hem göçmen, hem de yerle­şik kuşların bulunması ender bir olay değil­dir. Sığırcık kuşu buna örnektir. Yayılma alanı Doğu Avrupa’dan İngiltere’ye kadar ge­niş bir şeridi kaplar. Doğu Avrupa sığırcığı uzun yolculuklar yapar, çünkü kara ikliminin şiddetli kışından kaçmak zorundadır. Buna karşı, İngiltere’deki adaşı hemen hemen yer­leşiktir. Daha genel olarak söylersek; üreme bölgesi kutup yakınlarında olan kuşlar, üre­me bölgesi daha Güneyde olan kuşlardan çok daha fazla yol aşmak zorundadırlar. Av­rupa’nın dört bucağına dağılmış 473 kuş cinsinden ancak 32 si hemen hemen yerleşik­tir. Bunlar arasında sülün, keklik ve tavuk tü­ründen diğer bazı kuşları sayabiliriz.

Bazı göçler şaşılacak kadar geniş bir alana yayılabilir. Örneğin kanat ve kaslarının ağırl- ğı otuz gramı geçmeyen serçegillerden küçük bir kuş, sırasıyla İngiltere, İzlanda ve Grön- land’a yerleşmiştir ve şimdi Batı Kanada’da yayılmaktadır. Halbuki esas ülkesi Sahra’nın Güneyi idi. Bu kuş yılın yaklaşık sekiz ayını

 

juveremin morotesı -ınlara karşı duyarlığın şostermek için, kuş <adece morötesi ışınlarla ı.nlatılmış bir kutuya ■-.nur. İki elektrot aynı an z^şun kalp atışlarını t es bit eiğşf. Gerçekten de bu İşığın kalp i – – arında bir hızlanmaya sçtığı görülmüştür. Kalp . % . -arındaki hızlanma kuşların eşit ışınlara karşı -•lığını isbafetmektedir.

 

SAYILARLA KUŞ GÖÇÜ

Göç Yoğunluğu

-600 milyon kadar Avrupalı kuş, her yıl kışı Afrika’da geçirir.

– 400 ila 600 milyon göçmen kuş ilk ve son­baharda Fransa üzerinden uçar.

Geçiş hızı ve uçuş süresi

Genel olarak göçmen kuşlar değişik hızlarda

günde 6 ila 8 saat uçarlar.

-Tarla kuşu: Saatte 30-40 km.

– Bağırtlak. Saatte 100-110 km

– Bazı ördek cinsleri: Saatte 90-120 km.

–  Göçmen güvercin: Saatte 63-150 km. (yak­laşık 800 kilometrelik bir mesafe için ortalama hız saatte 45 kilometredir).

Aşılan mesafeler

Kuştan kuşa değişir.

–  Küçük bir deniz kuşu olan angıt iki saatte 730 kilometre aşabilir, uzun bacaklılardan taş kuşu ise 25 saatte 825 kilometre yol alır

–  22 Temmuz’da halkalanmış olan bir keçi­sağan kuşu, 31 Temmuz’da yuvasından ayrıl­dı. 3 Ağustos’ta Madrit’te yani uçuşa başla­dığı noktadan 1200 kilometre uzakta yaka­landı. Günde 300 kilometre uçmuştu!

–   Kara keçisağan muhakkak ki en hızlı kuştur. Yiyecek ararken saatte 240 kilomet­relik bir hızla tek bir günde 560 ila 1000 kilo­metrelik bir yolu aşabilir.

Performans rekorları

-Altın madalya: Stern ya da deniz kırlangıcı yılda iki defa dünya çevresinde 20000 kilo­metrelik bir yolculuk yapar.

–  Gümüş madalya: Sarı yağmur kuşu Kuzey Kutup Dönencesi ile Güney Amerika ara­sında yaklaşık 2Ö000 kilometrelik yolu aşar. Her yıl kuzey ve güney fecrini görür,

-Bronz madalya: Bu madalyanın sayılama­yacak kadar çok ortağı vardır.

Uçuş yüksekliği:

–  İncir kuşları 100 metreden uçarlar, keçi­sağanlar 1900, Amerika kuğuları 2700, kız- kuşları 3900 ve yaban kazları 8000 metrenin üzerine çıkabilirler.

