TEZİMİZ MAARİF

TEZİMİZ MAARİF
İnsanın tâbi olduğu esaslar, ilâhî ve beşerî olmak üzere iki kısma ayrılır. İlâhi esaslar, kaynağı beşere dayanmayan, kaynağı bizzat Hak olan; beşerî esaslar ise, kaynağı Hak olmayan esaslardır. Bu esaslar, her devirde beşerin önüne sergilenmiştir. İlâhî esaslara uyan insan ve toplumlarda, istenilen huzur ve beklenilen netice, beşerin menfaatine her devirde zuhur etmiştir.

Hal böyle iken, beşerî esaslarda temel kabul edilerek uyulan prensip ve kaideler, insan denen varlığa isteneni verememiştir. Bu sebeple de insan, huzur için arayışına devam etmiş ve sonunda aradığını bulamamanın yorgunluğu ile etrafına zararlı bir varlık olmaktan beri olamamıştır.

Fayda beklerken zarar gördüğümüz bu varlıktan “Niçin kendisi ve çevresi için hayırlı bir netice alamıyoruz?” denirse; “Kendine dönsün, kendinden Yaradan’ına giden yolu bulsun; kendi lehine kazanılsın” deriz. Kendi yararına kaza-nılamayan insandan, hayırlı bir netice beklemek mümkün değildir. Esasen, beşerî nizam ve kanunları da yapan insandır. Bu esasların dahi, muhkem ve mutemet olması, onu yapan insanların sıhhat ve kemaline bağlıdır. Aksi takdirde

körden, görmesini; sağırdan, işitmesini; dilsizden, konuşmasını beklemek abes olur. Durum bu olunca; çeşitli yollarla iç oluştan ve manevî bağlarından koparılmış insan, ne kendine ne de çevresine faydalı olabilir. Nitekim; mâne-vî boşluk yüzünden kendinden koparılmış insanın sağa-so-la sarkması, yıkıcı ve yakıcı bir sadist haline gelmesi, bu sefaletin tabiî bir sonucudur.

Uzun yıllardan beri maarifin hedef olarak seçeceği yol ve konu bu olmalı idi. İnsanı kendinden başka şeylerle meşgul etmek, onu daima kendinden koparmıştır. O halde; insanı eğitmek ve yetiştirmekle görevli olan maariften beklenilen budur. Bugün, okumuş yazmış insanımızdan, istenilen neticenin alınamadığı bir gerçektir. Ve hatta; eğitim çağındaki neslimizin çok kısa bir geçmişte kötü bir örnek olduğu, nefsânî ve şeytanî davranışların başını çektiği hepimizce bilinmektedir.

O halde, “Bugünün asıl davası nedir?” denirse; “İnsanımızı, süflî arzularının esiri yapan düşünce ve görüşten kurtarmak, iman ve insan mevzuunda ilâhî mikyaslar içinde eğitmektir” cevabını verebiliriz.

Bugün; İçtimaî, İktisadî, hukukî, sınaî ve siyasî çalışmalara ihtiyaç yok değildir. Ama asıl alaka bekleyen insandır. İnsanı kalkındırmadan, sıhhatli bir iş yapmak mümkün değildir.

Bugün, Hür dünya’nın ve Komünist blok’un ihmal ettiği konu da budur. Belki de; bu esas üzerine eğilirlerse, varlıklarının anlamı da kalmayacaktır.

Kâinat malzemesini şekilden şekile sokacak veya bir takım icat ve keşifler yapacak mimar, insandır. Bu varlığın, kâinatı şekillendirebilmesi için, evvela kendinin bir şekle sokulması zaruridir. Bu olduktan sonra, insan her türlü malzemeyi insanlığın menfaatine, hizmetine sunar. Aksi takdirde; kullanılan her alet, insanlığa zararlı bir unsur haline gelir.

Bu düşüncemizi bir misalle ifade etmek istersek, deriz ki: Meselâ; bir bıçak, ayrı düşünce ve inançta olan insanların elinde, farklı farklı işler görür. Bir kasabın elinde, rızkını kazanmak için kullanılan bu vasıta; mutfakta ailesinin hizmetini gören bir hanımın elinde soğan, patates… doğrarken; doktorun elinde, ameliyat eder ve adam öldürmek için plan kuran bir katilin elinde, tasavvur ettiği cinayeti işlemek için kullanılan korkunç bir alet olur. Dikkat edilirse; kullanılan alet aynı olmasına rağmen, kullanan elin kafa yapısına ve inancına göre iş görmektedir.

