İHTİLAF, TEFRİKA, İTAAT vc TESLİMİYET

İHTİLAF, TEFRİKA, İTAAT vc TESLİMİYET
Mazide ve günümüzde insan olmanın tabiî ve fıtrî gereği olarak mü’minlerin iki asıl vazifesi, yahut iki ana mükellefiyeti vardır ki bunlar; salim bir imana muvaffak olmak ve Tevhid’in esprisinden hareketle sağlam İçtimaî temellere istinat eden bir cemaat oluşturmaktır. Bunlardan iman, asıl -çekirdek, kök- mesabesinde olup, cemaat bu imanın içtimai plândaki tezahürüdür. ‘İman’ ve ‘cemaat’ kavramlarından herhangi birine fitne girdiği zaman, kalbî hastalıklardan İçtimaî anarşiye kadar fert ve cemiyetin bütünüyle bir inkıraza sürüklendiğini müşahede ediyoruz. Tarih bunun misalleriyle dolu olduğu gibi, günümüzün acıklı manzarası da bunun en bâriz şeklini yaşatmaktadır.

Maalesef; günümüzde mü’minler, iman zaafiyetinden kaynaklanan büyük bir tatminsizliğe sürüklenmiş, iç huzursuzluğunun azalara ve sosyal bünyeye aksedişi ise, yıkıcılık ve fitne çıkarmak şeklinde olmuştur.

Diğer yandan; nefis murakabesi ve mücahededen habersiz mü’minler, kusuru nefisleri dışında aramağa başlamış, bu tutum onları herşeye tenkit gözlüğü ile bakmağa

sevketmiştir.

Bütün bu hastalıklara İslâmi mefhumlar konusundaki katmerli cehalet de eklenince durum büsbütün vahimleşmiş ve inananlar bir sürü kavram kargaşalığına sürüklenmişlerdir. Öyle ki; temel kavramların mânâsı ve tefsiri artık kişiden kişiye değişmiş, böylece temel kavramların anlaşılıp yorumlanmasında bile ittifak -çoğu kez- mümkün olamamıştır. Bu durum, fitne ve tefrikaya kapı açmıştır,

Günümüzde kavram kargaşalığına sürüklenen tabirlerin başında, ‘ihtilaf, ‘tefrika’, ‘ittifak’, ‘itaat’, ‘teslimiyet’… gibi temel mefhumlar gelmektedir. Bir binanın taşları hükmünde olan kelimelerde ortak bir mânâ etrafında birleşile-mez ise anlaşmak mümkün olmaz; kendisinde rahmet olan ihtilâf ile kendisinde azap gizli olan ihtilâf tefrik edilemez; hatta, ihtilâflar tefrika seviyesine ulaşır ve inananların ittifakı mümkün olmaz. İttifak kavramı temelden sarsılırsa, artık itaat ve teslimiyetin de bir mânâsı kalmaz. Artık, Tevhid’in meyvesi olması gereken kelimeler ruhsuz bir ceset misali kalır. İnananlar arasında enaniyetten kaynaklanan husûmet, hased, kardeşini küçük görme, gurur, kibir… gibi manevi mikroplar bünyeyi kemirmeğe başlar. Bu, bir nevi ferdî ve İçtimaî bünyenin kangrenleşmesi olayıdır. Bu kangrenleşme, bugün öyle boyutlara ulaşmıştır ki, ilâhîemanetin günümüze taşındığı ‘mezheb’ ve ‘meşreb’ gibi iki ana mü-essesenin mevcudiyetlerinin sahih olup olmadığı tartışılmağa başlanmıştır. Öyle ki, mezheb ve meşreblerin birden fazla olmasındaki ilâhî rahmet anlaşılamamış ve İslâm’ın bu temel müesseseleri tefrika unsuru sayılmıştır. Halbuki İslâm, tarihî seyir içinde zahiren mezheb ve batınen de meşreblerle yaşanmış, tatbik edilegelmiştir. Bunlar inkâr edilirse, vakıa olarak tarih boyunca İslâm’ın hiç yaşanmamış telakki edilmesi lâzım gelir. Bu ise; Kitap ve Sünnet adına, bu konudaki beyanlar adına büyük bir iftira ve zulümdür. Nitekim, İslâm’ın en iyi tatbik edildiği devir olarak Asr-ı Saadet, Tâbiin ve Tebe-i Tâbiin devirleri gösterilmektedir. Hadîs

lerde bu üç kam medhü sena edilmektedir. Mezhebler ve meşrebler ise, bu üç kamda (nesilde) müesseseleşmiş, temelleri atılmıştır. Hepsinin dayanağı Kitap, Sünnet ve İc-ma’dır.

