, Big Bang sırasında parçacıklar

tercih ederler; “Bilinen fizik kanunları ile Taşlayarak, Big Bang sırasında parçacıklar iadar anti parçacıklarında oluştuğunu var­sayarak, acaba evrenimizin civarında madde­nin üstünlüğünü açıklayabilecek herhangi bir yöntem var mıdır?

1950 “ler ve 60’larda bu sorunun en ge­çerli yanıtı, uzayın bir bütün olarak, madde <adar anti madde içerdiğini, fakat bilinme- • en bir takım olayların kosmik madde ve ıntimadde adalarını birbirinden ayırdığını Jeri sürmekti. Bu “ayrılmış evren teorisini'” destekleyenler Big Bang “i izleyen ilk mikro- aniye sırasında bazı bölgelerin daha fazla -nadde ile bazı bölgelerin de daha fazla anti -ıadde ile dolduğunu ve bunların her birinin miktarlarının da eşit olduğunu söylemişler­di. Diyelim ki, örneğin, bir bölgede binbir -natiae ve bm anti madde olsun. lUOO’lik iki grubun her biri bir araya gelecek ve bir­birlerini yok edip geriye bir madde parça­cığını bırakacaklardı. Eğer bu bölgeye Bing 3ang’den çok uzun zaman sonra bakacak olursak, burada maddenin egemen olduğu sonucuna varacağız. Galaktik ölçüde, bu, ga­laksimizin nasıl maddeden oluşduğunu bize içıklıyacaktır.

Evrenin, diğer bölgelerinde de, spekülas- nnun sürdüğü gibi, aynı işlem, antimadde taksilerinin oluşumunu da sağlıyacaktır.

Antimadde ve madde galaksilerinin neden birbirlerini yok etmediğini açıklamada da, bazı hayalci bilim adamları, bunların birbirle- n ile çarpıştığını, fakat sadece kısmı yok simanın oluştuğunu ve normal madde ile an- :.maddenin sınırlarında bir X ışığı “Jüzgarı- nın meydana geldiğini ileri sürmüşlerdi. Bu –22ar, çarpışan galaksilerdeki malzeme yığı­nını üfleyerek, yok olma sınırından uzaklaş­tırmaktaydı.

Mantıklı görünmesine rağmen bu teori, kendisini çürütecek unsurları da içermekte­dir. Uzayda geniş bir alandan dışarıya doğru yayılan yoğun X f ışınlarını, astronomlar araştırmışlar ve uydular böyle muazzam enerji kaynaklarına sahip bölgelere rastlama­dıklarından, kesinlikle bunların olamayacağı anlaşılmıştır.

Eğer evrendeki madde ve antimadde ara­sında sınırlar yoksa ve biz madde bölgesin­deysek, evren içindeki herhangi bir yerde an­timadde bölgelerinin olmadığı sonucu anlaşı­lır.

Antimadde sorunu, şimdi daha da ilginç olmaktadır. Sadece dünyamızın civarında an­timadde olmadığının nedenini açıklamakla kalmayıp, aynı zamanda, niçin Big Bang’m ürünü olarak antimaddenir. yaratılmadığını da sormamız gerekmektedir.

Big Bang’in evrimine ait herhangi bir soru­nun çözümü, eiementer parçacık fiziği ile mümkündür. Çünkü o sırada bu parçacıklar vardı. Bu parçacıkların davranışlarını düzen­leyen dört teme! kuvvet vardır: Proton ve nötronları atom çekirdeğinde bir arada tutan “güçlü kuvvet”, radioaktif bozunmaya neden olan “zayıf kuvvet” ve bilinen iki kuvvet, “elektromağnetizm” ve “yer çekimi.”

Her bir kuvvet diğer üçünden farklı dav­ranışlar gösterdiğinden, fizikçiler her biri için ayrı ayrı teoriler geliştirdiler. Fakat 1979 yılında, Sheldon Glashav, Abdus Salam ve Steven Weinberg bu kuvvetlerden elektro­mağnetizm ve zayıf kuvvetin, tek bir nesne­nin iki farklı görünümleri olduğunu ileri sü­rerek, o yılın Nobel ödülünü kazandılar, iki kuvvetin birliği ile ilgili olarak ortaya atılan bu teori, yapılan birçok deneysel sonuçlarla kanıtlanmış olup, bugün bilimsel çevrelerce tamamen kabul edilmiştir. Bu sonuç, “bile­şik alan teorilerinden birisinin örneği olup, bilim adamları, ilerde bütün bu dört kuvveti açıklayan tek bir teorinin oluşturulacağını ümit etmektedirler.

Bu kuvvet ler don üçünü birleştiren bir teo­riyi oluşturmak, günümüzde parçacık fi­zikçilerinin en büyük amaçlarından biridir. “Büyük birleştirme teorileri” olarak adlan­dırdıkları bu kavramın oluşturulmasına çok yaklaştıklarına da inanmaktadırlar. Kuvvetle­rin en zayıfı olan yer çekimi, hala bunların dışında gözükmektedir.