Hemen şunu ilâve edelim ki; ilâhî düsturların haricinde hiçbir sistem, insanı bu mantık ve mantalite ile ele almamıştır. Bilâkis; insana eğilinmemiş, insanın dışındaki varlıkların plân ve programı ile meşgul olunmuştur. Her yeni buluşta ve dışa açılışta, bu şerefli mahluktan uzaklaşılmış; tamamen veya kısmen, insan kendinden ve ana mihrakından koparılmıştır.

Meselâ, Komünizm; ictimâî hayatın İktisadî yapısını ele alırken, bu ekonomik yapının gereğine göre insana bir yer verir. Ve bu sistemde insan, hem dış, hem iç tabiat bakımından tamamen esirdir. Ve yine “Hür dünyanın kurtuluş simididir” diye baktığı Kapitalizm; evet, o da bir başka ekonomik mantıkla, kendi nizamı içinde insana bir yer verir. Ve Kapitalizm hür dünyada insanı dışa karşı hür, iç tabiatının önünde ise nefsânî arzularının tamamen esiri haline getirmiştir. Durum bu olunca, ‘insana göre sistem değil, sisteme göre insan’ prensip ve kaidesinden hareket edilerek çalışılmıştır ki; bu da insanlığın tamamen veya kısmen imhası veya esareti olmuştur.

İşte; epey zamandan beri dünya, bu iki tehlikeden birini tercih etmek durumunda kalmıştır. İkisinin de temel esasları tarihi materyalizme bağlı olmasına rağmen, teferruatta birbirinden farklı görünmeleri günümüz insanını yanıltmış, sanki bu iki şey birbirinin münkiri intibaını vermiş; durum böyle iken, kimden kime kaçacağını bilemeyen dünya, bu

iki ejderhanın kurbanlık yemi haline gelmiştir. Sanki dünya, bu iki görüşün veya sistemin tapulu arazisi gibi kabul edilip devletler ve milletler bu iki görüşten birini tercih etmek mecburiyetinde bırakılmıştır. Bu manzara karşısında inananlara düşen vazife; nüfuzunun hududu altına alıp inim inim inleten bu görüşler karşısında, birliği temin etmek ve her ikisinin de cehaletten başka sermayesi olmadığına dünyayı ikna etmektir.

Hakikat ölçüsüne göre, insanın fıtratına uygun bir ölçüye kavuşmak; kesinlikle zaruridir. Zira insan, istediğini değil, istenileni yapmakla mükelleftir. Ne dış âlemden uzak iç oluş, ne de iç âlemden uzak dış oluş, istenilen değildir. Her ikisinin de olması zaruridir. Onu, kendi iç dünyasında kontrol ve murakabe eden kudretin hesaba çekeceğine inandırdıktan sonra, dış âlemin mimarı durumuna getirmek lazımdır.

Mimari bir eseri ele aldığımızda, bir plan ve projenin esas olduğunu anlarız. Bu mimari eser için, plan ve programı tatbik eden bir usta ve o ustanın malzemesi de söz konusudur. O halde; plan kadar malzeme, malzeme kadar da plan mühimdir.

Netice olarak deriz ki: Maarif, insan yetiştiren bir ekol ve kuruluş olarak, evvela bünyesini sağlam esaslarla teminat altına almalıdır. Kendi kuruluşunda maksadına ulaşamayan bir müessese, mükellef olduğu vazifeyi ifada, istenilen ve beklenileni tabii olarak veremeyecektir. Maarif, kendi kuruluşunu tamamladıktan sonra, işlemekle, yetiştirmekle mükellef olduğu insanı, kendinin, cemiyet ve milletinin ve bütün insanlığın istifade edeceği bir varlık haline getirecektir.

şuurlu ve dengeli bir hürriyet anlayışı vermek gerekir.

İnanç ve akide zaafı veya hastalığı

Gençliğimiz maalesef, inanç ve akide zaafına veya hastalığına müptelâ olmuştur.

