VELAYET ve İRŞAD

VELAYET ve İRŞAD
İnsanla yaratıcısı arasındaki ilk münasebet, Bezm-i Elcst’le (Ezelî Misak) birlikte başlamış ve tekrar buluşmak ahdi ile çıkılan esrarengiz yolculuğun çıkış noktası da yine Bezm-i Elest olmuştur.

Dünya ve mülk âlemi, bu esrarengiz yolculuktan umulan gayenin gerçekleşmesi için gerekenler icra edilmek üzere hazırlanmış bir sahnedir, bir imtihan salonudur. Kur’ân-ı Kerim’de topraktan yaratıldığı59 bildirilen insana, bu maddî-cismanî yönüyle dünyaya uyum sağlama, mülk âleminin şartlarına adapte olmak imkânı sağlanmıştır. “Allah’tan bir nefha”60 olup, Bezm-i Elest’teki İlâhî hitabın muhatabı olmuş “ruh” ise insanın asıl cevheridir.

Mülk ve Melekût veya maddî ve mânevî âlemden başka bir âlem olmadığına göre, bu iki âlemden nümuneler taşıyan insan; “Varlığın özü, kendisinde herşeyden bir şey bulunan ve herşeyle alâkadar varlık” 61tır.

Ve insanın gayesi; başladığı yere dönmek, ayrıldığı bütüne kavuşmak, “ruh”la “ilâh”ı buluşturmak; Cüneyd-i Bağdâdf nin dediği gibi “nihâyet”le “bidâyet”i bitiştirmektir.

Ne var ki, mevcudatın sahibi, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Cenab-ı Hak (c.c.), bu “en değerli hazine”yi elde etmek, bu “en sevgilfye kavuşmak, “en mutlu son” la noktalanacak bu kutlu yolculukta bir takım güçlüklere katlanılmasını, bir takım engellerin aşılmasını murat etmiştir.

Başta, insanın bedenî isteklerinin kaynağı olan terbiye edilmemiş nefs olmak üzere, geçmiş ve gelecek (zaman), dünya, kısaca söylemek gerekirse; bunların hepsini kapsayan mâsivâ, aşılması gereken engeller, kaldırılması gereken perdelerdir. Fakat bu engeller nasıl aşılacak ve bu perdeler nasıl kaldırılacaktır?

“Ey Peygamber! Biz seni şâhid, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak gönderdik” 62

“Andolsun ki, sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Resulüllah en güzel örnektir” 63

“Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık” 64

“Gerçek, bu Kur’ân (insanları) öyle bir şeye (yola) doğrultun götürür ki, o, en âdil ve en doğru bir yoldur” 65

“Onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların hidayetine uy” 66

Âyet-i kerimelerden anlaşıldığına göre, insanlara engelleri geçirmek, Hakk’a ulaştırmak için peygamberler, kitaplar ve veliler (mürşid-i kâmiller) birer vasıtadır. Burada kitapların (özellikle âyet-i kerimede ifade edildiği şekliyle Kur’ân-ı Kerim’in) irşad vasıtası olması, İlâhî mesajı cem etmiş olmaları ve başvurulduğunda hakikati aksettirmeleri dolayısıyladır. Asıl irşad ehli, mücerredi müşahhaslaştırıp hayata uygulamada örnek olan peygamber ve velilerdir.

Biz, günümüzdeki pratik önemine binaen velâyeti detay-landırmak istiyoruz.

‘Velâ’ kelimesi ‘Kanun’ adlı lügatte; ferman, efendilik, padişahlık ve dostluk olarak tarif edilmiştir. Istılâhta ise, ‘veli’nin iki mânâsı vardır; biri mef ul, biri de fâil addedilmesine göredir. Veli (meful) anlamına alınırsa; işlerini Allah’ın gördüğü, onu nefsine bırakmadığı kimsedir; “O, salihlerin işlerini görür”67. Fail anlamında alınırsa; Allah’ ın ibadet ve taatini yerine getiren demektir. İnsanın veli olması için her iki mânânın da kendinde bulunması, Allah’ın emirlerine gizli ve âşikâr riayet etmesi gerekir. Nasıl nebinin şartı ‘masum’ olmak ise, velinin şartı da ‘mahfuz’ olmaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de onların yüceliklerine şöyle temas ediliyor: “Haberiniz olsun ki, Allah’ın velileri için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu, en büyük saadetin tâ kendisidir” Bu âyeti kerimeler nazil olduğu zaman Hz. Peygambere sordular: “Burada sözü edilen veliler kimlerdir, ey Allah’ın Resulü?” Cevaben buyurdular ki: “Onlar o kişilerdir ki, gördüklerinde Allah anılır, onları görenler Allah’ı hatırlar…” 69