Yoldaki tehlikeler

– Avcılar

– Yüksek gerilim hat ve direkleri

–  Modern yapıların pencereli ön cepheleri: Çevrenin manzarasını aksettirerek kuşlan yanıltırlar.

Kazalar

1904 yılının 13 Mart’ını 14 Mart’a bağla­yan gecede Minnesota’daki bir kar fırnıtası 750 000 kadar Lapon sarıasma kuşunun ölü­müne sebep oldu

Şiddetli tayfunlar deniz kuşlarını bu­lundukları yerden 3000 kilometre öteye sürükleyerek onları tamamen yabancısı ol­dukları kıyılara atabilir.

Ceorgia’daki Robins hava üssünde tek bir projektör bir gecede 50000 kuşun ölümü­ne yol açtı

Winconsin’de 300 metre yüksekliğinde bir kule göç eden 20000 çalı bülbülünün ölü­müne sebep oldu

 

 

 

yolculukta geçirir. Ancak kilometre filan dinlemeyen altın madalyalı toplam mesafe rekoretmeni, hiç şüphesiz Arktika’da yaşa­yan bir kuştur. Martının yakın akrabası olan bu kuş, göçüne sadece yuva yapmak için kı­sa bir süre ara verir. Bütün hayatı bir okya­nustan diğer okyanusa uçmakla geçer. Bu binlerce kilometrelik göçebelik, açık deniz­de yem bulan kuşların bir özelliğidir. Meselâ şişman gagalı martı (puffin) yılda en az 32000 kilometre yol aşar.

DEZİNLİ YOLCULUKLAR Bütün yönlere doğru serpiştirilmiş bu uçuşlar bizim sevimli evcil kırlangıçlarımızın geliş-gidiş yolculuklarından çok daha farklı­dır. Eğer kırlangıçların hayat süresini deniz kuşlarınkiyle karşılaştırırsak bunun sebebini kolayca anlayabiliriz. Karabataklar on sene veya daha fazla yaşayabilirler. Genç karaba­taklar kendi başlarının çaresine bakacak ya- şa gelir gelmez, büyük küçük bütün kuşlar rastgele dört bir etrafa dağılırlar. Bu suretle balık bulma şanslarını en yükseğe çıkarmış olurlar. Karabataklar cinsel olgunluğa geç erişir ve ancak iki yaşlarına doğru üreme gücünü kazanırlar. Bundan dolayı genç be­kâr kuş, katılacağı ve yuva kurup yerleşe­ceği yeni bir koloni buluncaya kadar tek başına uçarak uzun mesafeler aşabilir. Öm­rü çok daha kısa olan kırlangıçların ise öy­le uzun boylu araştıracak zamanlan yoktur. Bir yaşından itibaren üreme çağma girerler. Uzun yolculuklar yapmakla birlikte, hayat­ları daha büyük bir düzen içinde geçer. Kır­langıçlar dâimâ yazı Avrupa’da kışı Afrika’­da geçirirler. Bizim ılıman kuşağımıza ilk olarak gelenler baca veya köy kırlangıçları­dır, aşağı yukarı 15 Nisana doğru Fransa’ya varırlar. Daha sonra onları pencere kırlangıç­ları izler. Her iki türün gelişi arasındaki süre ssağı yukarı 1 aydır. Bu, hiç te rastlantı ese­ri değildir. Pencere kırlangıcı, baca kırlangı-

 

çından daha yükseklerde uçar. Bundan dola­yı hava ısısının yükselmesini beklemek zo­rundadır, çünkü serin hava kütlelerinin akımı sürdükçe kuşun gıdasını sağladığı böcekler­den hiçbiri ortalıkta gözükmez.

Kuşlar esasen yolculuğa günlük gıda “ta- yın”larını arttırarak hazırlanırlar. Bu şekilde vücutlarında toplanan yağlar, bütün yolculuk boyunca kullanılacak enerji depolarını teşkil eder. Çizgili çalı bülbülü bu bakımdan tipik bir örnektir. Batı Kanada ile Güney Ameri­ka’nın doğusu arasındaki yaklaşık 10000 ki­lometrelik yolculuğu boyunca birkaç yerde konaklar. Birinci durağı Birleşik Amerika’­nın Massachussets eyaletidir. Orada iken gıda depolamaya devam eder. Güneye doğru ha­reket ettiği anda 20 ilâ 23 grama, yâni nor­mal ağırlığının hemen hemen iki katına eriş­miştir. Gri çalı bülbülü ve bahçe çalı bülbülü hemen hemen aynı şekilde davranırlar. Bo- bolink kuşunun durumu daha dikkate değer­dir. Kuzey Amerika’nın bu göçmen kuşu gı­da rejimini yolculuğu boyunca değiştirir, diğer deyimle önüne geleni tadı değişik diye geri çevirmez. Bu yüzden yolculuğu esnasın­da o derece yağ bağlar ki kendisine “yağ kuşu” lakabı takılmıştır.