Glashow, Salam ve VVeinbergin çalışması­na benzememekle beraber, güçlü kuvveti de içine alan “büyük birleştirme teorileri”, he­nüz deneysel olarak kanıtlanmamıştır. Fakat test edilebiüneceği ileri sürülmektedir. Bun­
lardan biri, atom çekirdeğinin temel eleman­larından olan protonun, tıpkı C14 ve diğer bir çok elementlerde olduğu gibi spesifik öl­çüde “bozunduğu’dur. Şimdiye kadar pro­tonun kararlı, dengeli bir yapıda olduğu ka­bul ediliyor ve başka parçacıklara bozunma- yacağı düşünülüyordu. Büyük birleştirme teorileri, proton bozunmasmı ortaya attığı gibi, proton bozunmasmın deneysel olarak gözlenmesi ile kanıtlanabilinecek, sadece evrenin ilk zamanlarının özelliği olan çok yüksek enerjiler ve sıcaklıklarda oluşabilen diğer reaksiyonlar da öne sürmektedir.

Eğer büyük birleştirme kavramı doğru ise, fizikçiler, deneysel olarak test edilme­mesi imkansız olan diğer öne sürülmüş reaksiyonlara da inanacaklardır. Bu test edilemiyen teorilerden biri, Bing Bang sı­rasında yaratılmış X diye adlandırılan ha­yali bir parçacığın davranışları ile ilgilidir. X parçacığının madde / antimadde mese­lesindeki rolünü anlıyabilmek için, geçen yıi James Cronin ve Val Fitch’e Nobe! Ödü­lünü kazandıran diğer bir asimetri örneğini önceden incelemek faydalı olacaktır. 1964 yılında yapılmış olan deneyleri, Kj (K- Ze- ra- long) mezonu diye bilinen bir parçacığın bozunması ile ilgiliydi. İsmin ne anlama gel­diği ve parçacığın neye benzediği hususun­daki ayrıntılar gerçekten önemli değildir, önemli olan, eğer bazı doğa kanunları ger­çekten simetrik ise, o zaman Kt incelek- trona bozundu ğu oran da pozitrona da bo- zunmasıdır. Fitch ve Cronin çok zor bir de­ney ile bunun böyle olmadığım buldular; Kl              elektron içeren parçacık grubuna

oranla, birazcık daha fazla oranda pozitron içeren parçacık grubuna bozunmaktadır. Si­metrinin simetri uyumsuzluğu ile ilgili bu mükemmel örnek, hayali X parçacığı hakkın­da – Bu parçacık çok yoğun olup (1 quadril­lion kere protondan daha ağırdır) fizik labo­ratuarlarında asla görünme olasılığı yoktur- çok ilginç bazı spekülasyonlara zemin hazır­lanmıştır.

Kuramsal olarak X parçacığı, bu dört kuvvetin aynı şiddette olduğu, ilk parçacık­ların arasında esaslı ayrılıkların bulunmadığı, sıcaklığın çok yüksek olduğu Big Bangm başladığı sırada vardı. Xj madde/antimadde tartışmasında önemli olmaktadır. Çünkü tıp­kı mezonunda olduğu gibi, asimet­rik olarak bozunmaya uğramış olacaktı. Eğer böyle ise, yaratılışın başlangıcında X ve anti-X parçacıklarının eşit miktarda oldu­ğu ve maddenin antimaddeye üstün geldiği bir evren sonucunu düşünebiliriz.

Senaryo şöyle sürmektedir: Big Bang’ın ilk 10 saniyesinde sıcaklık çok yüksek olup, çok miktarda X ve anti-X parçacıkları yaratılmıştı. Evren genişledikçe, sıcaklık, yeni X parçacıklarının meydana gelebildiği derecenin altına düşmekte ve mevcut stok hızla bozunmaya uğramaktaydı. Eğer mad­de / antimadde simetrisi tam anlamıyla göz- lenebilseydi, bozunmalann son ürünü, anti proton-ların sayısı kadar proton içerecekti. Fakat Kf parçacığının davranışı esas alındığında, teoriye göre bozunma işlemi, antiprotondan daha fazla protonla sonuçla­nacaktır. Bu dengesizlik, sıcaklık O ° C nin altına düştüğünde yüzeyinden donan küçük bir göldeki düzensizliğe çok benzer şekilde, evrenin ömrünün sürekliliğini sağlıyacaktır. “Yok olma” olayı sonuçta, antiparçacıkların ortadan kaldırmakta ve geriye kalan normal

 

maddeden yaplılmış bir evren, sonuç alarak ortaya çıkmaktadır.

