NEO-DARWINIZM VE YENİ TÜRLERİN OLUŞMASI
Dazı ters görüşlere rağmen, Darvvin’in türlerin kökeni hakkında-ki fikirleri bugün de geçerlidir.
Doç. Dr. A. Nihat BOZCUK
arwin-Wall«ce teorisinin ileri sürüldüğü X-) günden beri biyolojideki bulgular evrim >Iayı hakkındaki bilgilerimize büyük oranda kat-cılarda bulunmuştur. Genetik Bilimi ve bu ara-Ja eşeylik (cinsiyet), kromozomlar (kalıtsal mad-ie taşıyıcıları) ve mutasyonlar (kalıcı kalıtsal Jeğişimler) konularındaki ilerlemeler Darvvin’in temel teorisine birçok yenilikler eklemiştir. Bu ledenle, evrimin çağdaş kavramlarını yalnız bir kişiye maledemeyiz. Çoğu çağdaş teoride olduğu gibi, birçok kimsenin emek ve araştırmaları hayatın gelişimini açıklamak için geçerli bir kavramın ortaya çıkışı amacıyla kullanılmıştır.
Neo-Darwinizm, başka bir deyimle “Modern Sentez”, 1920, 1930 ve 1940’larda ortaya çıkan evrim mekanizması görüşüdür.
Modern biyoloji, canlı organizmalardaki değişkenlikleri (varyasyonlar) kalıtlanabilir kromo-zomal birimler olan “gen” lerle açıklar. Mademki genler kromozomlar üzerindedir, değişkenlikler mayoz bölünmesi olayları (krosover ve rekom-binasyon) sırasında meydana getirilir. O zaman çevrenin rolü varyasyonu üretmek değil, onları seçmektir. Özel bir çevre belirli bazı geno-tiplere izin vermek, bazılarını da elemek için bir elek (perde) ödevi yapar.
Doğal Seçilim, Darwin ve en son modern biyologlar tarafından kullanıldığı şekliyle, bir çevrede yaşayan ğenotipler üzerinde seçici bir işlev görür. Bir özel çevrede doğal olarak seçilmiş ve yaşamakta olan ve o habitata (yaşam koşullarına) uyum sağlamış, o çevrede önemi olan organizmalardan “adaptasyonlar” olarak söz ederiz. Çünkü kalıtlanabilir adaptasyonlar (uyumlar) bir türün olası başarısını arttırır. Adaptif (uyumsal) değişimler yararlıdır. Bir türde birçok değişimler vukubulabilir ve bunların tümü evrimseldir; tüm değişimler, bununla beraber muhakkak adaptif değildir. Mademki belli bir çevrede daha iyi uyum sağlayan organizma, daha az uyum saplayana göre daha yüksek oranda ürer, bugünkü biyologlar “en iyi uyanın hayatta kalması” ifadesi yerine “diffe-ransiyel üreme” deyimini kullanmayı tercih
ederler. Böyle bir tip üreme sonucu olarak po-pulasyonda* bazı genotiplerin frekansı artarken diğer Dazılarınki azalır. Eğer çevre değişirse genotiplerin toplu frekansı da değişecek farklı görünümdeki ve fonksiyondaki canlılar ortaya çıkacaktır. Öyleyse evrimi “gen frekansındaki bir değişiklik” şeklinde ele almak doğru olacaktır. Eğer at evrimi örneğini ele alırsak, günümüzdeki atın özellikleri, yırtıcılardan daha hızlı kaçarak kurtulmasını daha çok üremesini ve böylece at populasyonunun artmasını sağlamış ve ilkel atlardan bu yönde evrimleşerek gelişmiştir.
Evrim olayının Lamarck’cı, Darwin’ci ve Neo-Darvvin’ci kavramlara göre karşılaştırılmasını şekildeki bir örnekten görebiliriz.(6. Sayfada)
TÜRLERİN OLUŞMASI
Bazı biyologlar Darwin’i ve Doğal Seçilim Teorisini, bu evrim mekanizmasının nasıl bir yenilik yaratacağını anlayamadıkları için eleştirdiler. Çoğu kez onun bozucu bir şekilde rol oynadığını düşündüler. Doğal seçilimin yaratıcı olasılıklarını anlayamadılar. Bundan sonraki sayfalarda doğal seçilimin yaratıcı özellikleri üzerinde durulacaktır.
Şimdi bir türün bazı üyelerinin diğerlerinden uzun süre izole edildiğini varsayalım. Bu durumda, iki populasyon iki ayrı türü oluşturacak kadar değişebilir mi?
Büyük bir populasyon içinde, daha küçükçe eşleşme grupları (demler ya da gen havuzları) vardır. Dem’ler basit olarak yerel eşleşme gruplarıdır ve buradaki bireyler büyük olasılıkla birbirine yakın oldukları için çiftleşirler. Bir arazideki tarla fareleri bir dem’i ve 1 km. öte-dekiler diğer bir dem’i oluşturabilir. Şekil 1 bir populasyonun demleri arasındaki eşleşme tiplerini temsil etmektedir. Oklar serbest gen akışının mümkün olduğunu gösterir. Bu popu-lasyona ayrıca “toplam gen havuzu” da denir. Bu şekil ayrıca eğer populasyon bölünürse, eş
alışverişi yaparken u ve u ııe eşıeşemezıer. Populasyonun bölünmesi ile gen akışının durduğu kastedilir. Asıl’ olarak 2 yeni populasyonun ortaya çıktığı böylece anlaşılmış olur.
