DİL FELSEFESİ
Dil, çağımızda; bilimin inceleme nesnesi, bilginin aracı ve faaliyetlerimizin simgesel boyutu olarak ele almıyor. Sözdizimsel, anlambilimsel ve pragmatik analizlere dayanan çağdaş dil felsefesi; fikirler ile göstergeler, kelimeler ile şeyler arasındaki ilişkileri yönlendiren, daha önce kabullenilmiş görüşleri adım adım reddediyor ve hatta düşüncenin, simgelerin ilişkileriyle aynı şey
sayılmasını bile eleştiri konusu yapıyor.
LOGOSTAN DİL’E
Yunan kökenleriyle iyice damgalanmış olan Batı felsefesi, söylem ve akıl olması bakımından kendini her zaman logos’un bir uygulanması olarak gördü. Platon, hem felsefî söylemin özgüllüğü (bu söylem, sofistlerin yaptığı gibi güç edinmeye değil, bunun tam tersine, hakikatin rasyonel bir biçimde araştırılmasına yöneliyordu -Sofist diyalogu), hem de dilin statüsü, yani doğal veya uzlaşımsal karakteri üzerinde düşündü (Kmtilcs diyalogu). Daha sonra dil konusundaki bilgilerin gelişimi (özellikle dilbilgisi, retorik ve mantıktan oluşan skolastik trivium) ve dilin doğası üzerindeki felsefî düşünüş, her zaman atbaşı birlikte gitti.
Dolayısıyla, bugünkü bilgileri, ağır bir olgunlaşma sürecinin sonucu olarak görebiliriz. Gerçekten de Stoacılar, daha kendi dönemlerinde, göstergenin; gösteren (ses), gösterilen (anlam) ve kendisine gönderim yapılan nesne olmak üzere üç bölümlü bir tanımını ileri sürmüşlerdi. Aynı şekilde, Megara okulu filozofları da, paradoksları (özellikle yalancı paradoksunu) ciddiye alarak, dilin rasyonel bir biçimde kullanımının sınırlarını vurgulamışlar ve böylece mantıksal-matematik çelişkilerin bulunması ve diyalogdaki pragmatik kısıdamaların çözümlemesi konusunda ilk adımı atmışlardı.
Ama tarihe bu şekilde sadece doğrusal ve tematik bir biçimde yaklaşırsak, temel olanı gözden kaçırabiliriz. Yani, dile verilmiş olan felsefî statünün, Michel Foucault’un gösterdiği gibi (Kelimeler ve Şeyler, Les Mots et Les Choses, 1966), ortak paydası bulunmayan bilgi biçimleri (episteme’ler) doğurarak büyük ölçüde çeşitlilik gösterdiğini kavramayabiliriz. Descartes’ın başlattığı klasik dönemde bir tasarım epistemesi, düşüncenin öncelliğini kabul ettiği ölçüde dilin unutulmasıyla ayırt edici özelliklerini kazanmıştır. Burada, düşünen şeyin, kendini düşünmesi ve fikirlerinin yardımıyla da dünyayı düşünmesi söz konusudur. Düşünen şey, bilgiyi, özne üzerinde temellendirir ve böylece her bilme, dolaysız olarak kendinden emin olan bir cogito’nun (düşünenin) sezgisel
deneyiminde kaynağını bulur. Düşünen şey, fikirlere, t£ yıcılık işlevi bakımından güvenilirlik kazandırır ve bu fik hakikat, aldatmayan bir Tanrı tarafından güvence altına fikirler (ideler) dünyadaki şeyleri temsil ederler. En öner şünen şey dile hiçbir bilişsel değer vermez. Tam anlam dam olan dil böylece, fikirlerin ikinci ve ikincil bir tasarır kendini ortaya koyar.
Bunun tam tersine, bizim çağımız dile birincil bir rc mektedir. Öyle ki, dil felsefesinin tablosunu çizip ortaya 1 son dönem felsefesinin ve hatta daha genel olarak çağda ce tarihini özetlemekten başka şey olmayacaktır. Bunu gt tirmek için de önce çağdaş epistemede dile verilen statü> mek ve daha sonra düşünceye, bilen öznenin dünyayı kt teliğine ve tasarımsal şemaya başvurmaya tanınmış önce kin daha önce benimsenmiş görüşlerin yavaş yavaş nasıl diğini göstermek doğru olacaktır.
XX. yy dönemeci
Günümüzde dil, bilimin inceleme nesnesi olarak ort; yor, bilginin aracı olarak kendini kabul ettiriyor ve «beşe ler»i doğurarak, simgesel pratikler olarak eylemlerimiz yor.