Velâyetin bu umumi mânâsını verdikten sonra, ‘velâyet’le ‘irşad’ arasındaki münasebeti tesbit etmek gerekir.

Velilerin büyük bir kısmı mânevî yolculuklarını tamam lamış olmalarına rağmen, ‘irşad’la görevli değillerdir. Onlar, öyle “şerefli bir cemaattır ki, kemâl derecesine vüsulden sonra mükemmelleşmişler fakat halkı davete memur olmamışlardır”70.

Yüce ‘irşad’la görevli velilere gelince, onlar, “Meşayıh-i Sufiyye”dirler. Vüsulden sonra tarike tabi olarak mahlukatı

Hakk’a davet için memur edilmişlerdir” . Sülemî, “Bize kendi katından bir veli ver” âyetini, “Bize, sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver” şeklinde tefsir etmiştir72.

Demek oluyor ki, her ‘mürşid’ ‘veli’dir; fakat her ‘veli’ ‘mürşid’ değildir. Mürşid-i kâmil, Hak’tan (c.c.) ruhsatlı olmak, Hak’tan (c.c.) ruhsatlı yine bir mürşid-i kâmilden mezun bulunup icazet almak zorundadır. Bu ruhsatlılık, müteselsilen Resulullah’a kadar ulaşmalıdır. Bizzat Resului-lah tarafından izinli olmayan bir insanın mürşid-i kâmil olması mümkün olmadığı gibi, kendisine tabi olanları da Hakk’a iletmesi mümkün değildir. Maamafih yapılan zikirlerden mükâfaat alınır, sevaba nail olunur, fakat mânevî yolculukta ilerleme olmaz.

İntisab silsilesinin Resulullah’a kadar inmesinin gereğine işaret edince ‘Velâyet’ ve ‘Nübüvvet’ münasebetini de açıklamak gerekir kanaatindeyiz.

Velâyet yolu, Nübüvvet nurunun bütün insanlığa hayat bahşeden bir hediyesidir. Velâyet yolunun şahı Hz. Ali (r.a.) Efendimiz’dir.

“İmamı Ali’den rivayet olunuyor ki; Ben Allah’ın Resu-lü’nden sordum, dedim ki, Yâ Resulellah; bana Allah’a varan en yakın yolu göster. Kullara en kolay ve Allah indinde en üstünü olsun. Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki, Yâ Ali, Allah Teâlâ Hz. lerini gizli ve âşikâre zikretmelisin. Ali (k.v.) dedi ki; Yâ Resulellah, insanların hepsi zikrediyorlar, ben bana mahsus birşey süylemeni istiyorum. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki, benim ve benden önceki peygamberlerin söylediklerinin en üstünü Lâ ilâhe illallah’tır. Eğer yedi kat gök ve yedi kat yer bir kefeye, Lâ ilâhe illallah öteki kefeye konsa Lâ ilâhe illallah ağır gelir. Sonra buyurdu ki, Yâ Ali yeryüzünde ‘Allah, Allah’ diye zikredenler bulundukça kıyamet kopmaz. Bunun üzerine Ali (r.a.) arzeyledi ki, nasıl zikredeyim Yâ Resulallah?

Efendimiz buyurdular ki; yâ Ali gözle ı ini kapnt ve ben üç kere Lâ ilâhe illallah diyeyim, İK-ııdt’iı Isit sonra üç kere Lâ ilâhe illallah de, ben 1’lleylm

Höylece Hz. Ali (r.a.) Efendimiz velâyet yolunun sahibi ı ıluy< >r ve bu mânevî mirası devralmış oluyordu.