Bu noktada iki sorunun cevaplanması gerekir: (1) bu yeni eşleşme tipine göre, yeni populasyonun herbirinde ne olur? (2) bu gibi durumları ne çeşit engeller ortaya çıkarır? Birinci soruya cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Ortaya çıkan engel’in her iki yanında gen ve kromozomal mutasyonlar devam edecektir. Belki aynı hızda ve çeşitte, belki farklı olarak. Her iki taraftaki çevre farklı olabilir veya engel nedeniyle değişebilir. Bazı soyaçekimsel özellikler, doğal seçilim ya da şansa bağlı olarak bir populasyona girerken diğerine girmeyebilir. Eğer 2 populasyon uzun süre ayrılmış olarak kalırsa seleksiyon (seçilim) farklı gen ve kromozom mutasyonlarını ayrı populasyonlara sokabilecektir. Eğer her iki populasyondaki organizmalar tekrar bir araya gelirler ise birbiri ile uyuşmayabilir; yani üretken yavru döl meydana getirme yeteneğine sahip olamayabilirler. Bu olduğu zaman, önce tek bir tür olan yerde, 2 tür var demektir ve “türleşme” olduğunu söyleriz. Bunun olabilmesi için gerekli süre
10.000 ile 1.000.000 yıi olarak tahmin edilmiştir. Zaman içindeki bu geniş değişim, etkili mutasyon ile doğal seçilimin farklı hızlarından ötürüdür. Populasyon üzerindeki bir engelin etkisi ve sonucu Şekil 2’de özetlenmiştir.
Birçok populasyonlar arası engeller coğra-ffktir, büyük su ya da kara parçaları gibi. Bir nehir kara parçasını ayırırsa, ya da bir deprem nehirin yatağını değiştirir, ya da bir göl oluş-
ta) Bir türün populasyonu içinde bir engel ortaya çıkabilir, fakat türleşmeyi etklleyebilcek kadar uzun süre devam etmez. (b) Engel uzun süre kalıcı olduğundan iki ayrı tür meydana gelir.
turursa engel meydana çıkarılabilir. Bir pop lasyonun bulunduğu kara parçası içinde uygı olmayan bir çevre koşulu -habitat- (örneğ bir çöl) populasyonu ayırma eğilimi taşır. F kat yeni tür oluşmazdan önce, bir biyolojik e gel ya da biyolojik izolasyon mekanizması < ortaya çıkarak, iki grubun bir araya gelebilme durumunda bile onların üretken yavru döl mi dana getirmesini engelleyebilmelidir. Böyle I yolojik engeller, gametlerin uyuşmazlığı, davı niş farklılığı, ya da eşleşme mevsimi farklı ğıdır. Kaliforniya’daki iki yakın akraba tür çaı da bir çeşit biyolojik izolasyon vardır ki, bu lar arasındaki çoğalma, bir türün poleni Şuba ta olgunlaştığı, diğerinin ki İse Nisana kad
Yaklaşık 1 milyon
y,l
Sürekli engel
Engelsiz
Engel oluşır-yor
Populasyonun bir engel tarafından ayrılışı, (a) Tüm demler arasında serbest eşleşmeler olmakta, (b) Engel oluşmakta, (c) Engel sürekli hale gelmiş, eşleşmeler kısıtlanmış ve böylece iki ayrı eşleşen grup oluşmuş durumda.
hazır olmadığı için mümkün değildir. Davranış farklılığı için bir örnek, yakın akraba tatiısu balık türleri arasında görülür. Bir türün erkeği, ötekinden biraz farklı yuva yapar ve her türün dişisi farkı tanır bu nedenle çiftleşemezler. At ve eşek aynı atasal stoktan gelmiştir ve eşleştirilerek kısır bir katır meydana getirilir. Buradaki izolasyon mekanizması “melez yaşamazlı-ğı” denen olaydır; ve uyuşamayan ve sinaps yapamayan kromozomlar nedeniyle ortaya çıkar. Katır canlı ve işlev gören gametleri yapamaz ve bu nedenle kısır bir organizmadır.
O halde hem coğrafik hem de biyolojik izolasyon mekanizmaları türleşmede rol oynar. Çoğu biyologlar ilk önce coğrafik ve yerel izolasyonun ortaya çıkması gerektiğine, sonra da bir tip biyolojik engelin gelişerek orijinal popu-lasyonun iki grubunun üretim yönünden izole
olması gerektiğine inanırlar. Türleşme sürecini özetlemek için iki etkenin önemine dikkat etmemiz gerekiyor: (1) populasyonda genetik çeşitlilik bulunmalıdır; (2) populasyon engel denen izolasyon mekanizması ile bölünüp ayrılmalıdır. Amerika’daki Grand Canyon (Büyük Kanyon) bu türleşme olayına bir örnek sağlamaktadır. Kanyon bu alanı bir zamanlar işgal eden herhangi bir populasyon için coğrafik engel olarak görev yapmıştır. Bunun için bir örnek bir çeşit sincap türüdür. Kanyonun kuzey ve güney yamacında yer almış olan sincap türleri birbirine çok benzer ancak ayrı tür olarak kabul edilir. Çünkü kanyon tarafından etkili bir şekilde izole edilmişlerdir. Bunun yanında ayrıca bir çeşit fare, bir diğer sincap ve birkaç bitki türü ayrı şekilde farklılaşıp yeni türleri oluşturmuştur.
ngiliz doğa bilimcilerinden Charles Darwin (1809-1882), 1859 yılında “Türlerin Kökeni” adlı yapıtını yayınlayarak, günümüzde yaşayan türlerin, geçmişte yaşamış ortak köklerden değişikliklere uğrayarak meydana geldiğini göstermiştir. Anılan yapıtıyla Darwin, türlerin o zamana kadar inanıldığı gibi değişmeyen sabit şeyler olmadığını; aksine daha önce mevcut olan farklı türlerin giderek değişikliğe uğramasıyla evrim-leştiğini ifade etmiştir. Evrimsel değişmelerin meydana geliş tarzını da “Doğal Seçilim” kuramıyla açıklamıştır.