Evrensel asimetrinin bu yorumu, özel şartlar istememesi nedeniyle özellikle çekici olmaktadır: Maddenin çoğunluğu, egemenli­ği, Kl mezonunun bilinen ve X parçacı­ğının tahmin edilen bozunmaları ile benzer­lik kurularak açıklanabilinmektedir. Fakat bunun sadece bir hipotez olduğu vurgulan­malı ve ilerde yapılacak deneylerin bunu ta­mamen çürütülebileceği unutulmamalıdır. Bunun da ötesinde, eğer poroton gerçekten bozunmuyorsa, şu andaki büyük birleştirme kavramına ciddi olarak karşı çıkılacaktır.

Protonun bozulup bozulmadığını birkaç yıl içinde öğrenmemiz gerekmektedir. Bo­zulmanın olduğunu ve büyük birleştirme teorilerinin kabul edildiğini varsaysak bile, daha birçok bilinmeyenler- örneğin Big Bang’m niçin oluştuğu gibi- çözüm gerek­tirecektir. Kaliforniya Üniversitesinden Frank Wilczek bu teoriyi kullanarak; madde­nin hiç bulunmadığı bir vakum olarak düşü­nebileceğimiz “yokluk” durumundaki ener­jinin miktarının hesaplanabileceğini, geçen­lerde postulat olarak ileri sürdü.

Maddenin mevcut olduğu “varlık” duru­mundaki bir evrenle ilgili enerjinin de hcsap-

Bazı fizikçiler dünyada antimadde olma­dığını şöyle bir postulatla ilgili açıklamak­tadırlar: Eşit miktarlarda madde ve antimad­de yaratıldı; fakat evren genişlemeye başladı­ğında parçacık yoğunluklarında ve sıcaklık- daki değişmeler, birazcık daha fazla madde­nin oluşmasına neden oldu. Madde ve anti­madde parçacıkları çarpışıp birbirlerini yok ettikleri anda bir tek yalnız parça kaldı ve evrendeki bütün planetler ve yıldızlar bundan ortaya çıktı

UÇAK MÜHENDİSLERİ NİÇİN PİRE İLE İLGİLENİRLER?

Fritz STREMPEL

Eğer pire bir insan kadar bü­yük olsaydı, 300 metre yüksek sıçrayabilecekti. Asıl ilginç olan şey ; onun bu dev uçuşlarında gerekli gücün yalnız onda birini bacak kaslarından almasıdır.

 

 

 

O    irenin bu inanılmaz yeteneği göz önün-

■    de tutularak çok ilginç biiim kurgu romanları düşünülebilir. Bu mini mini ve in­sanların pek hoşuna gitmeyen hayvancılık, kendi vücut yüksekliğinin yalnız yüz katı ka­dar yükseklere sıçramakla kalmaz, aynı za­manda, bu sıçrayışları dört saniye arayla 78 saat arkası kesilmeden sürdürür, durur:f Bu dikey sıçrayışlarında birden bire, 140 yer çe çekimi kuvvetine eşit olan bir ivme basıncı oluşturur, bu da onu, normalden 140 kat da­ha ağır yapar.

Eğer bilimse! dilde Sifonaptera adını alan bu yaratığın başardığı yüksek ivme uçuşları, aynı oranda astronotlar tarafından başarıla- bilseydi, yabancı güneş sistemlerine yapıla­cak akla, hayale sığmayacak yolculuklar yıllık uçuşlara dönüşebilecekti. Yukarıda sö­zünü ettiğimiz yabancı sözcük grekçedir ve “kanatsız emici” anlamına gelir. Zoolog ol­mayanlar ise 0,5-3 mm kadar büyük ve 200 miligram kadar ağır olan sifonoptera’lara ”pire”derier.

Bazan bu küçücük böceğin inanılmaya­cak yeteneklerinin daha da ağır testlere tâ­bi tutulmak istendiği görülür. Örneğin, her beşinci sıçrayıştan sonra bir pire genellikle bacakları üzerine düşmez, sırtı üstüne veya

başı üstüne düşer. İnsan ölçülerine dönüş rüldüğünde, 300 metreden fazla tutacak olan bu sıçrama veya düşme yüksekliği, onu ser­semletmez bile. Hatta sert bîr engele çarp­sa bile.

İlkel organizmaların, zarar görebilecek ince şekillere sahip olmadıkları tartışılabilir. Fakat ortaya çıkacak soru şudur: Acaba, tüm yeteneklerini elde edebilmek için üç kurtçuk (sürfe) aşamasından ve aylarca süren kozalaşma sürecinden geçmek zorunda kalan bir canlı yaratık, kaba bir şekil alabilir mi? Burada söz konusu edilen süre, tavşanların oğulcuk (embriyon) halinden, doğum anına kadar geçirdikleri zamandan daha uzundur. Yüzlerce ince kıl aracılığı ile bütün vücudu tarafından koku ve tat alan ve etrafındaki çevreyi bir insandan daha iyi farkedebilen bir organizmaya acaba ilkel denilebilir mi?