 

(inzâli de ‘vahy’ ile ‘nübüvvet ilmi’ ve ‘ledün ilmi’

.ıı■ imiklaki ilgiyi şöyle belirtir: “İlham, Küllî Ruh’un berrak-

II lııı.ı ve kaabiliyetine bağlı olarak insan ruhunu uyarma-M’ İn (), vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahy, gaybı açık i’l.ımk bildirmelidir; ilham ise, gaipteki şeye bir işarettir. ‘ ‘nhy’den hasıl olan ilme ‘Nebevi ilm’, ilhamdan hasıl olan ılıih* Ki; ‘ilm-i ledün’ denir”.
İli HAMI T MESELESİ

“Kerâmet, tabiatta câri kanuna aykırı olarak vu-lıiı bulan İlâhî bir fiildir. Tâ ki, kul, itaatkârlığın meyvesini tanısın ve dininin hak olduğuna dair ba-»lıel ve inancı artsın”

Nureddin es-Sâbûnî (r.h.) ‘el-Kifaye’ adlı kitabında lırıAınet bahsini şöyle bitirmiştir: “Tabiat kanununu bozan liın li’.f dört nevidir.Mucize: Meydan okuma (Tehaddi) ve nübüvvet iddiasıyla beraber peygamberin elinde zuhur . ilen ■,eydir. Kerâmet: Şeriat’a bağlılık ve takva halinde

velinin elinde zuhur eden şeydir. Maunet: Herhangi bir iddia olmaksızın sıradan mü’minlerden birinin elinde vuku bulan şeydir. Mekr ve İstidrâc: İlâhlık taslayanın, kâfir ve bid’atçının elinde vuku bulan şeydir. Şunu da söyleyelim ki, zikir bu anlattıklarımızın dışında kalır”.
Kerametin Hak Olduğuna Dair Kitap’tan (Kur’ân’dan) Deliller

•Allahü Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Zekeriyya ne zaman (kız olan) Meryem’in bulunduğu mihraba (mescide) girdiyse onun yanında bir yiyecek bulunurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden?’ dedi. O da ‘Bu Allah tarafından’ dedi..”76 buyurmaktadır. Meryem, peygamber olmadığına göre yiyeceğin Allah tarafından gelmesi kerâmetten başka birşey değildir.

•Kış mevsiminde İsâ’yı (a.s) doğurmak üzere bir hurma ağacının altına çekildiğinde Cenab-ı Hak Meryem’e: “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine taze hurma dökülsün” 77 buyurmuştu.

•“Yanında Kitab’dan bir ilim bulunan kimse de

(Asaf b.Barhiyâ yahut Hızır): Sen gözünü (açıp) yummadan ben onu sana getirebilirim, dedi. (Süleyman) tahtı yanına yerleşmiş görünce dedi: Bu, Rabb’imin lütfundandır…”78 Asaf, Yemen’deki Belkıs’ ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar Filistin’e getirmiştir; kerâmet açıkça görülmektedir.

•Ashâb-ı Kehf hakkında Kur’ân-ı Kerim’de: “…Biz onları (kâh) sağ yanma, (kâh) sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de (mağaranın) giriş yerinde iki kolunu (ayağını) uzat(ıp yat)makta idi”  buyurulmaktadır.

Sünnetten Deliller

•Peygamber Efendimizin, ashâbına, İsrailoğullarından Cüreyc isimli bir ruhbanın başına gelenlerden bahsettiğine göre; Cüreyc’e annnesi beddua eder ve kendisine zina isnad edilir. Aslında, kötü bir kadının bir çobanla gayr-i meşru münasebetinden yeni doğmuş olan çocuk dile gelip konuşur ve babasının bir çoban olduğunu söyler de Cüreyc itham ve iftiradan kurtulur80. Çocuğun konuşması Cüreyc-’in kerâmet gösterdiğine delildir.

•İsrailoğullarından bir kadın, erkek çocuğunu emzirirken yanından geçen yakışıklı bir süvari görür ve çocuğunun büyüyünce onun gibi olması, yine yanından geçen bir cariye görür ve çocuğunun onun gibi hakir olmaması için dua eder. Çocuk dile gelir ve annesinin yaptığı duanın tersini yapar81.