“Türlerin Kökeni” adlı anıtsal yapıtında, fosil kayıtlar üzerinde yapılan çalışmalara değinen Darwin, fikrini şu şekilde ifade etmektedir: “Yeni türler karasal ve su ortamında birbirini izleyerek yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Lyell, üçüncü zamana ait çeşitli tabakalarda bulunan kanıtlar karşısında tersini savunmanın güç olduğunu, her yıl çeşitli tabakalarda fosiller bulundukça aradaki boşlukların dolduğunu, ortadan kalkmış olanlarla, mevcut olanları karşılaştırarak değişmenin zamanla olduğunu gösterdi… Farklı cinslere ve sınıfhra ait türler aynı hız ve aynı derecede değişikliğe uğramıştır… Her türün değişkenliği başka türlerinkinden bağımsızdır… Genel bir kural olarak bir grup en yüksek düzeye eri-şînceye kadar tedrici bir artış gösterir, sonra yine yavaş yavaş bir gerilemeye başlar…”
C. Darwin’den günümüze kadar paleontoloji alanında yapılan çalışmalar, fosil serileri arasında görülen boşlukların doldurulmasında büyük katkılar yapmıştır. Elde edilen bilgi birikiminin ışığı altında Dgrwin’in evrim kuramını tartışmak gerekir. Paleontolojiden elde edilen verilere dayanarak, jeolojik zamanhr içinde çok sayıda küçük değişikliklerin birikimi ile türlerde bir değişmenin olup olmadığı; eğer bir değişme söz konusu ise basit yapılardan daha karmaşık yapıya doğru bir gidiş olup olmadığı; bazı türlerin ortadan kalkmasının, yenilerinin ortaya çıkmasının; evrimsel açıdan birbirine uz^k olan grupların aynı ortam koşullarında yasaması sonucu, benzer morfolojik görünümlerin ortaya çıkıp çıkmadığı tartışılabilir.
Paleontoloji bilimi, eskiden yaşamış olan canlıların fosil kalıntılarını inceleyen bir bilimdir.
Prof. Dr. M. Nihat SİSLİ*
Evrimle ilgilenen bir kişi, fosil kayıtlarım yararlanmak için elde bulunan fosilin, bu< yaşamakta olan ve kökeni araştırılan türle aiası olduğunu gösteren bağlantıları ortaya l< ması gerekir. Ancak, ortak bir atasal tür< başlayarak türün farklı türlere düzenli ola değişmesini belgelemek her zaman mümkün ğildir. Çoğunluk türün evrim tarihini göste fosil serileri kesintilidir. Genellikle, bir tü; ortaya çıkışı ya da sonunun gelmesi ani ola gözlenir. Özellikle, yer kabuğunda meydana len önemli değişmeleri, çok sayıda türün oı dan kalkması ya da yenilerinin belirmesi iz! Öte yandan, fosilleşmenin çok özel koşullaı ve yerlerde meydana gelmesi, belli bir süre yaşayan canlıların ancak bir kısmını sımgeie cek fosillerin oluşmasına yol açar. Fosil, jeolc zamanlarda yaşamış olan canlıların tanınab kalıntılarıdır.
Fosil oluşması için canlı haldeki bireyin da ölümü izleyen kısa bir zaman aralığı içim parçalayıcı canlıların saldırısına uğramadan, ç re etkenlerinin etkisi altında değişikliğe uğ madan, çamur ya da mil içine, toprağa göm mesi gerekir. Gömülme, işi karalara göre su tamında,sıcak bölgelere göre serin yerlerde ı ha çok meydana gelebilir. Gömülme çökelmeı görüldüğü nehir ağızlarında, göllerde daha f ladır. Çökelme, aşınma, aşınan küçük parçac ların sürüklenip uygun bir yer ve koşulda mey< na gelmesiyle olanaklı olduğuna göre, söz I nusu olayın oluşu uzun bir zamana gereksinr gösterdiği gibi, sürekli değildir, kesintilidir. I şekilde oluşan yatay katmanlar arasına hapse len ve fosilleşen örneklerden, alt katmanlar bulunanların, daha üst katmanlarda bulunan I sillere göre daha yaşlı olması, bir başka deyiı le daha önce yaşamış olması doğaldır. Bund, başka volkan püskürmesi sonucunda meyda: çelen lavlar, volkan külleri içinde de fosilleşn olur. Üçüncü jeolojik zamanda, iğne yapral ağaçların reçinesi içine gömülen böcekler v cut yapılarını en ince ayrıntısına kadar koruy bilmiştir. Alaska ve Sibirya’da buzlar arasını donmuş durumda bulunan mamutların, 20 bin y
organlarının olduğu gibi kaldığı bilinmektedir. Katran çukurları, geçmiş, te yaşamış olan canlıların günümüze kadar saklanabilmesi için uygun yerlerdendir. Fosilin bulunduğu yere ve koşullara ait bilgiler de toplanabilirse, o zamanki çevre koşulları ve hayvanın davranışı hakkında da bilgi edinilmiş olur. Örneğin, ayak izi fosilleri, hayvanın hareket şekli hakkında; çevre koşulu nedeniyle ölüm, çevredeki ani değişmeler hakkında – çökme, su altında kalma, volkan püskürmesi, hava sıcaklığında ani şiddetli değişmeler-bilgi vermektedir.