Pirenin, yaralanmamasının gerçek neden­leri, yumuşak, renksiz kitin’e eklenen sert, kahverengi sklerotin karışımından oluşan iskeletinin, vücudunun içinde taşınmadığı- dır. Bu iskelet bütün böceği sarmıştır. Bö­ceklere özgü dış (exo) iskelet pirede, birbiri­ne karşı sınırlı şekilde hareket eden 19 zırh halkasından oluşur: Bunlar, eğilip bükülme­yen (oynak olmayan) iki mercek, (ki bunlar
ışık göstericileridir.) İki anten (duyucu), üç sivri dişli ağız testereciği, emme gırtlağı ve ana sinir bağları, esas kas demetleri bağlı üç göğüs halkası ve altı bacaktan ayrıca kal­bi, karını ve esas sinir sistemini ve cinsel or­ganları içine alan on karın halkasından olu­şur.

Bütün vücut şekli kamburlaşmış ve yana doğru kuvvetlice yassılaşmıştır. Bundan çı­kan sonuç şudur: Biz baş parmağımızla işa­ret parmağımızın arasında sıkıştırdığımız bir pireyi kolayca ezemeyiz. Fakat bir exoiske- let de iç organların sarsılması ve çatlamasına karşı tam bir güvence sağlayamaz.

Pire- zıplayan bir su damlası

Pirenin sıçrayışı o kadar hızlıdır ki, insan gözü onu da bir silâhdan atılan kurşun gibi göremez. Bir an için pire bir noktada kımıl­damadan durur, fakat bir an sonra kaybol­muş gitmiştir. En gelişmiş film kameraları, bacakları ile kurbağa gibi havada “kürek çekerek yüzen”, bulanık gölgelerden fazlası­nı filmlerine alamazlar.

Eğer bu gibi basınçlar altında, bir astro­not, pilot veya kazaya uğrayan bir otomobil sürücüsünün beyninde veya böbreklerindeki damarlardan biri patlasa, bunun çok kötü sonuçları olabilir. Fakat pirenin kan damar­ları yoktur. Veya başka bir deyimle: Onun, hiç bir surette parçalanamayacak exo- iske­leti, tek kan deposudur. Vücudun iç kısmı tümüyle berrak, akıcı kan içinde yüzer ( % 85 su), ki bu durumda bütün organları sü­rekli olarak besin maddeleriyle yıkanır, ami-

 

 

 


 


Mancınık Mekanizması:

Üst bacak ve arka bacakların ara baldırları hemen hemen dikey durumdadır. Bu du- ıtm saniyelerce böyle sürer. Sıçrama esnasında biriken enerji binde bir saniyelik bir sürede tamamiyle boşanır.

 

 

 

 

Pirenin arka bacak çiftindeki kas paketleri aşırı derecede dolgun olmasına rağmen sıçrama için gerekli enerjinin ancak onda birini oluştururlar Sıçrama Kesilin odundaki bir madde sayesinde sağlanır. Lastik özelliğine sahip olan bu proteinin olağanüstü bir esnekliği nardır ve hant şeklinde iki arka bacağa yerleşmiştir. Pire en kuvvetli bacak kaslarıyla Resilini gerer ve onu Chitin-zırhmın kanca şeklindeki bir parçasına geçirir Serbest kalan bant binde bir sani­ye içinde enerjisini serbest bırakır.

 

ne asitler, proteinler, yağlar ve organik olma­yan tuzlarla.

Kısaca ve abartılarak onun için, zıplayan bir su damlası bile denilebilir. Bütün vücu­duna dağılmış birçok hava borucukları ile temizlenen bu kan sürekli oksijen alabilmek için, oksijenin bir devre şeklinde pompalan­masını da gerektirmez. Tüp şeklinde, iske­letten oluşan iç duvarlarla beraber büyümüş olan kalp, öyle ağır bir ritimle çarpar ki, sıç­ramalardan oluşan değişiklikler onu hemen hemen hiç etkilemez. Aynı zamanda kan gö­lü, içinde çalkalanan bütün organları âni ba­sınç yükselmelerinden gelecek zararlara kar­şı korur.

Yüzlerce sifonaptera türleri arasında, in­sanları huzursuz eden ev pireleri, “Pulex irri- tans”da bulunmaktadır ve o da aynı hokka­bazlıkları yaparak çok kez bizden kaçar gi­der. Acaba bu zayıf hayvancık bu kadar hü­neri nasıl becerir? Bilim adamları bilimsel esaslara dayanarak tartışılmayacak bir şe­kilde pirenin bu sıçramalarını yapacak ka­dar güçlü olmadığını hesaplamışlardır. Dört ön bacak “pıtır pıtır yürümek” içindir, sıç­rama anında, bunlar olsa olsa ilk dengeyi sağlarlar. Uzun arka bacak çiftinin ise üst iiçte birindeki kalın kas paketleri, pirenin sıçraması için gerekli olan enerjinin yalnız onda birini sağlarlar. Kısa kuvvetli baldır

 

 

 

Pire: Vücut yapısı ve davranışı üzerine önemli bilgiler


Dişler dizisi: Yan­daki iki sivri bı- çakcık deriyi ısı­rır ve sabit kalır­lar. Hortum ileri­ye çıkar ve kanı emer..


