İNSAN MU’CİZESİ

İNSAN MU’CİZESİ
Kur’ân-ı Kerim’in,Tıb ilmini âciz bırakan beyanları karşısında imana gelmemek için ‘insan’ olmamak gerekir.

Hergün binlerce bebek doğuyor. Bunlardan birine dikkatlice baktığımızda, insanın küçük bir yavrusu olduğunu ve onda tümüyle bir mükemmellik, enteresan bir canlılık ve herşeyin yerli yerince konduğunu sezdiren bir hal görürüz. Halbuki bu küçük yavru, dokuz ay önce babasından annesinin rahmine intikal eden bir damla meni idi. İnsanlık olarak, meniden insan meydana geldiğine şahid olmamış ve bunu yıllardır tecrübe etmemiş olsaydık, birkaç damla sudan öylesine mükemmel bir canlı varlığın oluşmasına hiç ihtimal vermez, bunun mümkün olamayacağını kabul ederdik. Bu, meniden insana intikal etme bir tesadüf mü; yoksa bir yaratma mı?

Göz, kulak, beyin, kol-bacak, sinir, adale, kalp v.s. binlerce çeşitli dokudan mürekkep, binlerce farklı hücreden oluşmuş. Herbiri ayrı bir görevin sahibi organlardan müteşekkil insan, sadece bir hücreden gelişiyor. Bir hücre, bir insanı içinde barındırıyor. Hücre akıllı bir varlık mı ki, insanın oluşmasında böylesine rol alsın? Yoksa onu bir yönlendiren mi var? Acaba bir tesadüf olabilir mi, bir hücrenin insana dönüşmesi?

Biliyoruz ki, bu döllenmiş hücre süratle çoğalacak, küçük cenini oluşturacak ve o cenin, çatısı üzerinde hücrelerin göçü, şekil değiştirmesi, farklılaşma ve boşluk teşkili gibi olaylarla safha safha dokuz ay zarfında insan şeklini alacaktır. Bu hadiseler, son derece ince hesaplı, sonsuz bir bilgi ve kudret sonucu planlanıp programlanmış olarak cereyan etmektedir. Tesadüfle ilgisi yoktur. Nasıl olsun ki; tesadüfen çoğalıp farklılaşan hücreler içerisinde beyni oluşturanlar bulunmasaydı veya normal yerinde olmasaydı, beyinsiz veya beyni koltuğunun altında garip bir yaratık oluşabilecekti ki, ona insan diyemiyecektik… Eğer hepsi döllenmiş

hücrenin çekirdeğindeki DNA’da programlanmış ve öylece kendiliğinden oluşuyor denecekse, kim onu orada planlayıp programlıyor?

Yaratılıştan yaratılışa geçen yavrunun ana kamında muhafazası da ilginç bir husustur. Yavru, etrafındaki kese içinde bulunan amniyon suyunda adeta yüzer; o sıvı ona bir yastık gibidir. Ceninin hücre salgılarından oluşan bu sıvı her üç saatte bir temizlenir. Annenin maruz kaldığı basıncın cenine intikaline ve annedeki sıcaklık değişmelerinden ceninin menfî etkilenmesine karşı tıbbın verilerine göre, insan olacak yavru, üç tabaka ile çevrili üç karanlık boşlukta gelişmektedir. Bunlar amniyon zarı, bunun dışındaki ka-ryon zarı ve rahim duvarıdır. Ayet-i kerime gerçeği çok çarpıcı yansıtıyor: “Sizi analarınızın kamında bir yaratılıştan sonra tekrar bir yaratılışa sevk ederek, üç kat karanlık içinde yarattı. İşte Rabbınız! Mülk O’-nundur”16

Ana kamındaki yavru, tümü ile dış hayata hazır hale getiriliyor. Bütün organlar mükemmelleşiyor ve son şeklini alıyor… Çocuk ilk emme antrenmanlarını ana kamında yapmaya başlıyor, parmağı ağzına girerken amniyon sıvısını da yutmuş oluyor. Bu egzersizle, doğduğu anda ağzına sokulan anne memesini alıp emecek bilgi ve beceriyi kazanıyor.

Saymakla, söylemekle neyi ifade edebiliriz ki?.. Hazımdaki akıl almaz sistem ve düzeni mi? Deri, kulak, dolaşım sistemi, lenf sistemi, kas sistemi,dil, dudak… Organ ve dokuların hangisindeki mucizevi programlamayı kavrayabiliriz?