Geçmişteki jeolojik zamanlarda yaşamış olan türlerin türeme, yayılma ve ortadan kalkma evrelerini içine alan bir jeolojik yaşam çemberivvardır. Belli bir jeolojik zaman dilimi içinde söz konusu yaşam çemberini tamamlayan fosiller ayırıcı özelliğe sahip oldukları için bunlardan jeolojik zaman dilimlerinin ayrılmasında yararlanılır. Böylece yer kabuğunun yaşı hakkında bilgi edinilir. Buna göre yer kabuğunda, yer yuvarlağının oluşumundan başlayarak yaşam örneklerinden yoksun bir dönemi ilk canlıların türediği bir devre izlemekte bunu, en eski yaşam örneklerinin bulunduğu birinci zaman; geçit
özelliklere sahip yaşam örneklerinin bulunduğu ikinci zaman ve modern yaşam örneklerinin bulunduğu üçüncü zamanın izlediği saptanır. Birinci zaman 600 milyon yıl, ikinci zaman 230 milyon, üçüncü zaman 63 milyon yıl önce başlamıştır. Yer kabuğunun çeşitli katlarının yaşının saptanmasında radyoaktif elementlerden yararlanan güvenilir yeni yöntemler geliştirilmiştir.
Herhangi bir organizma, ölümünden fosilleşmeye uygun bir ortama sürükleminceye kadar, çürüme ve parçalanmaya uğrayabildiğinden, iç ve dış iskelet kabuk gibi kısımların fosilleşme şansı fazladır. Yumuşak dokularla basit yapılı canlıların fosillerini bulmak güçtür. Bununla birlikte, birinci zaman öncesine ait 2,6 milyar yıllık yaşa sahip tabakalarda, çakmaktaşı yataklarında alg benzeri kalıntılar, 2,1 milyar yaşlı tabakalarda bakteriler, foraminuferler, radyolarya görülmüştür. Hatta çok hücreli canlılara ait örnekler vardır, ilk canlı örneklerin 3 milyar yıl önce türediği kabul edildiğine göre, jeoloji açısından kısa denilebilecek bir zaman dilimi içinde, mavi, yeşil algler ve bakteriler (Moneral), bir hücreli canlılar (Protista) ve çok hücreli canlılar (Metazoa) ‘nın şubelerini (Phylum) simgeleyen gruplar türemiştir.
nırımakla birlikte, omurgalı hayvanlar başlangıçta balığa benzer örneklerle simgelenmiş birinci zamanın sonuna doğru büyük bir çeşitlenme göstermiştir. Bir başka deyimle, çok sayıda yeni balık cinsleri türemiştir.
Birinci zamanın en önemli olayı, karada yaşayan bitkiler, eklembacaklılar, yumuşakçalar ve omurgalı hayvanların türemesidir. Siluriyen-de diketen olarak dallanan yeşil alglerde epider-mis, kutikula, gözeneklerin gelişmesi, gövde ve dalların sağlamlaşması, alt dalların kök gibi toprağa girmesi, iletim dokusunun gelişmesi karasal yaşama uyumda meydana gelen belli başlı değişikliklerdir. İngiltere’de elde edilen ilk karasal bitkilerden Rynialar’ın anotomik yapısı, söz konusu değişmeyi en iyi şekilde göstermektedir.
Eklembacaklı hayvanlardan su hayatına uyan en evrimli grup, su pirelerinden, yengeçlere ve İstakozlara kadar çok çeşitli türleri içeren Crustacea (Kabuklular) sınıfına giren canlılardır. Öte yandan karasal yaşamın en başarılı grubu, lncesta sınıfına giren böceklerdir. Vücutlarının halkalı oluşu, vücut örtüsü ve hareket organları bakımından benzerlikler vardır. Ancak bu iki yaşam tipi arasında bulunan geçit formlara ait elde fosil kanıtları yoktur. Günümüzde yengeçler zaman zaman karasal ortama geçtikleri halde, solunum organı kalın bir koruyucu levha altında korunmasına karşın, suda erimiş halde bulunan oksijenden yararlanabilecek bir yapıda olduğu için, su kitlelerinden fazla uzaklaşmazlar. Kabuklu eklembacaklıhrdan olduğu halde karasal yaşamı uymuş olarak tespihböcekleri (Iso-poda) ve kabuklu pireler (Amphipoda) bilinmektedir. Bu grup üyeleri, karasal ortamda fakat taş altı çürümüş ağaç kütüklerinin altı gibi nemli yerlerde yaşarlar. Bütün böcek sistematikçi-leri tarafından ilkel böcek grubu olarak ele alınan kanatsız böceklerden sıçrar kuyruklular (Col-lembola) günümüzde nemli yerlerde yaşar. Bunların birinci zamanın devon devresine ait (400 milyon yıl öncesi) fosilleri bulunmuştur. Öte yandan böcek evrim çizgisi içinde, nisbeten ilkel gruplar olarak bilinen Birgün sinekleri (Ep-hemeroptera) ve Kız sinekleri (Odonata) takımına ait türlerin erginleri karasal ortamda yaşar, yumurtalarını su yüzüne ya da sudaki bitki ve taşlar üzerine koyarlar, ergin devreye kadar olan yaşamları su ortamında geçer. Fosillerin perm devresine ait tabakalarda (280 milyon yıl önce) rastlanmıştır. Akreplere ve kara salyangozlara ait fosiller Siluriyen devresinde (4C0 milyon yıl önce) bulunmuştur. Bununla birlikte, geçit örnek-
balıklardan kök olarak zengin bir balık çeş rr.esi vardır. Bu nedenle devon, balık devr rak da nitelendirilebilir. Devonun en ilginç yı, karasal omurgalı hayvanlara ait ilk fosi bulunmasıyla kanıtlanan ilk karasal omurgalı vanların türemesidir. Söz konusu karasal < galılar, kurbağalar (Amphibia) sınıfına aittiı lunan fosiller, bunların dört ayak üzerinde, ağır hareket ettiklerini göstermektedir G land’da 340 milyon yıllık yaşa sahip tabaka bulunan bu fosiller Ichtyostega olarak isiı dirilmiştir. Kemikli balıkların bir kolandan ruksuz kurbağalar (Anura) türerken, bir b koldan semender ve Triton’ların bulunduğu dela türemiştir. Bu bakımdan, karaya çıkış yının iki kez meydana gelme olasılığı vardır cul yaşamdan karasal yaşama çeçişte yeni mın öldürücü niteliği biiyük önem taşır, türeyen hayvanlarda hem sudaki oksijender rarlanma hem de hava soluyabilme esastır nedenle, bu türlerin oluşturduğu iki sınıfa şamlı anlamına gelmek üzere Amphibia den tir.