 

İnsan piresi 15 kat büyütülmüş olarak.


 

İç organlar. Kalp, uzun bir hortumdan oluşur. Tükürük vc salya akması. Deyin ve omurilik. Sindirim Kanalı. Emme esnasında yalnız “dev gibi” mide kanla dolmakla kal maz, arkadaki barsaktaki kalınlaşmış bir kısımda dolar, baştaki önemli organlar: Emme hortumu. Bazı türlerde bulunmayan göz ve ışıktan duyarlı olan yer.

 

veya uzunca ayaklılarında bu kuvvet yoktur.

Çelişki, Harrier-Dik inen uçaklarını ısmar­layan bir İngiliz firmasını düşündürmüştü. Bunun üzerine Edinburgh Üniversitesinden Dr. Bennet-Clark ve bilimsel fotoğrafçı E.C.A. Lucy’yi bu sorunun araştırılması için görevlendirdiler. Sonuç pirelerin şimdiye ka­dar sanıldığı gibi zıplayıp sıçramadıklarını meydana çıkardı.

Pirede enerjinin yalnız yüzde üçü kaybolmaktadır

Araştırmaların sonunda pirenin arka ba­caklarındaki ivme aracı olarak hiç bir kasın kullanılmadığı sonucuna varıldı. Bazı özellik­ler, pirenin bundan çok uzun yıllar önce ka­natlı bir böcek olduğunu gösterdi. Kanatlı böcekler ise kanat hareketlerini lastiğe ben­zeyen bir cins proteinin yardımiyle başarır­lar, buna bilimsel dilde “Resilin” adı verilir.

ResiSin şimdiye kadar insanoğlunun bul­duğu ve yaptığı her lastikten daha iyidir. O bir çok kez uzunluğunun üç katına kadar gerilebilir, kırılmaz ve sonra birkaç saniye içinde eski durumuna döner. Bugün piyasada bulunan en iyi lastik gerildiği zaman, gerekli olan enerjiyi içinde saklar ve geriye döner­ken % 85 ‘ini tekrar verir. % 15’ini ten belliği yüzünden yitirir. Bunun anlamı şudur: lastik hemen eski durumuna dönemez, bırakıldığı zaman yerde sürünür.

Resilin ise sakladığı enerjinin % 97 sini geriye gelirken hemen serbest bırakır. Pire de milyonlarca yıldan beri kanaatlarını geri­sin geriye sıfır noktasına kadar geliştirdiği zaman, bunların iki resilin-bandını, yakında­ki arka bacaklarına almayı başardı. Yalnız, onlarla zıplayıp sıçrayamaz.

En kuvvetli bacak kasından faydalanarak, bir mancınığın bantları veya bir Tatar okun­da olduğu gibi bir kancada gerer. Germe bir­kaç saniye içinde oluşur, içerideki kanca dı­şarı çekilince bu saniyelerin germe enerjisi bir yayın mikro saniyelerden bir araya gelen açılmasında toplanır. Bundan dolayı da pire sıçramaz. Başlangıç anında daha önemli bir kas kuvvveti harcayacak yerde, arka bacakla­rı bu milmetrelik böceği 35 santimetre kadar (bir ok veya mancınık gibi) havaya fırlatır. Bu bakımdan onun, bacaklarıyla uçtuğunu söylemek de doğru olur.

Kişisel hayatımızda bütün bunlar bizi ilgi­lendirmez, bizi ilgilendiren pirelerin insanla­rın kanını emdikleri ve emerek meydana ge­tirdikleri yaralarda kanın güç pıhtılaşmasını sağlayan ve fazlaca kaşındıran bir salya bı­raktıklarıdır. 18 inci yüzyılda Fransa kralı 15 inci Louis’in saraylı bayanları, elbiseleri­nin altında 1 ife kapanları” saklarlardı. Bun­lar fil dişinden yapılmış ve içerisinde kanla bulaşmış yem tıpaları bulunan küçük tüpler­di: Bayanlar da yaklaşıp tüpe düşen pireler­den büyük bir zevkle intikamlarını alırlardı.

Bugünkü uygar dünyamız pirelere, pisli­ğin bir kanıtı ve toplumda bağışlanmayacak bir ayıp olarak bakmasına karşın, 19 uncu yüzyılda panayırlarda pire sirkleri sergilenir ve orada bu küçücük siyah noktaların olduk­ça büyük araba modellerini çektikleri eğle­nerek seyredilirdi.

Diğer yandan, bu böceklerin hava alma­yan stratosferde yaşadıkları, hatta 9 ay ku­tup buzları içinde kaldıktan sonra yeniden canlandıkları bilinmektedir. İnsanların, onla­rın bu niteliklerinden faydalanacakları pek ümit edilmezse de, mühendis ve bilim adam­larının dikine kalkan uçaklara ait bazı tek­nik püf noktalarını sifonaptera’lardan kopya edebilecekleri olasıdır. Doğa bu özel planın gelişmesinde 65 milyon yıl uğraşmıştır.

