HZ. MEVLÂNÂ

HZ. MEVLÂNÂ
Âşıklar sultanı, mârifet nûrunun aynası, gönüllerde e-bediyete kadar ölmezlik sırrına eren büyük veli; İslâm’ın tolerans yönüyle belirdiği mekân “Kur’ân’m bendesiyim” diyen hakikat kölesi; “Biz ezel ve ebedliyiz” deyip zaman kabuğunu delen, “Ölmeden evvel ölünüz” gerçeğinde öteleri seyreden kâmil insan, “Kâinatın seyri aşk sarhoşluğuyla Allah’ı arama seferberliğidir” deyip her zerrenin O’na koştuğunu söyleyen ârif; herkesi hiçbir fark gözetmeden dergâhına davet eden büyük mürşid Hazret-i Mevlânâ, zaman çizgisinde 30 Eylül 1203’de Horasan’ın Belh şehrinde dünya sahiline teşrif etmiştir. Babası Sultanu’l-Ulemâ diye bilinen Bahaeddin Veled, annesi Harzemşahlardan bir prenses olan Mü’mine Hatun’dur.

Bahaeddin Veled, ilimde, hilimde ve hitâbette Belh insanını tasarrufu altına almış ve onları aşk fırınında istenilen kıvama getirmeğe çalışmıştır. O’nu sevmeyenler halk üzerindeki bu engin tasarrufunu çekememiş, “yerinizi alacaktır” gerekçesi ile padişaha şikayet etmişlerdi. Dünya malında gözü olmayan büyük velî, dedikoduya meydan vermeden, bir Cuma sabahı Belh şehrini aile efrâdı ve

birkaç müridi ile terkeder. Ne var ki, Belh’in bu mânâ sultanının ayrılışından sonra Belh’liler ve Sultan ailesi, Mo-ğollar’ın istilâsına maruz kalacak ve bu dargınlığın ağır faturasını canları ile ödeyeceklerdir.

Bahaeddin Veled’in ilk konakladığı yer Nişâbur olmuştur. Orada devrin büyük mutasavvıfı Feridüddin Attar, Sultanu’l-Ulema’yı karşılamış ve delikanlılık çağında bulunan Mevlânâ Celaleddin’in bulunduğu bir sohbet yapmışlardı. Hazret-i Mevlânâ bu sohbetten çok istifade etmiş, Feridüddin Attar’ın dikkatini çekmiştir. Öyle ki, yeni yazmış olduğu “Esramâme” adlı eserin bir nüshasını Mevlânâ’ya hediye etmiştir.

Daha sonra Bağdat’a, bundan sonra da Mekke ve Medine’ye gidilerek Hac farizası yerine getirilmiştir. Sulta-nu’l-Ulema Bahaeddin Veled hazretlerinin gönlü, “Rûm diyarı” ismi ile ma’ruf olan Anadolu’da idi. Nitekim öyle oldu. Yola Hicaz Bölgesi’nden tekrar revân olunup Laren-de’ye kadar gelindi. Anadolu’nun bu şirin mıntıkasında Mevlânâ Celâleddin, Gevher Hatun’la birlikte evlendi.

Yıl 1219… Selçuklular’m başına dünya ve âhiret sultanı diyebileceğimiz madde ve mânâ eri bir hükümdar gelmiştir. Alâeddinl. Keykubat. Keykubat, Lârende’denSultanu’l-U-lema’yı aile efradı ve müridânı ile beraber Konya’ya davet etmiş ve Konya’ya yerleşmelerini sağlamıştır. Burada Alâeddin I. Keykubat, Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled hazretlerine mürid olmuştur. 12 Ocak 1231 yılında burada Sultanu’l-Ulema, Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.