Birinci zamanın son devri olan permiye sürüngenlere (Reptilia) ait fosillerde büyük şitlilik görülür. Teksas civarında Karbonifer’e tabakalarda bulunan Seymoüria’a ait fosi kurbağalardan sürüngelere geçit örnekleridir nunla birlikte, sert kabuklu yumurta bırakırı; nedeniyle tam bir karasal yaşam örneği olı Cotylosauria’dır. Permiyen içinde suda yaşa Cotylyosauria’dır. Permiyen içinde suda yaşa uçma yeteneğine sahip olan sürüngenler ve lumbağaları (Testudinata) içine alan önemli rimsel dallanma olmuştur. Permiyen’in son doğru, sürüngen özelliklerini taşımakla biri daha çok memeli hayvanlara benziyen Cotyk uria türemiştir Baş yapısı hem sürüngen f memeli hayvana benzemekle birlikte, dişler meli hayvanlarda olduğu gibi kesici, köpek azı diş tipindedir. Birinci zamanın sonunda lim soğuk olduğu için, söz konusu geçit forn rın sıcakkanlı olması beklenir.
İkinci zamanda, bitkilerden çamgillerin i< de bulunduğu açık tohumlu bitkiler (Gymn perm), hem çeşitlilik hem de büyüklük bakın dan doruk noktasındadır.
İkinci zamanın en belirgin yanlarından b si de sürüngenlerin çok çeşitlilik gösterme eko sistemdeki enerji akışını denetleyecek zeyde bulunmaları ve bu zamanın scnunda rimsel gelişmelerinin önemli derecede gerilen si, bir çoğunun ortadan kalkmalarıdır. Bunuı
koşullar altında başarılı bir grup olan sürüngenler, hızlı bir evrimsel dallanma (çeşitlenme) göstermiştir.
Kertenkeleler ve kaplumbağalar, pek az değişikliğe uğrayarak zamanımıza kadar varlığını korumuştur. İlk kuşlar, Archeopteryx’te olduğu gibi vücudun tüylerle örtülmesine karşın, ağızda diş, ayak pulları ve çok omurlu kuyruğa sahip olarak sürüngen özelliklerini de taşımaktadır. Dinosauria (korkunç kertenkeleler) başarılı bir grup olarak fazla sayıda türe evrimleşmiştir. Bunlar arasında boyları 12-29 m. ağırlıkları 40-50 ton olanları vardır.
ikinci zamanın sonuna doğru iklimde ve yeryüzü şeklinde önemli değişmeler olmuştur. Bu nedenle, birçok sürüngen türü ortadan kalkarken, vücut sıcaklığı değişmeyen homoiterm hayvanların evrimsel gelişimi için uygun koşullar oluşmuştur.
İkinci zamanın başında, yer küreyi oluşturan kıtaların tümü Pangea denilen tek bir kitle oluşturmaktaydı. Trias’ta Pangea, ortada Tetis Denizi olacak şekilde kuzeyde Laurisia (Holarc-tica) ve güneyde Gondwana olacak şekilde ikiye ayrıldı. Kıtaların bugünkü konumlarını oluşturacak biçimde giderek birbirinden ayrılması ikinci zaman boyunca ve üçüncü zamanda sürmüştür. Kıyı şekilleri jeolojik incelemeler, anılan savı doğruladığı gibi, Güney Kutbu’nda kurbağalar, Cotylosauria, Therapsida fosillerinin bulunması, bazı fosil sürüngenlerin Güney Afrika ve Brezilya’da bulunuşu ancak bu şekilde açıklanabilir.
Üçüncü zamanda doğu-batı yönünde sıradağların oluşması, hava akımlarını engelleyerek ilk sürekli kar bölgesinin oluşmasına neden olmuştur. İklimdeki önemli değişme ile birçok bitki ve hayvan türü ortadan kalkmış ve bu arada sürüngenlerin üstünlüğü de son bulmuştur. Bitkilerden kapalı tohumların (Angiosperme) üs-(Devamı Sayfa 22’de)
• Bilim dünyasının en ünlülerinden, büyük doğa bilgini Charles Darwin henüz bir okul öğrencisi iken, babası O’nun için; ‘‘Avlanmak, köpek ve far» yakalamaktan başka hiç bir şeye aldırdığın yok, bu nedenle kendin ve ailen için bir utanç sebebi olacaksın” demiştir.
Çeşitli hayvan gruplarının meydana geldikleri jeolojik devirler. Düz çizgiler çeşitli hayvanların ilk olarak görüldüğü devirlerden itibaren başlamıştır. X şeklindeki işaretler, bu işaretin bulunduğu jeolojik devirlerde başka hayvanların meydana geldiğini, Kesik çizgiler ise bazı hayvan gruplarının tahmini orijinlerini göstermektedir. Sol taraftaki zaman cetvelinde belirtilen her bir bölge 10.000.000 yıllık süreyi temsil etmektedir. (Kuru, m dan alınmıştır.)
birlikte, kara, su ve hava ortamında yaşayan türlere farklılaştıkları, 130 milyon yıl boyunca üstünlüklerini sürdürdükleri de bir gerçektir.