Bugün mezheb ve meşreb kavramına karşı çıkanların herbiri, kendilerini müctehidlerin yerine koyduklarının belki farkında bile değilerdir. İşe ihtilâflardan başlanmış, dava antitezlerle ispata çalışılmıştır. Kavram kargaşası bâtılın ‘makısunaleyh’ olmasına hizmet etmiş, istisnalar kaidelerin temeli kabul edilmiş, tenkit mantığı hakikatin önüne bir siyah perde gibi çekilivermiştir. Yaşanarak anlaşılması gereken yüce dava, müsteşriklerin mantık oyunları kıskacına terkedilmiş; akıl nakli muhakeme etmeğe başlamıştır. Halbuki aklın vazifesi, Güneşin varlığını idrak eden göz misali, naklin hikmetlerini kavramak ve tefsir etmek olmalıdır. Kısaca; bu haliyle mukaddes emaneti taşıyacak olan vasıflı insan, çeşitli entrikalarla hasta ve güçsüz düşürülmüştür. Peki bu durumda ne yapmak, işe nereden başlamak gerekir? Dertten şikâyet etmek hiçbir zaman çözüm olamayacağına göre, hastalığı teşhisten sonra hemen tedavi çarelerine başvurmak gerekir.

Önce, yazımızı ilgilendiren tabirlerin lügat ve ıstılahî manalarına temas ederek bu sahadaki kavram anarşisini kaldırmağa çalışalım: Lûgatta ihtilâf, ‘anlaşmazlık, aykırılık’ anlamındadır. Istılahî olarak ihtilâf, aynı hedefe ulaşacak farklı yolları denemektir. Hadîste, kendisinden ‘rahmet’ olarak bahsedilen ihtilâf budur. Müctehidlerin, mezhebler-deki hakikat arayaşmdan kaynaklanan ihtilâfları gibi. Bir ihtilâfın rahmet olarak nitelendirilmesi için iki şart gerekir: Birincisi; ihtilâfta niyetin ‘hayır’ olmasıdır ki, bu da gayretin yapıcı bir hedefe yönlendirilmesi ile anlaşılır. İkincisi; ihtilâfın, hakikati arama gayretiyle ve yapıcı bir metodla ortaya atılmasıdır. Herhangi bir meselede ortaya çıkan ihtilâf, bu iki şartı esas alıyorsa bu ihtilâflar, mutlaka hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı bir rahmet olur. Bu çeşit ihtilaf; ilimlerin

gelişmesinde, yanlışların ayıklanmasında, hakkın isbat-ı vücud etmesinde, zaafların kaldırılıp, yanılgıların asgariye indirilmesinde lüzumlu bir unsurdur. Bu çeşit ihtilâf, hakikati keşif yolunda ilmin tahrik unsurudur. Aynı zamanda; hükümde isabeti sağlar, enâniyeti önler. Kendisinde ‘rahmet’ olan ihtilâfta ‘iyi niyet’ ve ‘yapıcılık’ esas olduğu için, isabet etmese bile müctehide bir sevap yazılmaktadır. Kezâ, meşveret konusunda da aynı rahmeti görüyoruz. Muhtelif fikirler, hikmeti celbederek meşveret imamında hâkim kanaatin oluşmasına vesile olur. İstişare imamı, bütün görüşleri dinledikten sonra en isabetli kararı verir; diğer üyeler ise onu ittifakla desteklerler. İşte bu çeşit meşverette de de rahmet vardır. Farklı fikirler, tefrika yahut kendisinde azap olan ihtilaf olarak mütalâa edilemez.

Eğer bir ihtilâfta varılacak hedef farklı ise, iyi niyet ve yapıcılık yoksa bu kendisinde ‘azap’ olan ihtilâftır ki, işte bunun neticesi tefrika (ayrılık)dır. Tefrikayı doğuracak ihtilafta hedef, nefsânî bir üstünlük sağlamaktır. Bu nefsânî maksadı gerçekleştirmek için kullanılan silâh hiledir. Bu çeşit ihtilâfta, kendi üstünlüğünü sağlamak yahut muarızını mağlup etmek için bütün yollar denenir. Eğer maksadına erişirse, nefisler bundan haz duyacaktır.