Kırlangıçlar önceden depo yapmazlar, bu da hayat tarzlarıyla ilişkilidir. Yol boyunca Tasladıkları böcekleri yutarak “ikmal”lerini sağlarlar. Bundan dolayı çölü en büyük sür’- atle aşmaları gerekir, çünkü çöl üzerinde hiç­bir böcek bulunmaz. Ayrıca bazı “küçük şeytanlar “da işe karışır. Meselâ hava korsanı bir çeşit iri martı diğer göçmen kuşların yol­larını keserek ağızlarından yemlerini kapar. Bu “maffia” çok iyi teşkilatlanmıştır. Bü­yükleri Bassan martısına saldırırken daha kü­çükleri stern’leri hedef alırlar.

Görüldüğü gibi, bu çeşit yolculuklar iyi bir fiziksel hazırlığı gerektirir. Ancak akla bir soru daha gelmektedir: Bu kuşlarda göç iste­ğini uyandıran ve onları direnmeksizin yola çıkmaya zorlayan “çalar saat” nasıl işlemek­tedir? Ne zaman yolculuk saatini çalmakta­dır? Meselâ guguk kuşu, temmuz gelir gel­mez bavullarını toplamaya başlar. Bu, üreme mevsiminin sonuna doğrudur. 31 Ağustosta ise artık tamamen ortadan kaybolmuştur. Fizyologlar yaz sonlarında gün aydınlığı sü­resinin kısılmasının bir uyarıca etki yaptığın­dan şüphelenmiş ve kuşların gonadlarının yâni erbezi ve yumartalıklannın yılın mevsi­mine göre büyüyüp küçüldüğünü tesbit etmiş­lerdir. Bunların boyu ilkbaharda en büyük, kış ortasında en küçük değere erişmektedir. Aydınlık süresi varsayımını doğrulamak için birkaç kuş üzerinde bazı deneyler yapıldı.

m« nwwırır ir – ■ 11- f w mmüm mbmh—

PARİS

GÜVERCİNLERİNİN

PUSULASI

ŞAŞIRTILACAK

M                             M

Güvercinlerde manyetik bir pusula olduğunun keşfi, can sıkıcı bir prob­lem üzerinde yapılan çalışmaların tam üstüne geldi. Yıldan yıla çoğal­makta olan Paris güvercinleri kamu yapılarını kirletmekte, tarihi anıtlara pislemekte ve bazı bulaşıcı hastalıklar taşımaktadır. Şimdiye kadar ne kim­yasal ne de mekanik tuzaklar sayıları­nı mâkul bir hadde indirmeye yetme­miştir. Eğer güvercinlerle yapılan mü­cadelede elektro manyetik dalgalar kullanılırsa, bu uçucu kuşların yön bulma hissini bozmak mümkün ola­caktır. Nitekim bu itici dalgalar gü­vercinlerin pusulasını alt üst edebilir. Bu dahiyane metot,Paris Belediye Sa­rayı civarında ve başkentin çeşitli pa­zarlarında kısa bir süre sonra denene­cektir.

Alacalı Juneo kuşlan iki gruba aynlarak bi­ri tabii ışıkla, diğeri yapay ışıkla aydınla­tılmış kafeslere kondu. Sonra hayrete değer bazı gözlemler yapılabildi. Tabii gün ışığına mâruz bırakılan kuşlarda şiddetli bir göç is­teği uyanmıştı. Diğer grupta ise aydınlık sü­resi yapay ışıkla devamlı olarak uzatılarak kuşların davranış biçimleri önemli ölçüde değiştirildi. Sonunda kuşlar yeniden üretken oldular.