•Kasırga ve sel yüzünden sığındıkları mağarada mahsur kalan üç kişinin, dualarıyla mağaranın ağızının açılması olayı82.

Sahabenin Hayatından Örnekler

Sahabenin hayatından, bu konuda sayılamayacak kadar örnek sıralamak mümkündür. Fakat biz, büyük fıkıh âlimi Nureddin es-Sâbûnî’nin Maturidiyye Akaidi adıyla tercüme edilen eserinde, Kerâmeti ispat bahsinde zikrettiği olaylara değinerek yetinmek istiyoruz:

“Nihavend’de bulunan Sâriye, Medine’deki Halife Ömer’in (r.a): Ey Sâriye, dağa dikkat et, dağa, tarzındaki sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beşyüz fersahtan fazla bir mesafe bulunuyordu. Hz. Ömer’in mektubu (atılmak sureti) ile Nil nehrinin taşması, Hz. Halid’ in zehir içmesi ve (bundan zarar görmemesi)…”

Bu noktada bir kutsi hadisi vermekte, kalblerin tatmin olması bakımından fayda mülahaza ediyoruz:

Cenab-ı Hakk(c.c) şöyle buyuruyor: “Ben kulumu sevdiğimde onun işitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı

olurum. Benden isterse ona veririm, bana sığınırsa muhak-

83

kak onu korurum”

Kerâmetin ispatı babında bu kadar misâl verdikten sonra bir başka yönüne, veli-kerâmet ve kerâmetin hükmü konusuna gelmek istiyoruz.

Bir peygamber, peygamberliğini ispat etmek için mucize gösterme yetki ve imkanına sahiptir. Yani “mucize, nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur; halbuki veli bunu iddia edecek olsa anında kafir olur ve kerâmete layık olma vasfından sıyrılır. Bilakis veli, peygambere bağlı olduğunu ikrar eder”84

Demek ki veli için kerâmet asıl değildir. Aslolan istikamettir ve peygamber, mucize göstermede ne kadar açık olması gerekiyorsa, veli de kerâmet konusunda o kadar kapalı olmalıdır. Velinin kerâmetteki kapalılığı onun kemâline işarettir. Bir mürşid, bir taraftan mânen Hak’la beraber olurken diğer taraftan zahiren halkla beraberdir. Ve halkın içinde insanların anlayacağı dilden onlara hitap ederek onların irşadıyla ilgilenir ve sebeplere tam sarılır. Sözü, Eşrcfoğlu’nun bir beyti ile bitirelim:

“Ne acip bir dalgıçtır ki, daldığı deryâlarda,

Her katre bir derya olur, her derya binbir umman!..”

Cenab-ı Hak (c.c.) himmetlerinden mahrum eylemesin

VESİLE..
İslâm akaidine göre mümkünün (varlığı da yokluğu da imkan çerçevesinde olan yaratılmış varlık, mahluk) vücut bulmasında yaratıcı, yalnız Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücud’dur (kendi kendine kâim, varlığı zaruri ve şart olan). Fâil-i hakiki, mutlak olup, ‘tek’tir. O bakımdan Allah’tan (c.c.) başka fail aramak küfürdür.

Bu temel hükümden sonra bir temel kaide de şudur: Mümkünün vücud bulmasında fâil-i hakiki olan Cenâb-ı Hak, zatını gizlemek kastı ile sebepler silsilesini araya koymuştur. Bu yüzden de ‘esbaba tevessül’ şart olmuştur.

Üçüncü bir esas: Allah’tan (c.c.) gayri maddî ve mânevî bütün mevcudât mahluktur. Yani maddî olan mümkün (mevcud) ve mânevî olan (mümkün). Her iki mümkünün de vücud bulması Cenâb-ı Hak tarafından bir takım sebeplere bağlanmıştır. Bu sebeplere sarılmak (esbâba tevessül), -hâşâ!- Allah’ı inkâr değildir. Ancak, mümküne fâil-i hakiki nazarı ile bakmak küfürdür.