“Allah inancı”, insana doğuştan verilmiş ilâhî bir duygudur. İnsan ve cemiyet için inanç ihtiyacı kesbî (kazanılmış) değil, fıtrî (doğuştan)dır. Hak yoldan verilmeyen bu inancın, batıl yollardan karşılanması, beşerin ihtiyaç ve bu yöndeki meylinden ibarettir. Fertlerin ve milletlerin istikametleri ve bekâları, sağlam bir akideye sahip olmalarına bağlıdır. Millet olarak bizdeki akide, kâinatı ve ondan ötesini yönlendirecek keyfiyet ve oluştadır.

Bunun için gençliğin inanç zaafına veya hastalığına müptelâ olması, böyle bir hâzineden mahrum oluşundan değil; bilâkis böyle kudretli bir mirasdan haberdar olmayışındandır. Gerçi Avrupalının Rönesansla birlikte akidelerinde (manevî yaşayışlarında) geçmişi inkârı bir vakıadır. Bu, Avrupalı için tabiîdir. Çünkü onu gerek beşerî münasebetlerde, gerekse Yaratıcısı huzurunda temize çıkaracak bir akide ve inancı yoktu. Bizde ise böyle değildir: Başta da ifade ettiğimiz gibi kâinatı ve ötesini yönlendirecek Kudret Sahibinin en mükemmel akidesine sahibiz. Reva mıdır ki, bu en kıymetli mânevî hazine içinde bu nesil, bu gür enerji, bu gençlik heder olup gitsin?!.. Bir zamanlar kırk haramilerin hâzineye girip “açıl susam açıl” parolasını unutup, bu hazine içinde ölüme mahkum oldukları gibi bu nesil de, sahip olduğumuz bu emsalsiz mânevî hazine içinde yok olsun gitsin?!.. Elbetteki hayır! O halde eğitimimize, millî akidemize uygun, köklü, mânevî tedbirler almak başta gelen vazifelerimizdendir.

Tarih şuuru noksanlığı

Tarih şuuru, bir milletin hafızasıdır. İnsanoğlu sıhhatli düşünüp hareket edebilmesi için, nasıl bir hafızaya muh

taçsa, milletler de kâr ve zararını hesap edecek kuvvetli bir tarih şuuruna muhtaçtır. Bir milletin maziden ibret alacak bir hâzineye sahip olması, o millet için gurur kaynağıdır. Gençliğin yabancı kültürlerin tesirinde kalması, kendi tarihine olan sadakatine ve inancına bağlıdır. İnancı gibi, bu milletin tarihi de baştanbaşa övünülecek, iftihar edilip başka milletlere yol gösterebilecek zenginliktedir.

Bugün gençliğimiz tarihinden sitayişle bahsetmiyorsa, kendine örnek bir millet veya ideoloji arıyorsa, hatayı bu kıymetli malzemeyi kullanamayan sorumlularda aramak gerekmez mi? O halde vakit geçirilmeden, “zararın neresinden dönülürse kârdır” düşüncesiyle gençliğimize gerekli tarih şuurunu vermek lazımdır.

Millî kültür boşluğu

Milletleri ayakta tutan millî kültürü gençliğe vermek, devletlerin en mühim politikası olmalıdır. Millî kültür, bir milletin inancı, örf ve ananeleri, tarih şuuru ve mes’uliyet duygusundan v.s. oluşmaktadır. Fertlerini bu yolda kemâle erdiren devlet, tesbit ettiği hedefe ulaşmış demektir. Bu yapılmadan, yani fertlerine millî kültür verilmeden yapılacak her türlü faaliyet ve gayretler, peşinen akamete mahkum demektir. Çünkü kültür, insanı gerek maddeten gerek se mânen kalkındıran ana kaynaktır.

Bizdeki kültür vakıasına gelince; milletimiz, en eski medeniyetlere imzasını atan çok zengin bir kültüre sahiptir.

Fakat maalesef bu kıymetli miras, el tersiyle itilmiş, mânâ ve akidesi, bizlerle hiçbir yönden bağdaşmayan milletlerin kültürlerine meftun olunmuş, kâr ve zarar hesabı yapılmadan yabancı kültür transferine gidilmiştir.