PM’den Çeviren: Nüvit OSMAY

ÇAĞDAŞ EV, ESKİ MİMARİ:

«GEOHOUSE»

Y

akıt ödemeleri çok yüksek boyutlara vardı­ğında, enerji bakımından hemen hemen kendi kendine yeterli bir ev en gü/el şatodur. İşte bura­da böyle bir ev sunulmaktadır. “GEOHOUSEV Ev, yüzyıllar önce uygulamaya konmuş kuralla­rın bir birleşimidir. Bu kurallar doğal öğelerin mantıksal kullanılışlarından doğmuş sonuçlardır: Güneşin ısısı, toprağın yalıtımı, gölgelerin ve esin­tilerin serinletici etkisi.

GEOHOUSE’in bölümleri eskilerin kendi ken­dini yetiştirmiş mimarlarının elde bulunan ola­naklarla insan yaşamını rahat bir hale getirme so­rununu nasıl çözdüklerini gösteriyor. GEOHOU­SE eski çözümleri kuzey yarımkürenin ılıman ku­şağına uyguluyor ve çatı panellerinde sıcak su ısıtma sistemlerini de buna ekliyor.

Ev güneye çevrilmiştir, böylece pencereler kış güneşinin düşük ısı ve ışık yayılımına i/in verir. Aynı şekilde yazın çatı çıkıntıları ve tenteler güneşi kestiği zaman da güneşten yararlanılabilir. Güneş etkisi ile yapılan bu pasif ısıtma, tümüyle taş bir duvar, döşeme ve altında kayadan yatağı ile camdan bir serle desteklenebilir. Taş duvar, döşeme ve kaya yatağı gün boyunca ısıyı emer ve gece yayar. Sera camı kısa dalga güneş ışımasının geçişine izin verir fakat uzun dalga kızılötesi ışın­lara ve yaydıkları ısıya engel olur. Duvardaki de­likler ve hareketli pencereler ısınıp soğuyan hava akımlarını tahrik eder. Bu da evin kış boyunca sı­cak, yazın serin kalmasına yardım eder.

GEOHOUSE’in kuzey bölümü toprakla örtülü­dür. Bu sayede ısı değişiklikleri küçük olan topra­ğın yalıtımından yararlanılır. Toprak bir yandan şiddetli kuzey rüzgarlarına karşı evi korurken, bir yandan da evin iç kısımlarının yazın serin, kışın ılık olmasına yardım eder.

‘c/on

Çeviren: Metin S A VRAN

GÖLGELİK

Tente, güneş ışığını kırmak için en kolay yoldur ve rahatlıkla ayarlanabilir. Soluk bir kumaştan veya yarı geçirgen bir plastikten yapılabilir. Bu plastik sıcaklığı keserken yaygın ışımanın geçmesine de izin verir.

Sarp kuzeyden köy kış güneşine | Bundan amaç c yarayan pasif g drn fayda/anmatl bir ev 25 derece miş olmalıdır.

 

HAVALANDIRMA

Tropik bölgelerde evler en sık esen rüzgarların yönünde kurulmuş ve açılmıştır GtO- HOUSE’da pencereler, havaan- dırma düzenleri ve ser duvarla­rındaki delikler yeterli hava değişimi ve karışımı sağlarlar.

 

Kerpiç evler, yazın serin, kışın sıcak olur. Bazı yeni şekilleri orman sınırında inşa ediliyor. Böylece ısı değişiklik­leri az olan ormandan da yarar­lanılıyor.

\vv

.

ISIL ATALET

Kerpiç çöl evleri yavaş ya­vaş ısınır ve yine yavaş yavaş soğur Taş duvar, döşeme ve kaya yatağı gibi gün boyunca sıcaklığı emer ve gece onu yayar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 

UÇAN BULUT

Beverly AZARIN


 

 

 

 

 

 

G

eçen sonbahar, Japonya’nın Güney sa­hillerinde değişik ve ilginç bir gemi göründü. İlk bakışta 216 ft. (65 m.) boyunda olağan bir kıyı tankerini andıran bu gemi; iki çelik direği beyaz kutularla kaplı olduğun­dan görenleri hayrete düşürüyordu. Gemi yol almaya başlar başlamaz, kutular, elektronik bir kumanda ile 100 sq (9 m 2 ) genişliğinde plastik birer yelken olarak açılıp, rüzgarı ya­kalıyordu.