Bu zamana kadar babasının tedrisâtında ve manevi terbiyesinde yetişen Hazret-i Mevlânâ, bundan sonra babasının halifelerinden Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin terbiyesine teslim olmuştur. Esasen Mevlânâ’nın hayatında üç büyük irşad ehlinin olduğunu görürüz. Bunlardan birisi ve ilki, çocukluk ve delikanlılık dönemlerinin, yanında geçtiği kendi öz babası Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled Hazretleri; İkincisi nefis tezkiyesinde O’nu çok ciddi bir

gönül adamı yapacak, nefis merdivenlerinden yükselebilmesi için engin bir çileye sokacak olan büyük mürşid Seyyid Burhaneddin Hazretleri, üçüncüsü, aşk ülkesindeki vuslat kapısı Şems’dir. Diyebiliriz ki, Mevlânâ’nın manevi hayatındaki cenin dönemi babasıyla; çocukluk, gençlik, delikanlılık dönemi Seyyid Burhaneddin’le; aşk dönemi ise Şems-i Tebrizî ile geçmiştir.

Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Bahaeddin Veled’in metoduna göre Hazreti Mevlânâ’ya devamlı oruç ibadeti ile nefsini tezkiye ettirmiştir. O’na göre (ve gerçekte odur ki) ârifin kalbindeki mârifet nurunun ortaya çıkıp parlayabilmesi için açlık şarttır. Seyyid Burhaneddin, Mevlânâ’ya bunu yaptırmıştır. Mevlânâ o kadar yükselmiştir ki, Konya’ -dan ayrılıp Kayseri’ye yerleşmek isteyen mürşidi Seyyid Burhaneddin’e gönül koymuş, bindiği katırı bu nazla devirerek mürşidinin ayağının kırılmasına sebep olmuştu. Ayağı kırılmasına rağmen bu istidatlı talebesine kızması gerekirken, tatlı bir tebessümle yanındakilere “Bizi, Celâleddin göndermiyor” diyerek tekrar geri dönmüştür.

Ne var ki, Kayseri’ye gitmeğe kararlı olan Seyyid Burhaneddin, bir müddet sonra oir postta iki arslan oturmaz gerekçesiyle Konya’dan ayrılmıştır.

Mevlânâ’nın bundan sonra Şems-i Tebrizî ile karşılaşın caya kadar hayatı medresede talebelerine ders vermek, halkı ikaz ve irşad etmekle geçmiştir.

Günlerden bir gün, mânânın bahar, maddenin de sonbahar mevsimini yaşadığı bir gündü. Konya’ya alışılmamış ve o zamana kadar oralarda benzeri görülmemiş meczub bir velî gelmişti: Şems-i Tebrizî. Kâinatın her zerresinde, mahlukatın her cinsinde, duran ve hareket eden her maddede Allah’ın tecellisini gören bu zât, o kadar kendinden geçmişti ki, nazar ettiği her noktanın yanmaması mümkün değildi. O, bütün bakışlarında aradan çekilir, âlemi seyredenin kim olduğunu gayet iyi bilirdi. Ve nihayet beklenilen an gelmiş, Mevlânâ, Medrese’sinden çıkmıştı. Kendine doğ

ru ilerleyip atının yularını tutan o ulu kişi, kendi kadar güzel soru soruyordu bu mânâ erine. Nazarı, Hazret-i Mevlânâ’nın yüz hatlarında geziyor ve dudakları şu cümleyi söylemekle meşgul oluyordu: “Söyler misin bana, ‘Seni tanıdım’ diyen Bayezid-i Bestâmî mi büyük, yoksa ‘Yâ Rabbi seni layıkıyla tanıyamadım’ diyen Hazret-i Muhammed mi?” Hazret-i Mevlânâ bu tatlı ve ağır soruyu bir mânâ padişahı olduğunu ifade edercesine şöyle cevaplandırıyordu: “Hiç şüphesiz ‘Seni lâyıkıyla tanıyamadım’ diyen Has ret-i Muhammed, ‘Seni tanıdım’ diyen Bayezid’den çok büyüktür”. Şems, bu tecellî karşısında bir sayha atıp kendinden geçer. Bundan sonra iki ezelî dost kimin kime mürid, kimin kimemürşid olacağı belli olmayacak bir tarzda müştereken vahdet şerbetini içmeye başlamışlardır.