İkinci zamanın başında ortak bir atadan kök alan sürüngenlere ait beş ana evrim dalı bulunuyordu (Thecodonta, Testudinata, Ichtiosauria, Plesiosauria ve Therapsida). Thecondonta, trias devri içinde kuşlar, timsahlar, kertenkeleler, yılanlar, uçan sürüngenler ve korkuç kertenkeleler (Dinosauria) takımlarını verecek bir evrimsel dallanma göstermiştir. Evrimde genel bir kural olarak, eğer yaşamakta olan bir form çok
EVRİMDE
İNSANIN YERİ
Doç. Dr. Berna ALPAGUT *
Darwin, 1871 yılında yayınladığı “insanın Türeyişi” adlı eserinin önsözünde: “Yıllarca, insanın kökeni ya da soyu üzerinde notlar topladım, bu konuda herhangi bir yayında bulunmaya hiç niyetim yoktu: tersine, hiçbirşey yayınlamamak kararında idim, böylelikle yalnızca görüşlerime karşı olan önyargıları arttıracağımı sanıyordum. Türlerin Kökeni adlı yapıtımın ilk baskısında, bu yapıtla insanın kökenine ışık tutulduğunu dolaylı olarak göstermek elverir gibime geldi.” diyerek; 1859 da yayınladığı “Türlerin Kökeni”ninde insan evrimine ilişkin görüşlerini neden yazmadığını açıklıyor.
Gerçekten de, kitabın yayınlanması ve evrim kuramının ortaya atılması, o günlerde fırtınalar koparmış ve türlerin değişmezliğine inanan bilim adamları arasında sert tartışmalara yol açmıştı. Evrimin yavaş yavaş oluştuğunu ve bu değişimin temelinde doğal seçilimin varlığını savunan teori, o dönemin olduğu kadar, günümüzdeki tartışmaların da odak noktası olmakta devam ediyor.
Bilindiği gibi her canlı-bitki, hayvan, mikroorganizma- bir türe aittir. Tür nedir? Yeni türler nesil oluşur? Canlılar neden çok çeşitlidir? Do-ğa-üstü güçlere dayanan “Yaradılış” görüşüne göre; canlılar bugün görüldüğü biçimde yaratıldılar ve hiç değişmediler. Buna karşıt olan Dar-win’in görüşü ise, canlıların aşamalı bir değişim sonucu evrimleştiği idi. Bu evrim nasıl oluştu? Bir tür, ötek’ne nasıl değişti? İste, tüm bu soruların yanıtlarını Darwin, yaklaşık 120 yıl önce yayınladığı “Tür’erin Kökeni” adlı eserinde “Doğal Seçilim” teorisi ile açıkladı Doğal Seçilim nedir? Nasıl çalışır? Bu teori; evrimi, canlıların üreme gücüne, canlının içinde yaşadığı çevrenin etkilerine, canlıların çeşitlenmelerine ve kalıtım
temellerine dayanarak açıklar. Yaşadığı o dönem de, genetik bilgilerden yoksun olan bu doğa bilgini, türlerin değişik formlarını, doğal seçilim yolu ile açıklamakla yetinmişti.
Yaşam yalnız bir kez oluştu ise, tüm canlılar, ortak bir atadan türemiş olmalıdırlar. Canlıların aynı genetik koda sahip olmaları, ortak ata fikrini güçlendiriyor. Yaşam, şayet birkaç kez tekrarlanmış olsaydı, bugün değişik genetik kodlara rastlamak gerekirdi. O halde, tüm canlılar birbirleriyle yapısal ilişki içindedir ve yaşayan formlarını, evrimleşme sonucu kazanmış olmalıdır. İnsanoğlu da öteki canlı türler gibi, aşamalı olarak evrim basamaklarından geçip, bugünkü görünümüne ulaşmıştır.
Bir biyolog insanı şöyle tanımlar: Dik durabilen ve iki ayak üzerinde yürüyebilen, derisi açıktan koyuya doğru renklenen, vücudu kısmen kıllarla kaplı, karışık beslenen (et, meyva, sebze) ve yeryüzünün her tarafında yaşayabilen sosyal bir varlık… Bugün yaşayan binlerce hayvan türlerinden yalnızca biri olan insanoğlu, tek bir türe -Homo sapiens- aittir. Biyolojide tür; ancak kendi aralarında çiftleşebilen üyeler topluluğu olarak tanımlanır; bu, insan için de doğrudur, ırkı ne olursa olsun insanın dişisi ile erkeği döl verebilir. Bir türün yaşayan formuna nasıl eriştiğini anlamak için, onun fosil atalarına uzanan soy ağacında, hangi evrim basamaklarından geçmiş olduğunu araştırmak gerekir. Bu nedenle, fosillerin bulunması ve incelenmesi, evrimsel çalışmaların bir gereğidir. Fosil örneklere bakarak, türlerin evrim süreleri ve çevrelerine uyum sağlamaları hakkında çok önemli bilgiler elde edilmektedir.
Türlerin birbirine yakınlığı ya da uzaklığı.
yanf akrabalık derecesi nasıl saptanıyor? Bu, farklı türlerin ortak karakterlerinin belirlenmesiyle mümkün oluyor; çünkü yapısal benzer (homolog) olan bu karakterler, ortak bir kökenden gelmekte olup, kalıtsaldır. Yapısal benzer bir karakter, şayet farklı iki türün paylaştığı tek ortak özellik ise, bu iki tür birbirine “en yakın akraba” dır. Böyle karakterler, moleküllerden, organlara kadar geniş bir dağılım gösterirler.
İnsanoğlunun canlılar dünyasındaki yeri nedir? insana yaşayan en yakın türler hangileridir? İnsan, bugünkü formuna erişene kadar geçirdiği evrim basamaklarında hangi türlere yakın idi? Bu soruları yanıtlamak için, yukarıda sözü geçen yapısal benzer karakterlerin, farklı türlerdeki varlığını araştırmak gereklidir. Örneğin, kemik ve diş yapısının özellikleri kalıtsaldır; fosiller dikkate alındığında, dayanıklı olan bu vücut parçaları, bir türün evrim basamaklarındaki özelliklerini günümüze yansıtabilmekte-dir. Bu yöntemle, türün yaşayan formları ile fosilleri arasındaki bağı kurmak mümkündür.