Tetkik edildiğinde bütün dallarda günümüze dek erişilememiş, sahalarında doruklaşmış, bütün dünyanın gıpta ile izlediği birçok şahsiyetle karşılaşılır. Esasen milletimiz ilimde, san’atta, düşüncede hatta örf ve ananelerinde dahi emsalsizdir. Selimiye’nin mimarisindeki muhteşemlik, Sinan’ ın taşıdığı kültürün maddeye nakşıdır. İbni Sinâ’dan,

Pirî Reis’den tıp ve astronomi sahalarında hâlâ sitayişle bahsedilip istifade edilmesi, sahip oldukları kültürün zen-ginliğindendir. Itrî’nin günümüze kadar sarkan beste ve güfteleri, aynı kültürün söz ve notalardaki harika kaynaşmasının eseridir. Fatih’in İstanbul’u feth edişindeki dehası ve fetihten sonra gayri müslimlere davranışı neticesi birçoklarının İslâm’ı seçişi, hep bu kültürün eseri değil midir? Mevlânâ’nın bütün dünyayı kendine hayran bırakan toleransı aynı kültürün insan ruhuna hükmedişidir.

Evet, yeni teşekkül eden bir devletin başka milletleri taklidi, onlardan istifadesi normaldir. Ama başka milletlere tarih boyunca her hususta kaynak olmuş bir milletin, bir başka milleti taklidi veya kültürünü transfer etmesi, o milletin kendini inkârıdır. Şu halde millî kültürümüzle gençliğimizi doyurmak, onu kendine döndürmek olacaktır.

Mes’uliyetsiziik hastalığı

Gençliğimizin diğer bir problemi de mes’uliyetsizlik vadisine sürüklenmiş olmasıdır. İnsanoğlunun muvaffak olması, kendi kendini mes’ul kabul etme durumuna göre değişir. Kaldı ki, kendini hiç mes’ul hissetmeyen insandan hayırlı bir netice beklemek mümkün değildir. Bugün eğitim çağındaki neslimizin ruhen âtıl duruma düşmesi, şüphesiz mes’uliyet duygusunu kaybetmiş olmasındandır. Vazife ve mes’uliyet şuurundan mahrum olan fert ve toplumlar, devamlı bir anarşi ve kaos havası içindedirler. Böylece de o toplum fena alışkınlıkların, sevilmeyen huyların esiri olur.

Bu teşhislerden sonra özet olarak diyeceğimiz şudur: Bugün sistem ve kanunlar üzerinde duruluyor. Eğer sistemleri ve kanunları yapan ve tatbik eden “insan” üzerinde durulur, kalkınmada hedef bizzatihi insanın kendisi seçilir, yani insan kalkındırılırsa ve eğitimimizin ana gayesi bu olursa; istenilen netice, beklenilen kalkınma kendiliğinden olacaktır.

Bu şerefli vazifede bütün ilgililere muvaffakiyetler dileriz. •

EĞİTİMDE ZARURİ YOLLAR
Eğitim ve terbiyede de, hiç şüphesiz, nazarî bilgilere ihtiyaç vardır. Tarifler, açıklamalar, tavsiyeler, telkinler, hatta; misallendirmeler gibi hususlar tamamen nazarîdirler. Ancak bütün bunların pratiği, misali, tatbikatı müşahhas olarak insan hayatında yer almazsa nazarî bilgi ve metodla insanı eğitmek mümkün olamaz. Hastaya hiçbir tedavi metodu uygulamadan, sadece ‘iyi of demekle hastayı tedavi nasıl mümkün değilse, insan eğitiminde de durum aynıdır. Bu bakımdan, insanın eğitim ve öğretiminde tatbikî metodlar şarttır. Bu hususta baş vurulması gereken yolları, sıralayarak, anahatlarıyla şöylece açıklayabiliriz:

Müşahhas Örnek

Bir insanı ya da cemiyeti eğitirken, onda olmasını istediğimiz halin, meziyetlerin, davranışların ve faziletlerin canlı misalini ortaya koymak gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber Efendimizi bütün beşeriyete kurtarıcı olarak gönderirken, O’nu en mükemmel manada, en güzel bir şekilde eğitip terbiye etmiş ve örnek olarak göndermiştir. Bunun için, Peygamber Efendimiz “Canlı Kur’ân’dır. O’nun ahlâkından Hz. Aişe validemize sorulduğunda;

“O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” buyurmuşlardır.