Her zaman olduğu gibi, ‘vecd’ ve ‘aşk’ın insan üzerinde bıraktığı çekicilik vasfı yanında bu mutlak kıymeti kaybedeceği endişesiyle halkda kıskançlık dönemi başlar. Nitekim bu iki dost arasındaki muhabbet neticesinde de böyle olmuştur. Onları saran vahdet sarhoşluğunun yanında halkın dedikodusu da artmıştı. Şems’in kararlı tutumu, Mevlânâ’nm teslimiyeti, dış âleme bütün kapıları kapamıştır.

Buraya kadar gelmişken, Tasavvufta teslimiyet hakkında birkaç söz etmek gereklidir. Teslimiyet, müridin mürşi dine maddeten ve mânen teslim olması demektir. Maddede herşeyini ona vermesi ve onun yoluna baş koyması, mânâda ise varlığının her zerresinde O’nu görmesi demektir. Esasen “Fenâ fi’ş Şeyh” denilen “mürşidde yok olma” makamı da budur.

Öyle bir haldir ki; nasıl damlayı ummandan ayırmak mümkün değilse, müridi de mürşidinin varlığından ayırmak mümkün değildir. Tasavvufla ilgili yazılan eserlerde ise, teslimiyet şu veciz söz ile vurgulanır: “Teslimiyet; müridin mürşidine, gassalin elindeki meyyit gibi teslim olmasıdır”. Bu hal zuhur edince neden, nasıl, niçin, niye vs. gibi sorular

artık ortadan kalkar; söylenilen sözlere gönül kapıları açılır. Yapılan işaretler istikametinde reyler beyan edilir. Verilen emirler neye mal olursa olsun, anında yerine getirilir.

Müridin mürşidine teslimiyetinin neticesinde mürşidine karşı sonsuz bir muhabbet devri açılır… Nitekim Hazret-i Mevlânâ ile Şems arasında da bu muhabbeti çok açık olarak görebiliyoruz. Hatta Şems-i Tebrizî’nin ölümünden sonra ölümünü bildiği halde, kendisine “Şems Konya’ya geldi” diyenleri altınla taltif etmiş, “Şems’in ölümünü bildiğiniz halde, bunlara niçin böyle muamele yapıyorsunuz?” diyenlere, “Onlar bana kimden bahsediyor; en çok sevdiğim mürşidimden değil mi? Ben onların bu yalan haberine bu bahşişi verdim. Şayet söyledikleri gerçek olsaydı, canımı verirdim” diyerek cevaplandırır.

Öyle bir devre başlamıştı ki; Mevlânâ, bütün dost ve arkadaşlarından ve Konya’nın ileri gelen zevâtmdan ayrılmış, medresesinde Şems ile birlikte sır kabuğuna çekilmişti. Bu hal, zamanın insanını harekete geçirmiş, “Şems denilen bu adam gelip Mevlânâ’mızı elimizden aldı” diye efkâr-ı umumiyeye dedikodular sergilenmişti. Naz ve niyaz halinde bulunan bu iki mânâ sultanı her gün ayrı bir “Hak tecellisi” ile karşılaşmalarına rağmen, vuslatta firkat şart olduğu için Şems’in Konya’yı terketmesi gerekiyordu. Bu dedikodular, firkatin zuhuru için Şems’in aniden Konya’dan ayrılmasına vesile olmuştur. Günlerden bir gün Tebrizli Şems, gönlünü Mevlânâ’ya bırakmış, maddesiyle başka diyarlara uçmuştu.