Tüm omurgalı canlıların paylaştığı “omurga” kalıtım özelliği olan ve hayvanlar âlemini genel olarak ikiye ayıran yapısal benzer bir karakterdir. Omurgalılar ve omurgasızlar. Bilindiği gibi insanın omurgası vardır ve bu karakteri paylaştığı için omurgalı hayvanlara, omurgasızlardan daha yakındır.
Omurgalı hayvanlar arasında memeliler sınıfı, tüyleri ya da (kılları olan, bir çift süt bez-
lerl bulunan ve orta kulakta birbirinden bağımsız üç kemiğe (çekiç, örs, özengi) sahip üyelerden oluşur. Bu karakterleri insanoğlu da paylaştığına göre, insan memeliler sınıfındandır ve bu sınıfın üyelerine, öteki omurgalı hayvanlardan daıha yakındır.
Primatlar, memeli sınıfının gelişmiş bir takımıdır. Bunlarda pençenin yerini, el ve ayak parmak tırnakları almış olup, alt ve üst çenelerinde dörder adet kesici dişe sahiptirler. Bu kalıtsal karakterler insanoğlunun da paylaştığı ortak karakterlerden olduğu için, insan primat takımının bir üyesidir; ve yine insan, bu takımın üyelerine, öteki memeli hayvanlardan daha yakındır.
Primat takımı; lemurları, kuyruklu maymunları, kuyruksuz maymunları ve insanı İçerir, insan primat takımının zekâca en gelişmiş üyesi olup, iki ayak üzerinde dik yürür.
Kuyruksuz maymunlar – şempanze, goril, orangutan, ve jibon- vücutları kıllarla kaplı, bir çift süt üreten bezlere sahip, orta kulakta bağımsız üç kemik bulunan, el ve ayak parmakları tırnaklı, ellerin baş parmağı ötekilerle kar-şılaşabilen yani ellerinin tutma özelliği olan, alt ve üst çenelerinde dörder adet kesici dişleri ve çiğneme dişlerinde “Y” planı görülen canlılardır Bu özellikleriyle, öteki primatlardan daha çok İnsana yakındırlar.
“Hominoldea” üst ailesinin bu üyeleri arasında. şempanze ve goril, en son moleküler verilere göre, insana orangutan ve jlbondan
daha yakındır. Örneğin, 141 amino asitten oluşan kan protein molekülürîün alfa zinciri, sadece şempanze ve insanda vardır. Öteki primatlarda İse, amino asit zinciri ya değişiktir ya da sıralanması farklıdır. Bu ortak özellik, insan ve şempanzeyi birbirine yaklaştırır. Kromozom sayıları ise farklı olup, insanda 23 çift kromozoma karşın şempanze ve gorilde 24 çifttir. Moleküler antropoloji; immunodifüziyon, radioimmunoassay, amino asit dizilimi, elektroforez, nüklelk asit hibridizasyonu, nükleotit dizilimi, sitogenetik gibi çalışmaların çerçevesinde, morfolojik evrimin, özelleşme yönlerini incelemektedir. Bu önemli genetik bilgiler, Hominoid’lerin evriminde, ortak atadan düzenli bir ayrılma sırasını göstermektedir.
İnsanoğlu geçirdiği evrim süresince hangi morfolojik ve anatomik karakterleri kazandı? İki ayak üzerinde dik yürümeye başlayan insanın beyin kapasitesindeki artış, el becerisini geliştirmiş ve alet yapırak doğaya karşı kendini koruma, beslenme gibi sorunlarını çözmeye başlamıştır. İleri fırlak bir yüz, geriye kaçık alın, uzun (dolikosefal) kafatası biçimi, büyük dişler, kuvvetli kas bağlantı yerleri, siper şeklindeki kaş kemerleri gibi özellikler, insanın ilkel örneklerinde görülmektedir. Bugünkü görünümünü kazanana dek geçirdiği evrimi anlayabilmek için fosillerden yararlanmak gereklidir.
İnsanın evrim çizgisinde şimdilik bilinen en eski fosil, Ramapithecine’dir. Klasik filoje-nide (evrim tarihi), insana giden çizgide bulunan bu fosil, moleküler antropolojiye dayalı sonuçlara göre, insanın değil, orangutanın evrim çizgisinde yer almaktadır. 14-8 milyon yıl önce, Afrika, Asya ve Anadolu’da (Çandır, Paşalar) yaşamış bu fosil antropold’ln çene parçaları ele geçmiş olup, anatomik verilere göre, çiğneme işleminde altçenesini sağa-sola doğru oynatabilen bu fosilin, çiğneme dişlerinin morfolojisi insana yakın özellikler gösterir. Fakat onun tam olarak evrimdeki yerini saptamak, ancak daha çok fosil örneklerin bulunmasıyla mümkün olacaktır.
“Lucy” ya da bilimsel adıyla “Australopithecus afarensis”, Afrika’da Etopya’da Hadar denilen yerde bulunmuş, muhtemelen dişiyi ait bir fosil olup, “Australopithecien” adı verilen bir grubun örneğidir. 3.5 milyon yıl eski olan bu fosilin kalça ve uyluk kemiğinin anatnrr.k yapısına göre, Lucy, insana yakın bir biçîrr.da iki avak üzerinde yürüyordu. Yine Tanza-‘a’da Laetoli’de bulunmuş olan ayak izlerinin, Aııstra-looithecien’lere ait olduğu ileri sürülmektedir. Beyin kapasiteleri 600-700 cm5 civarında olduğu
Homo sapiens Neanderthalensis (La chapelle aux Saints, Fransa)
tahmin edilen bu fosiller, çevrelerindeki çal taşı aletleri kullanmışlar fakat bunları yapıı mışlardı. Diş yapılarında insanla ortak karı terlerin bulunmaması, soyağacında onları İn: nın doğrudan atası olmadığını gösterir.
insan yaşayan canlılar arasında alet yap bilen ve kullanabilen tek varlıktır. Şempanz ancak nesneleri alet olarak kullanabilir an yapamaz. Alet yapabilmek, İnsana özgü bir y tenektir ve öteki fiziksel karakterlerden far lıdır; çünkü bir davranış karakteridir ve öğreı lebilir. Bu bir zekâ işi olduğundan, hayvani, âleminde, insanı karakterize eder.