Şimdi bu tesbitlerden sonra, maddî sahada mümkün olanın vücut bulmasında, Allah’ı zikretmeden ve de inkâr

etmeden; “Dünyayı aydınlatan güneştir… Yağmuru yağdıran buluttur… Nebâtı yeşerten sudur… Zaman, insanı ihtiyarlatır. Bitkiyi toprak bitirir… Meyveyi ağaç verir…” gibi cümleler kullanılması küfrü gerektirir mi? Elbetteki hayır… Zira, bu hususlar ‘sünnetullah’tır. (Allah’ın değişmez kanunu). Dünyayı aydınlatmada güneşi halk eden Allah’tır. Yağmur için bulutu yaratıp hareket ettiren Allah’tır. Meyvenin zuhurunda ağacı vesile kılan Allah’tır (c.c.).

Yukarıda zikredilen fiilerde fail-i hakiki, Allah’tır. Ancak sebepler cihetinden sadece vesile olanlar zikredilmiş, Allahü Teâlâ zımnen ifade edilmiştir. Mü’min, esbâbın fâilinin (Müsebbibü’l Esbâb) de Allah olduğunu bilir. Bu bilgi mü’minin kalbinde daima bir tasdik halinde mevcut olduğundan; o mü’min, esbâbı zikrettiğinde Allah’ı anmış gibi olur. Bu gerçeği bir misâl daha vererek açalım: Bir şahıs bir başka şahsa; “Bana şunu ver” diyerek bir eşya istese, bu talep küfür olmaz. Adet odur ki, “Rabbim bana şunu ver” diye ihtiyacını Rabbinden istemez de, sebeplere sarıldıktan sonra verenin Allah olduğunu bilir. Sebeplere sarılmak o kadar önemlidir ki, sebeplere tevessül etmeden kulun ‘tevekkül’ etmesi yanlıştır.

Bütün bunlardan çıkardığımız netice şudur: Kâinatta fail-i hakiki yanlız Cenâb-ı Hak olmasına rağmen sebepler silsilesini (sünnetullah’ı) zikretmesi küfür olmaz.

Mânevî sahada da durum aynıdır:

Mânevî mümkün veya mevcudun varlığında yine sebepler silsilesi vardır. Bu sebeplerin zikredilmesi veya kulun o sebeplere tevessülü asla fail-i hakîkî1 yi inkâr değil, bilâkis sünnetullah’a ittibadır. Hem bu kakikat; “Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmağa) vesile arayın…”85 emri ile sabittir. Bu emri yerine getirmek ibadettir.

Nitekim; Cehennem’de azap, Cennet’te nimet vardır. Aslında, azap da nimet de Allah’tandır. Ama Cennet nimete Cehennem de azaba vesiledir.

Kulların hayır ve şerrini tesbit eden Allah’tır. Bu işe de Cenab-ı Hak, ‘Kirâmen Kâtibin’i vesile kılmıştır. “Kulların üstünde galip O’dur ve üzerinize, amellerinizi yazan ‘Hafeze’ melekleri gönderir…”86. Ayrıca inSanı koruyan Allah (c.c.) olduğu halde bunda da melekleri vesile kılmıştır: “Her insan için önünden ve arkasından ta kip eden melekler vardır; onu Allah’ın emriyle korurlar…”87

Keza; Allah (c.c.), Bedir’de Peygamber ordusuna melekleri vasıtasıyla yardım etmiştir.Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “O vakit Rabb’inizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size : ‘Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdat ediyorum’ diye duanızı kabul buyurmuştu”88, “Allah size bu meleklerle yardımı sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz korkudan yatışsın diye yakmıştı. Yoksa zafer ancak Allah’ın zatmdandır…”8

Bunlardan çıkardığımız netice şudur:

Cenab-ı Hak, maddî ve mânevî işleri sebeplerle halke-derken, acaba kullarının hidayetinde maddî ve mânevî vesileler (sebepler) koymuş mudur?

Şüphesiz ki, hidayet Allah’tandır; ancak resuller, nebiler ve veliler bu hidayete vesiledir. Aksi takdirde Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri göndermesine lüzum yoktu…

Bu noktaya gelmişken, bir yanlış itikada dikkat çekmeden de geçemeyeceğiz: Bu, “Allah ile kul arasına kimse giremez” şeklindeki itikattır.