Mevlânâ, derin hasret ateşleri içinde kıvranırken cemâlinde her an Hakk’ı seyrettiği mürşidini aramağa koyulmuştu. Konya’ya gelip gidenden mecnûn misâli “Şems, Şems!” diye soruyor, uçan kuşlardan haber arıyordu. Esasen bu arayış ve yanış, Şems’in muhabbetinde yok oluştu. Mevlânâ’nın kemâli için bu ateş, günden güne büyüyor, ikinci bir vuslat için sakin bir okyanus zemini halini alıyordu.

Beklenilen haber Konya’ya yayılmağa başladı: “Şems Şam’da”. Haberi alan Mevlânâ derhal oğlu Sultan Veled ile birkaç müridini birçok hediyelerle beraber Şam’a gönderir. Sultan Veled, “Efendimiz! Bütün bunların yanında sizi en az sizin kadar seven babam Mevlânâ sizi Konya’ya davet ediyor”, der. Bu en güzel davet, Şems’i Konya’ya uçurmuştur.

“Şems geliyor!” diye istikbâl için Konya’nın eşrâfı ve halkı sokaklara dökülmüş, na’tlar, kasideler, İlâhîler ve Kur’ân-ı Kerim okunmağa başlanmıştı. İki Hak dostu artık yine karşı karşıya. Mevlânâ bu ezelî ve ebedî mânâ büyüğünü medresesine getirmiş ve onun için mütevazi bir köşe hazırlamıştır. Bu yolculukta Şems, Sultan Veled’e mânevî sırlarını verdiğini ifade ediyor. Hazret-i Mevlânâ, mürşidi Şems’i, kendi terbiyesinde yetiştirdiği evlatlığı ve müridesi Kimya Hanım’la evlendirir. Artık Şems, tamamen Konya’lı olmuştur.

Konya’da geçen günler iki ezelî dostu daha da birbirine raptetmiş ve Mevlânâ’nın kemâli için her türlü zemin hazırlanmıştır. Müridin vuslatı için Mürşid-i kâmilin nazarı şarttır. Nasıl devekuşu, yumurtalarına uzaktan nazar ederek yumurtada civcivin olgunlaşmasını sağlıyorsa, mürşid-i kâmil de müridine nazar ederek onu kemâle erdirir. Bu ikinci dönem, Şems, Mevlânâ’ya bunu yapmış, “Nazar-ı Hak” ile O’nu doruk noktasına ulaştırmıştır. Bu dönemde de bu iki ezeli dostu çekemeyenler, dedikodu kazanını kaynatmağa başlamışlardır.

Mevlânâ’yı kemâle erdiren Şems’in şehâdeti yaklaşmıştı. Bir gece medresenin etrafını sarmışlar. Şems, Mevlânâ ile derin Vahdet sohbetinde iken onları vahşet plânları ile bu denî âleme çekmişlerdi.

Kapı çalınır ve Şems istenir. Gece karanlığında kapıyı açarak karanlığa karışan Şems, bir sayha atarak ortadan kaybolur. Şems’in sadece yerde birkaç damla kanına rastlanır. Bu hâdise 1247 senesi Aralık ayının bir Perşembe

gecesi olmuştu. Rivayetler, Şems’in o gece şehit olduğunda kuvvet kazanıyor.

Bu devreden sonra Mevlânâ artık yalnızdır. Âh-u enîn ile günleri ve geceleri geçirir. Baştanbaşa aşk vadisi olan meşhur Mesnevi’sini bu dönemde kaleme almıştır.

Şems’in âhirete rıhletinden sonra onun ölümüne inanmak istemeyen Hazret-i Mevlânâ, sanki her zaman gelecekmiş gibi bir bekleyiş içindedir. O da Şems’in şehadetini bilmesine rağmen, varlığının her zerresine nüfuz eden Şems’in muhabbetini bu arayışla tatmin ediyordu.