Allah’ın Rasulü âlemlere rahmettir; O’nun hayatı insanlara en güzel örnektir; O, ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiştir. Peygamber Efendimiz, kendi ifadeleri ile; “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!”,

buyurmaktadırlar. Bütün bunlardan anlaşılan odur ki; insan eğitiminde en büyük çare, yol, usul, istenileni en mükemmelliğiyle ortaya koymaktır. Yoksa, sadece mücerred ifadeler veya tatbikatı olmayan temennilerle arzu edilen neticeleri elde etmek mümkün değildir. Hatta, böyle durumlar, işin mahiyetini ve şahsiyetini rencide eder ki bu, daha da zararlı olur.

Yeni doğmuş bir bebek için annesi, babası, yakın çevresi; hayat mektebindeki ilk eğitimcileri, mürebbileridir. Duyduğu ilk ses ve gördüğü ilk hareket onlara aittir. İster istemez onları taklit edecek ve birçok şeyi onlardan öğrenecektir. Büyüdükçe çevre genişleyecek, eğiticileri, müreb-bileri çoğalacak. Kim ve ne taraf daha müessir olursa çocuk o tarafa doğru meyledecektir. Neticede, ‘Kimin izini takip ederseniz onun gittiği yere varırsınız’ kaidesince bir yapı ortaya çıkar. Ferdî, ailevî ve ictimâî hayatta başarılı ve kâmil manada bir insan istiyorsak, işte o zaman; beşikten mezara kadar hayatın her kademesinde iyi, güzel, faydalı örnekleri insanımızın önüne koymak mecburiyetindeyiz.

Mükâfaat ve Ceza

İnsan fıtratında sevgi ve korku içiçedir. Sevdiğimiz şeylere karşı meylimiz, korktuğumuz şeylere karşı da nefretimiz tabiidir. Eğitmekle mükellef olduğumuz kişilere, yapmaları gereken bir takım teklifleri ileri sürerken, neticesinde kendilerini bekleyen iyilikleri, güzellikleri de bilmeleri gerekir ki, o zaman istenilen neticeye daha kolay varılabilsin. Bunun aksi olarak da; kendisinden istemediğimiz bazı şeyleri yapması halinde, kendisinin hoşlanmayacağı durumlarla karşı karşıya kalacağını söylemekle yanlışına, hatasına, kusuruna mani olmak gerekir. Böylece; istenilen hedeflere doğru

teşvik, istenilmeyenlere tedbir koymakla kişi iyiye, doğruya yönlendirilmiş olacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, kullarını İslâm’a davet ederken davete icabet edenlerin Cennetle mükâfaatlandırılacağını, reddedenlerin ise Cehennemle cezalandırılacağını kesin olarak haber veriyor. Bir öğrenci için geçmek veya kalmak gibi bir netice olmazsa, durumun ne olacağını kestirmek zor olmaz.

Öğüt/Güzel Söz

“Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır”. Hakikaten, yerinde, zamanında söylenmiş bir çift tatlı söz, en katı yürekleri dahi yumuşatmaya kâfidir. Kişinin ruhuna ve gönlüne hitab ederek onu en üst düzeye, yüksek ideallere taşımak mümkündür. Nefsine ağır ve zor gelen teklifleri dahi ona kabullendirmek kolaylaşır. Bunun zıddı olarak da, en basit bir işi münasip olmayan bir dille söylediğimiz zaman, onu karşımızdakine kabullendiremeyiz.

“Din nasihattir” hadis-i şerifi, insan hayatında ve dinin öğretilip yaşanmasında bize açık ve kesin bir ölçüdür. “İnsan, nisyan ile ma’lüldür”, kaidesince insan, devamlı telkine, nasihate muhtaçtır. Gerek, zamanla unutulanların tekrar hatırlatılması; gerekse, bilgilerin tesirinin artırılması için devamlı -ancak yerinde ve zamanında- nasihate, güzel söze ihtiyaç vardır. Hatta, insan ruhu güzel sözden ve nasihattan manevî bir lezzet ve gıda da alır.