Şu bir gerçek ki; bugün mü’minler, çeşitli konularda ihtilâf ederken baştan ard bir niyet, hileli bir maksat taşımıyorlar; ama niyet sağlamlığı vfe yapıcı yaklaşım konularındaki zaafiyetlerinden dolayı kendinde azap olan ihtilâfın girdabına düşmekten kendilerini alamıyor ve böylece tefrika bataklığına sürüklenmekten kurtulamıyorlar. İşte asıl yara buradadır; bilmeden ihtilâfın azabına dûçâr olmak ve tefrika seline kapılmak…

İtaat kavramına gelince, kelime olarak; boyun eğmek, isteneni yerine getirmektir. Istılahda ise itaat, Hakk’a Hak için, Hak adına tâbî olmaktır.

Teslimiyet ise; itaatin severek, isteyerek, gönül rızası ile gerçekleşmesi olayıdır. Zaten ‘Müslüman’, Allah’a ve

O’nun emirlerine kayıtsız şartsız teslim olan insan demektir.

Taat ve ibadet, Allah’a teslimiyet ve kulluğu ifade etmekle beraber, şumül olarak birbirinden farklıdır. İtaat, her sahada -gerek ibadetlerde gerekse âdetlerde- boyun eğip inkiyad etmektir. Buna göre, hayatın her şubesi baştanbaşa itaat çemberinin içinde kalmaktadır.

İtaat, başta Allah’a ve Resulü’ne olduğu gibi, bu itaat silsilesinin üçüncü halkasında insanlar arasında hakkı tebliğ ve temsil ile vazifeli mü’minlerden oluşan bir merkezî otorite bulunmalıdır. Hakkın muvaffakiyeti için, inananların kendilerinden meydana gelen bir merkezi otoriteye itaatleri de Allah ve Resulüne’itaatin şumülü içerisindedir. Bu çeşit itaat ve teslimiyet, hem hakikatin galebesi ve hem de her mü’minin kurtuluşu için zaruridir.

Tevhid’de birlik, itaat silsilesindeki birliğin hem teminatı, hem de tahrik sebebi olacaktır. İşte o zaman mü’minler, bir binanın taşları gibi birbirine kenetlenecek, ictimâî birlik ve tesânüd sağlanacaktır. Böylece; tabiî olarak millî birlik ve beraberlik tahakkuk edecek, millî ve manevî bünyeyi kemiren her hastalık ayıklanacaktır. Bütün bunlar, itaat ve teslimiyet kavramları içerisinde saklıdır.

İşte mü’minlerin, önce Tevhid’de, sonra da Tevhid ve cemaat şurunu takviye edecek bütün konularda birleşmeleri, ruhen, fikren ve amelen beraber olmaları ‘ittifak’tır. O halde, yaygın manasıyla ittifak; Tevhid’de ve onun teferruattaki gereklerinde mü’minlerin bir ve beraber olmasıdır.

Tabiatıyla anlaşılmaktadır ki; kendisinde azap olan ihtilaf ile, nefis ve enâniyetten kaynaklanan tefrikanın olduğu yerde, ne ittifaktan, ne de itaat ve teslimiyetten bahsedilebilir.

Zamanımızda mü’minlerin, bilerek ya da sürüklenerek tefrika boyutlarına varan ihtilafların içine düştüklerini ve hiçbir ölçü tanımayan bu muhalefetin birbirini küfür ve nifakla itham edecek dereceye ulaştığını ibretle ve dehşetle

müşahede ediyoruz. Bu perişan manzaranın elbette bir değil, pek çok sebebi vardır. Bu sebeplerin başında, müminlerin davalarından gafleti ve İslâmî ıstılahlardaki cehaletleri gelir. Bu cehalete, nefis muhasebesi noksanlığı, ruh terbiyesinden mahrumiyet ilave edildiğinde görülür ki; bugünkü tefrika ve ifsad ortamında mü’minler, kuru taklitle yetinen ‘mâneviyat fakirleri’ durumuna düşmüşlerdir. Bütün olumsuz sebeplerin esasını teşkil eden bir asıl sebep var ki, o da İlmî otoritenin içinde bulunduğu temel yanlışlar ve metod hatalarıdır.