Hiç şüphesiz ki, Allah ile kul arasına kimse giremez. Yalnız herşeyde olduğu gibi kulun hidayet ve irşadında da mutlaka bir sebebe ihtiyaç vardır. İrşad ve hidayetin sebepsiz olacağını düşünmek, İslâm’ın ve imanın mantalitesinden mahrumiyetin ifadesidir. Maddî ve mânevî bir işte bir vasıta gerekir de, dünya ve ahiret hayatının akibetini belirleyecek derecede mühim olan ‘hidayet’ ve ‘irşad’ meselesinde nasıl

olur da bir vasıta gerekmez? Yoksa; elbette Allah ile kul arasına kimse giremez.

Bu noktada şöyle bir soru gelebilir: “Acaba rabıta, kul ile Allah (c.c.) arasına girmek midir?” Bu sorunun cevabı iki nükteyi açıklamakla verilebilir:

Birinci nükte: Rabıtada kul kendi varlığını terkedip in-san-ı kâmilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de, ‘O’ dur diye düşünerek, onun eli ve dili ile Hakk’a yalvarmakta ve müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hali, nefsin terbiyesinde ‘ben’ davasından vazgeçmede en müessir yoldur.

İkinci nükte: Allah (c.c.), nebilerin ve velilerin gönüllerine tecelli eder. Tabii hepsinin derece ve mertebesine göre… Cenâb-ı Hak eşyada da tecelli eder. Bunun mümkün olabileceğini Musa (a.s.) ile ilgili şu hadise bize göstermektedir: “…(Musa) şöyle dedi:

-Rabbim; cemalini bana göster, sana bakayım. Allah:

-Beni hiçbir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak… Nihayet Rabb’i, o dağa tecelli edince, onu (dağı) yerle bir etti…”

İtikatta mezhep imamımız İmam-ı Ebu Mansur Maturidi bu âyeti, tecellinin hak olduğuna ve Cemalullah’ı müşahedenin mümkün olduğuna delil göstermiştir.

Ve yine Mukaddes Vadi’de Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya bir ağaçtan hitap etti: “Ey Musa! Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen, Mukaddes Vadi’de, Tuva’dasın”.

Bu delillerden çıkan netice şudur: Allah, dağa ve ağaca tecelli eder de insan ağacına ve dağına tecelli etmez mi? Elbette Allah, insanın kalbine de nazar eder. Nitekim bir hadis-i şeritlerinde Peygamberimiz: “Allah, sîzlerin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz, bilakis kalble-rinize nazar eder” buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk’m nazar ettiği kalb nurlanır. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v), duasında bu nuru istemişti: “Allah’ım, bana nur ver, nurumu arttır. Kalbimi nurlandır, kabrimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nur-landır, hatta saçımı, tenimi, etimi, kanımı ve kemiğimi nurlandır”.

İnsan-ı kâmil, Allah’ın kalbine nazar edip nurlandırdığı bahtiyar insandır. Bir başka ifade ile insan-ı kâmil, Allah’ın tecelli ettiği ve Hz. Musa’nın teveccüh ettiği dağ ve ağaç gibidir.

O halde, insan-ı kâmile rabıta, onun etine kemiğine değil; onda tecelli eden Hakk’adır. Acınır o kimselere ki, böyle ulu’l-azim Hak dostlarından mahrumdurlar da, bu mahrumiyet onları rabıta konusunda şaşırtmıştır; onlar in-san-ı kâmile teveccühü, o kâmile uluhiyet izafe etmek şeklinde zannetmişler ve böylece büyük bir fesada sürüklenmişlerdir.

İnsan-ı kâmil, nazargâh-ı İlâhî olduğuna göre onlara teveccüh, onların şahsına değil; onlara tecelli eden Cenâb-ı Hakk’adır. Yukarıdan beri izah ettiğimiz gibi Cenâb-ı Hak sebepleri halketmiştir. O’na vuslat da ancak sebeplere tevessül ile mümkündür. Peygamberimiz dahi Mi’râc’da Cenâb-ı Hak ile görüşmeden evvel Sidre-i Müntehâ’ya kadar Hz. Cebrail (a.s.) ile gitmiştir.Oradan öteye ‘Refref (aşk) ile seyrine devam etmiştir.