Bugünkü bulgulara göre, alet yapabilen e eski insan, 2-1.5 milyon yıl önce, Kenya’da Koo Fora’da yaşamış olan, “Homo habilis’Mn fosi dir. Yaptığı aletler, toplanmış taşların yenide şekle konmasiyle kullanılmış ve çeşitli amaçl; ra göre hazırlanmıştı. “Oldovvan” adı varile bu taş endüstride, kesici, kazıyıcı, çekiç olara yapılmış olan bu aletler, avlanma ve beslenm işlerinde kullanılmış olabilirler.
Ateşi kullanmak, insanoğlunun evrimind
L.ır başka aşamadır; ve bu yetenek de, bir insan karakteridir. Gelişmiş beyin kapasitesinin bir ürünü olan ateş yakma ve kullanma, “Homo erectus” adı verilen, tam dik yürüyebilen insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. “Pekin adamı” olarak bilinen bu grubun Asya örneği, Çin’de Pekin yakınlarında Choukoutien denilen yerde, yaklaşık 900 bin yıl önce yaşamıştı. Yanık kemikler, küller birlikte bulunmuş ve yaşam biçimi üzerinde birçok fikirler ileri sürülmüştür. Yiyeceklerini pişirerek yiyen bu insanların fosilleşmiş olan dişleri, beslenme rejimleri hakkında bilgiler vermektedir.
Buzul çağı ve öncesi, yaklaşık 100.000-
40.000 yıl önce, Avrupa’da ve Ortadoğu’da yaşamış olan Neanderthal insanları, belkide, insanlık tarihinde ilk olarak “ölü gömme adetini” uygulayan topluluktu. Törenler, insanlara özgü davranışlardır. Alet yapmak, ateşi kullanmak gibi tören yapmak da, dolaylı olarak, insan zekâsının ve kültürünün gelişimini gösterir. Nean-derthallerin yaşadığı birçok yerleşim merkezinde, ölü gömme ile ilgili verilere rastlanmıştır. Örneğin, Rusya’da Teşik Taş’da, Neanderthal Çocuk iskeleti, sığ bir çukurda, etrafında bir Çift boynuz ve yanında ateş izleri olmak üzere gömülü bulunmuştur. 1.330 cm3 beyin kapasitesine ulaşan bu grup insanlar, “Homo Sapiens Neanderthalensis” olarak, insan ile aynı türe dahil edilmiştir.
ise, yaklaşık 30.000 yıl önce, yeryüzünün birçok yerine dağılmıştı. Mamut, at, geyik gibi hayvanları avlayan bu insanlar, büyük topluluklar halinde yaşıyorlardı. Sosyal organizasyonu böy-lesine gelişmiş toplulukların elbette kullandıkları ortak bir “dil” vardı. Fikirler ve şeyler için dilde sözcükler kullanılır. Dil, insanoğlunun en önemli karakteridir. Basitçe kullanılan semboller ise, hisleri, fikirleri, şeyleri tanımlamaya yardım eder. Örneğin; müzikte, sanatta, ilimde v.b. çeşitli semboller kullanırız.
Buzul çağı avcıları da, işte böyle semboller kullanmışlar ve mağara duvarlarına avladıkları hayvanların çok güzel resimlerini çizerek, kadın figürlerini oyarak ve heykelini yaparak düşündüklerini anlatmaya çalışmışlardı. Sanat ve dil birbiriyle yakından İlgili olduğundan, bu insanların dillerini, semboller aracılığıyla kullandıkları varsayılmaktadır.
Son buzul çağının sonlarına doğru, yaklaşık 7.000-9.000 yıl öncesinde insanoğlu yerleşik hayata geçerek, çiftçilik ve hayvan yetiştiriciliğine başladı. Ortadoğu’da Jericho denilen yerde kazılarla ortaya çıkarılan, yaklaşık 2.000 kişilik bir yerleşim merkezinde, çiftçilik ve evcil hayvan yetiştirme gibi işlerin yapıldığı bilinmektedir. Zekâsı ile, bitki ve hayvanların evrimini yönlendiren İnsanoğlu, böylelikle doğaya egemen olmaya ve çevresine uyum yaparak da kendi evriminin yönünü saptamaya başlamıştır.
Görülüyor ki, evrim tarihinde, ortak atadan ayrılmış olan insanoğlunun evrim aşamaları, ancak fosil örneklerle tanımlanabiliyor. Bu bakımdan fosil belgelerin çoğaltılması ve incelenmesi, insanın, evrimdeki yerinin doğru olarak saptanabilmesine yardım edecektir.
110 yıl önce yayınlanmış olan “İnsanın Türeyişi” adlı eserinde Darwin, evrim olgusunu,
o döıiemde fosil belgelerin azlığı nedeniyle, yaşayan insan ve hayvanların davranışları, karşılaştırmalı anatomi, embriyolojik gelişim üzerindeki gözlemlerine dayanarak açıklıyordu. Kuşkusuz. 1900’lerde Gregor Mendel ile gelişmeye başlayan genetik bilimi, bugün artık evrimi, mo-leküler düzeyde tartışılan bir konu haline getirmiş;. ve de laboratuvarlarda yeni türler elde edilebilir düzeye gelinmiştir.