Rüzgar alıcıları, sürekli devrede olan ve kaptan köprüsünde bulunan bilgi sayara, oto­matik olarak bilgi yollıyarak, yelkenleri en uygun koşulda rüzgara göre ayarlanıyordu. En elverişli 7 meltemde yani yaklaşık saatte 35 deniz mili gücünde bir rüzgarda, bilgisayar dizel yakıtlı motörleri kapatıyor ve gemi 12 deniz mili hızla yoluna devam ediyordu. Rüzgarın azalması veya şiddetlenmesi duru­munda, tıpkı gündüz açılıp gece kapanan çi­çeğin taç yaprakları gibi, yelkenler açılıyor ya da kapanıyordu.

Geçmişin cesur yelkenli gemileri gibi, he­nüz geliştirilen Shin-Aitoku Maru da Asya kıyılarında, yılda yaklaşık 500 bin dolarlık yakıt tasarruf ederek, petrol taşıyacak. Fir­manın Başkanı Shingo Aitoku, “Eğer sis­tem iyi çalışırsa bu tipten daha çok gemiler yapacağız” demektedir.

Bu anlatımla insanın gözünün önüne ince uzun gemi görüntüsü gelse bile Shin-Aitoku Maru ile kesinlikle romantik 19. yy Conrad ve Melville’ine dönüş olmıyacaktır. Gemi as­lında ciddi bir deneme olacaktır; çok geç­mişlere dayanan bir teknolojiyi (yelken gücü­nü), geleceğin ümut veren bir enerji kaynağı­na dönüştürme çabası içine girilecektir.

Eğer bir gün, rüzgardan güç alan çağdaş ticari gemiler gerçekleşirlerse buna, sadece evvelden ucuz ve bol bulunan yakacak kay­naklarının tükenmesi neden olacaktır. Nasıl yelkenli gemiler, çok yük alan, az sayıda tay falı güvenli motorları olan dizelli şileple­rin ortaya çıkması ile silindilerse, bugünün, sırf yakıta bağlı gemileri de gelişen zamanla, okyanus ticaret ekonomisindeki hızlı ve ke­sin değişikliklerle çok zor duruma düştüler.

Her yıl, çeşitli irilikte ve tipte 25 binden fazla gemi, hemen hemen bütün dünyanın ge­reksinimi olan 2 milyar tondan fazla yakıt, kömür, kereste, tahıl, işlenmiş mal taşımak­tadır. Geçen yıl okyanuslardan geçen gem: ler, günde yaklaşık 4 milyon varil petrol yat­tılar ki, bu miktar hemen hemen Amerika- daki günlük araç, fabrika ve evlerdeki gerek­sinimin dörtte biridir. 1973 ten beri di. unutmayalım, petrolün fiyatı on misline çık­mıştır. Durum böyle olunca, deniz, endüs:.-H si, yükselen akaryakıt fiyatlarına karşı, burj- rı azaltarak çözüm aramaya başladı.

Kısa zamanda araştırmalar, gemilerde ni enerji kaynakları bulma çabasında yoğ-zal laştı. Kısmen, ortaya çıkabilecek büyük .s^M likelerin kamoyu tarafından sezinlenip, afl

 

 

isteksizlik oluşturması ve kısmen de kömür yakan makinaların, çevre bilimciler tarafın­dan büyük eleştirilere sebep olması, bütün bir yüzyıl boyunca ortaya çıkarılmaya çalışılan nükleer güçlü şilep modelini çürüttü. Birçok­larına göre, en ümit verici nokta, bugünün deniz sanayicilerini, en azından belli ölçüde rüzgârla hareket edebilen ve kendi enerjileri­ni güneşin sınırsız gücünden elde edebilen ge­miler yapmaya itmektir.

Kaliforniya’da bulunan, Okyanus Taşıma­cılık Şirketi adlı küçük bir şirket, yelken teknolojisini geliştirerek, yelkenin, akaryakı­tın yerine geçmesi ümidi ile Patricia A adlı, iki direkli bir yelkenli gemi yapma çabası içine girdiler. Yelkenli gemilere dönüş fikri, 1973 deki petrol ambargosundan sonra, Şirketin müdürü Hugh G. Lawrence tarafın­dan yürütülmektedir.

Değerli bir deniz hukukçusu olan Law­rence, bu konuda şöyle diyor, “Rüzgâr gücü bedavadır. Hava kirliliği oluşturması ve dün­yadaki kömür madenlerini de bitirmesi söz konusu değildir. Bugün, uzaya insan yolla­mayı başarabilmiş kültür, isterse rüzgardan en iyi şekilde faydalanabilir.”

Bütün yelkene-dönüş fikrini savunanlar gibi, Lawrence’in de görüşü, çağdaş yelkenli­lerin, 80 yıl önce dolaşan teknelerden çok daha yüksek teknolojiye sahip olacaklarıdır. “Eğer bir grup okyanus gemicisine, yük uz­manlarına ve koruma mühendislerine yalnız tek bir yönde gidecek ve olabildiğince detay­lı ve tehlikeli olacak bir yelkenli yük gemisi yapmaları söylense, bunun geçmişte örneği­ni gördüğümüz, insanların denizle savaştıkla­rı zamanlardaki dört köşe serenli, yelkenli gemilere benzeyeceği kesindir.” diye Law­rence sözlerini tamamlamaktadır.