Son yıllar içinde kuşların düzenli bir gi­diş-dönüş şeklinde göç yolculuklarını yap­malarını sağlayan bir çok olağanüstü meka­nizma ortaya çıkarılmıştır. Manyetik alana göre yön bulmaları herhalde az şaşırtıcı bir keşif sayılamaz. Kuş bilimciler bu mekaniz­mayı ayrıntılanyla açıklayabilirlerse belki de kuş göçlerinin sırrını çözmüş olacaklardır.

Sciences et Avenir’den çeviren: Dr. Ergin Korur

Başlangıçta ikisi de eşit yaratıl­mıştı, fakat madde üstün geldi.

E

vrenin neden böyle olduğu, insan so­yunun en üstün beyinlerini her zaman meşgul etmiştir. Örneğin, Albert Einstein, tanrının dünya ile kumar oynamadığım söy­leyerek, evrenin böyle olması gerektiği için böyle olduğunu, başka türlü olamıyacağmı belirtmiştir. Şu anda Einstein’ı doğrulamak­tan uzaktayız. Fakat geçen bir kaç yıl içinde elementer partiküllerin gizli dünyası çok önemli bazı aydınlatıcı bilgileri bize verdi.

Uzayımızın yapısı hakkındaki sorular ara­sında, onun madde ve antimadde yerine ne­den yalnız maddeden oluştuğu da bulun­maktadır. Madde / antimadde tartışmasının

2  Ağustos 1932 de Kalifomia Teknoloji Ens­titüsünde çalışmakta olan Cari Anderson isimli genç bir araştırmacının, elektron ile aynı kütlesi olan negatif yük yerine pozitif yüklü bir taneciği keşfetmesi ile ortaya çıktı-

ğı söylenilebilir.

Anderson ;juna pozitron adım verdi. Bu yeni taneciğin an ti madden in ilk parçacığı olduğu bulgusu, kısa bir sürede O na 1936- daki Nobel Armağanını kazandırdı.

Daha sonraki araştırmalar gösterdi ki, po­zitron, bir özellik dışında tıpkı pozitif bir elektrondan beklenilebilen davranışları gös­termekteydi. Bir pozitron adi bir elektron ile çarpıştığında, ikiside, “yok olma” diye adlandırılan mikroskopik bir patlama ile kaybolmakta ve bütün bu parçacıkların ener­jisi X – ışınına dönüşmekteydi.

Bu yok olma olayım göz önünde canlan­dırmanın en kolay yolu, belki de, düz bir toprak parçasından kazma işlemi ile toprak çıkarmayı düşünmektir. İş bittiğinde bir ta­rafta bir yığın toprak, diğer tarafta bir çukur oluşacaktır. Bu madde ve antimaddeye öz­deş bir durumdur. Çukur yığın toprak ile doldurulduğunda, hem çukur hem de yığın toprak kaybolacak ve düz toprak parçası es­ki haline gelecektir- yokolma olayı.

Fakat dünyamız yalnızca yığın topraktan, maddeden yapılmış olarak görünür. Çukur, antimadde, yoktur. Parçacık-Anti parçacık çiftleri sadece fizikçiler tarafından özel laba- ratuarlarda, çok gelişmiş hızlandırıcılar kul- taHanılarak üretilir. Bu hızlandırıcılar, parça­cık ve anti parçacıklara göre doğa kanunla­rının hemen hemen tamamıyla simetrik ol­duklarını da göstermişlerdir. Parçacığın bu­lunduğu bir işlemi gözlediğinizde ve aynı iş­lemi antiparçacığın olduğu bir durumda iz­lediğinizde sonuçlar aynı olacaktır. Örnek olarak, bir hidrojen atomundan (bir poroton -f bir elektron) yayılan ışık görünmez olaca­ğı gibi, bir anti hidrojen atomundan (bir anti proton 4- bir pozitron) yayılan ışık da görün­mez olacaktır. Eğer eşit miktarlarda madde ve anti madde, programlı bir şekilde mikros­kopik düzeyde yaratılıyorsa, acaba neden dünya sadece maddeden meydana gelmiştir? Acaba bütün anti maddeler nereye kaybol­muştur?

Bu konu ile ilgili bir varsayım, evrenin başlamasına neden olan müthiş patlama, Big Bang, sırasında antimaddeye nazaran da­ha fazla maddenin yaratıldığıdır. Fakat bu ‘ böyle olduğu için böyledir” demek gibidir ki, fizikçiler için evreni incelemede hiç çeki­ci olmayan bir yoldur. Onlar ş

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*