Hücreyi, onun içindeki âlemleri, kromozomları, genleri, mikropların çeşitlerini, fonksiyonlarını, sayabilir miyiz acaba?

“Allah’ın nimetlerini birer birer saysanız (bu ne mümkün; onu) icmal suretiyle bile sayamazsınız.

Şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir” .

Sonuç

Atom… Atom dünyasının proton, nötron ve elektronları… Hücre… Hücre dünyasının elemanları… Türlerini bile bilmekten aciz olduğumuz canlılar… Dünya… Dünya üzerindeki elemanlar… Dağlar, taşlar, ovalar, akarsular, denizler… Yeraltı dünyası… Sonra gezegenler, yıldızlar, Ay, Güneş, galâksiler, bütün bir feza… Özetle; bütün bir kâinat manzûmesi, belirlenen nizam ve program üzere sonsuz bir teslimiyetle Yaradan’a teslim olmuşlar, durmadan, dinlenmeden görevlerini eksiksiz yapıyorlar. Ve bütün bu mevcudat bu haliyle insanın emrine verilmiş, onun hizmetine sunulmuş, onun ibretine takdim edilmiş…

Peki, ya insan ne yapıyor? Veya insandan ne isteniyor?

İnsandan istenenle, canlı-cansız bütün mahlukâtın yaptığı arasında keyfiyet olarak bir fark yok, aslında. Bütün mahlukât, yaş ve kuru her ne varsa hepsi Allah’ı zikrediyor, O’na yöneliyor; fakat insanın dışındakiler bunda şuurlu değil. İnsandan istenen ise; kendi serbest iradesi ve şuurla vereceği kararla Allah’a kul olması, O’na yönelmesidir. Cenab-ı Hak, mahlukâtı emrine verdiği insana, yüce zatı’nı tanıtmak istemiştir.

İşte, imanın yüceliği buradadır. Gerçekten, imansızın direnmesi kadar gülünç bir şey yoktur. Çünkü; kâfirin bünyesini oluşturan bütün organlar bile, bütün bir hayat boyunca Allah’ın emrinden dışarı çıkmazlar, kendilerine takdir edilen görevi icra ederler. Göz görür, burun koklar, kulak işitir, dil tadar, deri hisseder, kalb çalışır, mide hazmeder… İnkârcı, inkâr etmekle hiçbir gerçeği değiştiremez. Sadece, kör inat ve hasisliği, yanında kâr kalır.

Müminle kâfir arasındaki fark buradadır. Mümin canlı-cansız, küçük-büyük bütün mevcudâtı tasnif eder ve bu tasnif içinde yerini belirler. Kendinden kendine, kendinden Rabb’ına yol arar ve bulur. Bu hususu, Yunus’un şu tesbiti ne kadar güzel ifade ediyor: “Derya benim katremdir;

zerreler umman bana”. Kâfir ise, aslında aradığı Allah olduğu halde, O’ndan ve bütün hakikatlerden Vıaçmakla mutlu olacağını sanır. Eşyanın girift ayrıntısı içinde kendini kaybeder.

İşte yirminci asrın insanı, maddî platformda bugünkü başdöndürücü noktaya ulaşmış, atomu parçalamış, 500 milyon ışık yılı mesafedeki merhaleyi gözetime almş ama; İslâm gibi ulvî bir nizamın potasında erimediği, Kur’ân gibi hayat iksiri bir kaynaktan sulanmadığı, Hz. Peygamber gibi büyük ve ebedî kurtarıcının ve onun vârislerinin peşine düşmediği için aynı rakamlarla ters orantıda -tepetaklak geriye doğru ‘Esfel-i Sâfilîn’e yuvarlanmıştır.

Fakat, özellikle son on yıldır müsbet ilimleri? uğraşan yüzlerce ilim adamı, karşıkarşıya geldikleri hakikatlere teslim olmakta gecikmeden, soluğu İslâm’da alıyorlar. Dünya basını her gün İslâm’ı seçen ünlü Batılı ilim adamlarının listesini vermektedir. Bu durum, insana ister istemez “Acaba Güneş Batı’dan mı doğuyor?” sorusunu sorduruyor!

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*