Lavrence’in ileri sürdüğüne göre fizik ve kimyadaki ilerlemeler ve mühendislik dalla­rındaki yeniliklerin sonucu, yeni yapılacak yelkenli gemiler günümüzdekilere oranla çok güvenli bir biçimde çok daha az yakıta ge­reksinim göstererek, binlerce ton yükü taşı­ma yeteneğine sahip olacaklar, örneğin, Pat­ricia A, son sistem radyo, radar ve uydular aracılığı ile hava durumunu alıp en uygun ro­tayı saptayabilecektir. Geminin çelik tekne kısmına sürülen ve bundan evvelki yüzyıllar­da bilinmeyen fiber-glas boyaları sayesinde sürtünme en aza indirilecek aynı zamanda tekne dışında oluşacak ve büyük ölçüde tek­nenin hızını kesecek deniz organizmalarının birikiminin önüne geçilecektir. Patricia A’nın dakron yelkenleri, çeliğin gerilme kuvve­tine sahiptir ve uygulanan kimyasal maddele­re güneşin ultraviyole radyasyonuna karşı büyük ölçüde korunmuştur. İki dakika için­de, çok basit mekanik bir sistemle, yelkenler basılır veya indirilir. Durgun havalarda, 360 beygir güçlü dizel motoru ile ortalama 9 de­niz mili hızla yol alabilir ve motorunu aynı zamanda limanlardaki manevralarında kulla­nır. Bu durumda % 60 daha az yakıt kullana­cak ve yılda 220.000 Dolarlık tasarrufta bu­lunacaktır.

Birçok kuşkuluya göre, yalnızca petrol
fiyatlarının yükselmesi, yelken gücüne dönü­şe bir neden oluşturmamalıdır. Stereo teyp- li, fakat modası geçmiş ticari araçlar içinde, yalnız yelkenli gemiler, enerji ve taşımacılık­la ilgilenen devlet kuruluşları tarafından çok geniş ilgi topladı. 70’li yılların ortalarından sonra yelkenli taraftarları, Amerikan hükü­metinin ticari fon araştırması amacı ile ilgi­sini çekmek istediler, ancak bu biı fayda sağ­lamadı. Lawrence” göre, 1974’de Michigan Üniversitesi’nin bir çalışması ile Deniz Yö netiminin reddedilmesi, devletin tutumunu ortaya çıkarttı ve yelkenli yük gemilerinin ciddi olarak uygulanabilir fikrine son verdi. Yalnız, o sıralarda petrol fiyatları varil başı­na % 11.25 Dolara çıktığı için, bu tip yel­kenli gemilerin kullanımı daha ucuz olaca­ğından, bu çalışma eleştirilere sebep oldu. Unutmayalım, o zamandan beri de deniz ya­kıtının fiyatı üç katma erişti.

Deniz endüstrisi alışıla geldiği şekilde çok büyük ve hızlı gemiler yapmaktadır ki, bun­lar hızlarındaki her % 20 artışa, karşılık % 50 daha fazla petrol yakmaktadırlar. 100 milyon dolarlık gemiler, 100 bin ton sandık­lanmış yük taşıma kapasitesindedirler. İri cüsseli araçların gittiği her rıhtımda detaylı palamar gereçleri, çok pahalı yükleme vinç­leri ve başka özel liman malzemeleri olması gerekir. Gidebilecekleri bir çok limana, özel­likle üçüncü dünya memleketleri limanlarına, bu yüzden pek servis götüremezler. Büyüyen bu sorunların ışığında geçen sene sonlarında, Deniz Yönetimi, Michigan çalışmasını düzel­tici nitelikte ve bunun yanında mal analizi, ticari rota ve yelkenli gemilere en uygun ser­vis verebilecek limanlan gösteren güncel bir rapor istedi.

Boston ve Cape Cod limanı arasında, Nor- well Massachusettside merkezi olan Yelken Gemiciliği Geliştirme Şirketi, bu çalışmayı sürdürmektedir. Şirkette, gemi mühendisliği alanında birçok uzman kişi bulunmaktadır. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Gemi Mü­hendisliğinden Henry Marcus ve Deniz Mü­hendisliği bilim adamlarından James H. Mays gibi uzmanlar gerçek okyanuslarda değil, bil­gisayarlı elektronik denizlerde çalışmalarını yapmaktadırlar. Ticari rota, rüzgar ve hava çeşitleri, yelken tipleri, tekne yapımları, hem motorlu, hem de yelkenli gemiler için birim fiyatları hakkmdaki yüzlerce parça te­mel veri, bir bilgisayar modelde birleştiril- mektedir. Grubun araştırmasının esas amacı olan, başarılı, kârlı bir iş başarmanın ekono­mik sınırlarım çizebilmek için, işin ikinci safhasında en aşa

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*