Gördüğü her varlıkta, işittiği her ses ve sözde Şems vardı. Şems bir ayna olmuş, o aynada Mevlânâ kendini seyretmeğe koyulmuştu. Mevlânâ; ‘“Ben o, o ben; onunla aramızda bir fark yoktur” diyerek bu İlâhî gerçeği ifade etmeğe çalışıyordu. Mevlânâ bütün gecelerini kendi gönül âlemindeki Şems’in varlığı ile değerlendiriyordu ve bu gecelerde 7-8 gazel birden yazabiliyordu. Bu gazellerde önce “Hâmûş” mahlasını kullanmış, daha sonra da doğrudan doğruya Şems’in adını söylemişti.

Şam’a gitmiş, Şam’da Mevlânâ, sözde Şems’i arıyordu. Bu arayış, varlığında olan Şems’i arama idi. Onun için zâhirde onu bulamayacağını biliyordu. “Biz Şam’a canımızı vermiş, varlığımızı bağışlamışız; üçüncü defa ki Rûm’dan Şam’a koşuyoruz. Çünkü biz, Şam’ın gece gibi karanlık zülfünden kokular sürünmüşüz”….

Sultan Veled’e göre Şam’a bir keklik gibi giden Mevlânâ, Konya’ya alıcı bir doğan gibi dönmüştü. Eğer Mevlânâ, Şems’i Şam’da bulmuş olsaydı, bu, Mevlânâ için bir kayıp olmuş olurdu. Halbuki şimdi Mevlânâ coşkun ve cezbeliydi. Katre idi, coşup deniz oldu. Yüce idi, aşkla daha da yücelendi. Aradığı kendinde göründü. Aşk denizi olup, köpürüp dalgalandı.

Mevlânâ’nm ayrılışından sonra Konya sanki boşalmış; ıssız bir harabeye, çöle dönmüştü.

Mevlânâ’nm bundan sonraki irşad döneminde Kuyumcu Selâhaddin isminde büyük bir velîye rastlıyoruz. O’nun yetiştirdikleri arasında oğlu Sultan Veled, Emir Süleyman, Çelebi Hüsameddin gibi büyükzevâtın olduğunu da görüyoruz.

Mevlânâ devrin büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabi’nin evlâtlığı Sadreddin-i Konevî ile de sohbet etmiştir.

Zaman ilerledikçe Mevlânâ’nın varlık ağacı (vücudu) zayıf ve nâhif bir hale gelmişti. Hatta bir gün hamamda solgun teni altında ortaya çıkan kemiklerine bakarak:

“Bütün ömrümde kimseden utanmadım, fakat şu zayıf vücudumdan utanıyorum; zira o, bana çok hizmetlerde bulundu, bense ona istediği gibi bakamadım” demişti.

Mesnevî’nin yazılması bitmiş ve artık Hakk’a yürüme zamanı da gelmişti. Son gazellerinde de “Mutlak Varlık”a bir an evvel kavuşmanın heyecanı dalgalanıyordu.

Yıl 1273… Maddenin ve mânânın kış mevsimi idi. Büyük velînin rıhlet zamanı geldi. Konya’da depremlerin ardı arkası kesilmeyecek şekilde çoğalmıştı. Gene bir gün deprem olmuş, yer yerinden oynamıştı. Mevlânâ o gün; “Korkmayınız yerin kamı acıktı; şu günlerde yağlı bir lokma istiyor. İnşaallah muradına çabuk vasıl olur da siz de üzüntüden kurtulursunuz!” der. Bu depremden birkaç gün sonra ağır bir ateşle yatağa düşen Hazret-i Mevlânâ, bütün Konya’nın havasını üzüntüye garketmiş, onları firkat gözyaşları ile başbaşa bırakmıştı. Son gece Hazret-i Mevlânâ yatağından hafifçe doğruldu ve oğlu Sultan Veled’e; “Veled oğlum; ben iyiyim artık. Git yat. Biraz dinlen!” dedi. Sultan Veled, istemeyerek itaat etti. Mevlânâ, arkasından son gazelini okuyor, Çelebi Hüsameddin de kaleme alıyordu:

“Biz, geceleri tâ sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz. İstersen gel bağışla bizi, istersen gel cefâ et bize!”.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*