Evet, bütün bu ihtilaf ve tefrika ortamından ancak İlmî otoritenin kendine düşeni yapmasıyla çıkılabilir. Bu konuda düşülen temel yanlışlara ve çıkış yollarına işaret etmekle konuyu toparlayalım:

• Mesleğinin erbabı olan ilim adamlarımız müstesna tutulursa; İlmî otorite olduğunu iddia eden birçok kimse, meseleleri izahta, antitezden hareket ediyor ki; bu durum, ilimde enaniyet, ihtilaf ve tefrikaya yol açan tenkit mantığını hakim kılıyor. Halbuki, ilmin kaynağına ve elde ediliş me-todlarına bakılırsa, bu yaklaşımın temelden yanlış olduğu görülür. Bu vahameti önlemek için, dava bütün çıplaklığı ile tez olarak ortaya konmalı ve işe ihtilaf noktalarından değil, ittifak noktalarından başlanmalı. Tâ ki, birlik temin edilsin, kuvvet .ve rahmet celbedilsin.

• Olaylar ve meseleler karşısında temel kaynakların (edille-i şer’iyye) ölçüsünü, tarihî tatbiki ve müşahhas örnekleri de gözönüne alınarak hassasiyetle kullanmalı, hissî, aklî ve sübjektif yorumlara sapmamalıdır. İlmî otoriteden, mukaddes emanetin korunması, kollanması ve devamı konusunda istenen tabiî ve ulvi vazife budur.

• Bugün ilmî otorite, gerçeği anlama ve yaşama hususunda ‘müşahhaslık’ kavramının ehemmiyetine ulaşmada zaafiyete düşmüş görünüyor. Müşahhaslık; hak ve hakikatin, kâmil şahsiyetler şahsında ilim, amel ve hal olarak örnek bir nümune teşkil etmesidir. Öyle ki, bu müşahhas örnek; hakikati aksettiren bir ayna mesabesinde olmalı. Taklit ehli

olan kimse kemâl aynasında kendini seyretmeli; buna göre noksanlarını düzeltmelidir.

Asr-ı Saadet’te bu müşahhas örnek, hiç şüphesiz Resul-i Ekrem (s.a.v.) idi. Kıyamete kadar bu müşahhas örnekler; vâris-i enbiyâ olan âlimler, ârifler ve kâmillerdir. Sahabe ve Tâbiin arasındaki derin fark, müşahhaslık gerçeğinin açık bir ispatıdır. Öyle ki; Veysel Karânî, o azametli aşkı ve teslimiyetine rağmen, sırf Resulullah’ı dünya gözüyle göremediği için ‘sahabe’ şerefine ulaşamamıştır.

Bütün bu gerçekleri dikkate alan ilim erbabı ve diğer insanların, neyin ihtilaf ve tefrika olduğunu anlayabilmeleri için aşağıdaki kriteri kullanmaları müsbet yönde büyük isabet sağlayacaktır:

Meselelerin hallinde ilim seviyesinde kalıp itikadi hu-dûdu zorlamayan, İçtimaî dengesizliği ve çalkantıyı körüklemeyen, doğruyu arama mantığı ile vukubulan ihtilaf, kendisinde rahmet olan ihtilaftır. İtikadî düsturları zorlayarak, İçtimaî huzursuzluğa, kin ve buğza sebep olan ihtilaf ise kendisinde azap olan, azap getiren ihtilaftır ki, işte bu tefrikadır.

Cenâb-ı Hak tektir, teki sever. ‘Birlikte rahmet, ayrılıkla azap vardır’. Cenab-ı Hak, bütün mü’minlerin, ‘Allah’ın ipi’ diye vasfettiği Kur’ân’a sımsıkı sarılmasını istemektedir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) ise; “Tefrika çıkaranlar bizden değildir” ve “Kim cemaatten ayrılarak ölürse, o ca-hiliyye ölümüyle ölür” buyurarak, inananların birliğine zarar veren her hareketin iman hudutlarını zorladığını ifade etmişlerdir.

Hiç şüphesiz; dün olduğu gibi bugün de en faziletli hareket, mü’minlerin birlik ve beraberliğine hizmet eden harekettir. Şirkten sonra en büyük günah; ictimâî anarşiyi körüklemeye ve inananların birliğini bozmaya yönelik hareketlerdir. Bu tefrika ve fitne, ‘katliâmdan da beter’dir.

Yüce Allah (c.c)’dan, kâmil imandan sonra inananların birlik ve beraberliğine hizmeti istemek, duaların en faziletlisi olsa gerektir.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*