Ve yine Hz. Musa, ‘İlm-i Ledün’nü öğrenmek istediği zaman ona muallim olarak Hz. Hızır (a.s.) tayin edildi.Bu hususta Cenâb-ı Hak buyurur: “Nihayet kullarımızdan bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan bir vahy vermiş ve etrafımızdan (gayblara dair özel) bir ilim öğretmiştik. Musa, Hızır’a:

-Sana öğretilen ilimden bana öğretmek şartı ile sana uyayım ini? dedi”.

Bu kıssada, İlm-i Ledün sırlarıyla ilgili birçok hakikatler anlatılmaktadır.

Ve yine Sahabe, Peygamberimiz’i vesile ederek Ce-nâb-ı Hakk’a iltica ederlerdi. Peygamberimiz’in rıhletinden sonra amcası Hz. Abbas’ı (r.a.) vesile ederlerdi. Bu hususta şu hadis çok manidardır:

“Enes ibn-i Malik’den (r.a.) (şöyle demiştir): Halk kıtlığa düçar olduklarında, Ömer İbn-i Hattab (r.a.) Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.v.) amm-i mükerremi Abbas ibn-i Abdi’l-Mutta-lib (r.a.) ile (tevessül ederek) istiska eder ve : İlâhî bizler (eyyâm-ı hayatında) Peygamberimiz (s.a.v.) ile tevessül ederek Sen’den niyazda bulunurduk da bize yağmur(lar) ihsan ederdin. (Şimdi de) Peygamberimiz’in amm(-i muhterem) i ile tevessül ederek Sen’den niyaz ediyoruz: Bize (yine) yağmur ihsan et, diye dua eylerdi”. Ravi Enes (r.a.) der ki: “Bu duayı edince iskâ olunurlardı”.89’3

Keza Hz. Ebubekir (r.a.) harbe çıkacağı zaman Hz. Abbas’la (r.a.) Medine’nin dışına çıkar ve ona: “Yâ Abbas, sen nusret duasında bulun, ben de ‘âmin’ diyeyim. Ben umarım ki, Nebiyy-i Ekrem’e (s.a.v.) yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz” derdi.89_b

Bu âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, kulun Allah’a takarrup etmesi mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıtalar sırası ile resuller, nebiler, velilerdir. Kâinat ve onu tasarrufa yetkili kılınan insanlığın sebeb-i vücudu olması bakımından tavassut müessesesi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile başlar, Hz. Adem (a.s.) ile dünya sahnesine çıkar ve yine Hz. Muhammed (s.a.v.) ile sona erer. Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra ulvî vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevat yerine getirmiştir. Kıyamete kadar da bu mânevî vazife devam edecektir. Kulun Allah’a (c.c.) takarrubunda (yaklaşmasında) bu husus, Allah’ın kanunudur. Nasıl ki, dünyayı aydınlatmada Allah (c.c.) güneşi; yağmuru yağdırmada bulutu; bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı

kâmili vasıta olarak beşeriyete ikram etmiştir.

Bu konuda son söz İmam-ı Rabbânî’nin (k.s.) olsun:

“İnsanları Allah’a ulaştıran yol ikidir. Birinci yol, kurb-u nübüvvet’e taalluk eden yoldur. Asâleten bu yoldan ulaşanlar enbiyâdır. Onlara salât ve selâm. Bir de onların ashab-ı kiramı… İkinci yol, kurb-u velâyet’tir… Allahü Teâ-lânın umum veli kulları bu yoldan ulaşırlar. Bu yolun muktezası ve reisi Hz. Ali Murtaza’dır. Allah (c.c.) ondan razı olsun. Resulüllah’ın (s.a.v.) mübarek ayağı onun mübarek başı üzerinde gibidir. Hz. Haşan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma bu makamda onunla ortaktırlar. Onlardan sonra bu ulvi vazife Abdulkadir Geylânî’ye verilmiştir. Şu anlaşılmıştır ki, her kime bir feyz gelirse Hz. Şeyh Abdukadir Gey-lânî’nin tasavvufu ile gelir. Kıyamete kadar bu vazife Hz. Şeyh Abdulkadir Geylânî’ye verilmiştir. Kutuplardan olsun, nücebâ’dan olsun, aktâb olsun hepsi onun tavassutu ile Allah’a ulaşırlar…

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*