Anneler, babalar, öğretmenler, idareciler, yöneticiler kısaca herkes; hitap ettiği kişi veya topluma, onların anlayacağı bir dille, güzel ve tatlı sözle, ilim, irfan ve hikmetle hitap edebilseler hem vazifelerinin gereğini yapmış olacaklar ve hemde istedikleri neticeyi elde etmiş olacaklardır.

Menkıbeler/Kıssalar

Menkıbeler ve kıssalar, insan hayatının çeşitli yönlerini, hallerini anlatan canlı olaylardır. Bunların hemen hepsi, tarihte yaşanmış gerçeklerdir. Bugünkü uydurulan hikayelere ve masallara benzemezler. Menkıbelerin ve kıssaların

menşei, Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân ve Sünnet yolunun yolcuları olan ilim-irfan ve hikmet sahibi kişilerin hayatlarından bölümlerdir. Tam bir örnek ve tam bir ibret levhalarıdır.

Bunun için, günümüz insanının zaman zaman bu menkıbe ve kıssalardan, yaşaması gereken hayatın senaryosunu öğrenmesi zaruridir. Çünkü bugün yaşamak istediği din, en mükemmel şekliyle yaşanmıştır. Dolayısıyle; bir taraftan, bugün canlı misallerini, mükemmel ve müşahhas örneklerini görürken, bir taraftan da mazide yaşanan hayatı okuması, ya da dinlemesi ufkunu açacak, onu mazi ile bütünleştirecek, bugüne bağlayacak ve onun geleceğe ümitle, heyecanla bakmasını sağlayacaktır. Birçoklarının menkıbe-kıssa deyip geçtikleri hakikatlerin yerini, bugür\, çizgi romanların, çizgi filmlerin, hikâyelerin, romanların ve dizi filmlerin aldığını bir düşünsek; meselenin ehemmiyeti fay-dasıyla-zararıyla çok daha iyi anlaşılırdı. Her biri bir gerçeği ifade eden menkıbeler-kıssalar, yukarıda da belirttiğimiz gibi örnek ve ibret alınması gereken, hayatın bizzat kendisidir. Bilgi olarak da, ölçü olarak da, hepimiz muhtacız.

Bu cümleden olarak Cenâbı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de; Peygamber Efendimiz, hadis-i şeriflerinde, tarihin derinliklerinde gizli kalan bir takım hayatî gerçekleri, menkıbe ve kıssa olarak anlatmışlar, haber vermişlerdir.

Netice olarak deriz ki; insanın eğitiminde insanı tanımak; insana doğru olanı öğretmek, göstermek; öğrendiklerini tatbik imkânı vermek; hayatı boyunca müşahhas örneklerle bir ve beraber olmasını sağlamak; mazi ile bütünleştirip hayatî gerçekleri örnek ve ibret tablolarıyla ona sunmak şarttır.

BAŞARININ KAYNAĞI HİZMETTE BİRLİK ve İTAAT
Müslüman, Allah’ın (c.c) sevdiği ve hesapsız mükâfaat vereceği bahtiyar kişidir. O; nefsine düşen vazifeleri noksansız ifa etmeğe çalışırken, nefsinde yaşadığı üstün hakikatleri de hemcinslerine sunmağa gayret eder. Sadece kendini düşünmez. Nefsi ile birlikte, onu saran sosyal bünyeyi de düşünür. Zahir ve bâtın her türlü hastalıklardan korunmasını öğretir. Maddî ve manevî faydalar manzumesinden kendi dışındakileri de faydalandırır.

Esasen; her mü’minin, nefsini düşündüğü kadar başkalarını da düşünmesi ve bu vesile ile bir arada olması, onun Yaradan’inin emridir. Nitekim; “İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup, kötülükten men’eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir”1 diye Kur’ân’da buyurulmaktadır.

Bu emire imtisal eden inanmış milletler, geçmişte irşad organizasyonları oluşturarak dil ve renk ayırımı yapmadan bütün insanlığa İslâm’ın üstün hakikatlerini sunmuşlardır. Geçmişte, inanmış her millet gibi, biz de millet olarak bu vazifeyi yerine getirdik. O kadar ki; Viyana kapılarına kadar

gidilmiş, bu muazzez dava duyurulmuş, üç kıtada bu hizmetler aksatılmadan devam etmiştir.

Beşeriyete inancın üstün hakikatlerini sunmada en güzel hal, birlik ve beraberliktir. Birliğin devam edebilmesi için, merkeze kayıtsız teslimiyet ve muhabbet esastır. Teslimiyet, başarının hikmetidir. Yani o, varlığı ile hikmettir. Teslimiyetin kendisi hikmet cümlesinden olursa, bu halin icrasından sonraki neticesini var sen düşün. Bedirde, Hendek’te, Tebük’te Peygamber ordusunun küfre galebe çalması, elli bin kişilik Alparslan ordusunun Romen Diyojen’in ordusuna karşı galip gelmesi, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed -Cennetmekan- tarafından feth edilmesi, son Kıbrıs çıkartmasındaki Mehmetçiğin üstün başarısı, bu teslimiyet ve disiplinin müşahhas örneklerindendir. Nitekim; Kur’ân-ı Kerim’de, bağlı bulunduğu merkeze teslim olan ordu ve milletlerin düşmanlarına karşı galip geldikleri beyan edilmektedir:

“Tâlût, askerleriyle ayrılınca dedi ki: ‘Allah (c.c.) sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tatmayıp sadece eliyle bir avuç alan bendendir’. İçlerinde pek azı hariç hepsi ondan içtiler. Nihayet Tâlût ve kendisiyle beraber inananlar, ırmağı geçince; ‘Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok’ dediler. Allah’a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise şöyle dedi: ‘Nice az bir topluluk var ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir”2.

“Derken, Allah’ın izniyle onları bozdular. Dâvut, Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir’’3 .

Bu âyetlerde ifade edildiğine göre, bir ordu içinde iki zümre mevcuttur. Savaşta galip gelen topluluk; emre uyup suyu az içen topluluk ve ye’se düşüp kaçan; yasaklanan sudan içen topluluktur. Meseledeki nükte:

Maddî imkânların karşı tarafta daha fazla olmasına rağmen, teslimiyetteki hikmetten dolayı tabiat ve akıl kuralları aşılmış ve maddeten zayıf olan ordu galip gelmiştir. Bunun yanında, maddî gücü elinde bulunduranlar ise, teslim olmadığı için bu zaferden payını alamamışlardır.

Hiç şüphesiz ki; İslâm inancı, kıyamete kadar, şartlar ne olursa olsun devam edecektir. İnsanlar, İslâm ile müşerref olmakla, nefislerini ve içinde yaşadıkları toplulukları da kurtarırlar. Allah (c.c.) o insanları sever; onlar da Allah’ı (c.c.) severler. Bunun aksi olarak, inanan insanların dinden dönmeleriyle, dine bir zarar geleceğini iddia etmek yanlış bir düşüncedir. Zira, Allah, dininin sahibidir. Her asırda dinden dönen topluluklar olabilir. Allah (c.c.), onların yerine; kendini seven, kendinin de sevdiği, seçilmiş, İslâm dininin üstün hakikatlerini sunan, nezaket ve nezafeti ile doruk noktasına varmış insanları getirir.

Nitekim; Peygamber Efendimizin devr-i saadetlerini takip eden Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri bu misalden olarak zikredilebilir. Zira, onların devirlerinde irtidat olayı fazlaca olmuş. Cenab-ı Hak da, onlara karşı Ebubekir ve Ömer ashabını seçmiş ve sevdiği topluluk olarak karşılarına getirmiştir. Daha sonra bu şerefe nail olan birçok topluluklar gelmiştir. Meselâ; 1071’de Haçlı inancını Romen Diyojen’in şahsında mağlup eden Alparslan ve ordusu, 1453’de Peygamber Efendimizin hadîsine muhatab olan Fatih Sultan Mehmed Han ve ordusu bu şereflilerdendir.

Son olarak, bu mevzu ile ilgili bir âyet meâli kaydedelim:

“Ey inananlar; sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki (O) onları sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayı-cının kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lüt-fudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfü geniştir, (O) bilendir”

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*