Bilimin inceleme nesnesi olarak dil. Ferdinand de re, 1906-1911 yıllarında verdiği derslerinde, inceleme n yani konuşulan dil’in bir göstergeler sistemi olduğunu sap ve göstergeler arasındaki ilişkilerin yapısal çözümlemesi ol temini ortaya koyarak dilbilim’i kurdu. Onun ileri sürdüğ kinlik postülası, dil olaylarının karmaşıklığı içinden bir te ya çekirdeği, yani dili soyutlama ve bir bilimin inceleme yapma olanağını sağladı. Buna, bir felsefî ve temel postül lendi. Bu postüla, düşüncenin, dilde ve dille oluştuğunu il» yordu (F. de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, Cours de Li ques Generale). Dilin bilimsel bir gerçekçilik olarak ortayj sı böylece, Descartesçı görüşün, yani düşünmenin önceli şünü bir yana atıyordu.
Bilginin aracı olarak dil. Bundan bağımsız olarak, X ilk yıllarında Gotdob Frege ve daha sonra Bertrand Russ daş mantığı kuruyorlardı. Onlar için söz konusu olan, ta yapay, simgesel ve biçimsel (formel) bir dille, matematik! lara ve büyüklüklere değil, «önerme fonksiyonlarına ilişi ve söylemin bütün bilişsel kullanımlarına uygulanabilen e bir hesabın kurallarım ortaya koymaktı. Böylece yeni biı leme ve bilgi aracı doğuyordu. Başlangıçta, matematik t mantığa indirgemeye dayanan mantıkçı bir anlayışla bu ‘ re uygulanmış olan (Russell ve Whitehead, Principia Mad ca, 1910-1913) bu yöntem (araç), zamanla sayıları durmö tan bilgi alanlarının çözümlenmesini sağlayacak araçlar mak için hızla gelişti ve çeşitlendi. Bilişim alanındaki gel de, bu mantıksal çıkarsanabilirlik ve formalizasyon ger pekiştirmekten geri kalmadı. Böylece, Descartesçı felsefe*
Bir edebî kaynak. Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı, kimi zaman açık ve seçik değildir ve bu durum, Raymond Devos gibi sanatçıların iletişimdeki güçlükleri bir oyun gibi ele alarak canlandırmalarına olanak sağlar.
Anlam ve imlem.
«Akşam yıldızı» ve «sabah yıldızı», aynı nesneyi iki ayrı biçimde imleyen isimlerdir ve bu nesne de Venüs gezegenidir.
İÇİNDEKİLER
LOGOSTAN DlL’E FELSEFÎ YORUM YENt PERSPEKTİFLER
PARADOKSLAR
– paradoksunu Megara filozoflarından Eubulides’in (MÖ IV. yy) 3 atağı söylenir. Paradoks şöyledir: «yalan söylüyorum» derken
; -.’er. yalan söylüyor muyum? Evetse, yalan söylediğimi ileri süre-söylüyorum demektir; hayırsa, yalan söylüyorum derken söylüyorum demektir ve dolayısıyla yalan söylüyorum.
. ;e Bertrand Russell tarafından bulunan sınıflar paradoksu şöyle-: >;mfın kendi kendisinin üyesi olduğu kabul edilirse (bütün sınıf-= bir sınıftır) kendi kendisinin üyesi olamaz, çünkü, mesela, -_=r sınıfı bir insan değildir. Ama o zaman, kendisine ait olmayan sınıfların sınıfı, kendi kendisinin üyesi midir? Evetse, kendini
– füer. özelliğe sahiptir ve kendi kendisinin üyesi değildir; hayırsa, : – ayırt eden özelliğe sahip değildir: kendi olmaması yanlıştır ve
,=;y.a kendi kendisinin üyesidir.
– Imuşluğuna karşıt olarak, Leibniz’in, göstergelerde biliş-
– verimlilik bulunabileceğine ilişkin ideali gerçekleşiyordu, iî- simgeler üzerindeki otomatik hesap, sezgiden sıyrılmış -^yeni bilgiye olanak tanıyordu ve bir başka deyişle, düşün-;tcrge haline geliyordu.
ngesel uygulamalar ve beşeri bilimler. Dilbilimin ve ::;:n ötesinde dilin, çağdaş epistemede olumlu bir gerçek
• sle alınması, nesnesi insan olan yeni bir bilim çeşidinin (bu
statüsü sorunsal bir statüdür), yani «beşerî bilimler »in or-
• .cşnıia da kendini gösterdi. Böylece, kendi düşünmesinin : – de olan ve dünyanın tasarımlanmasının kaynağım oluştu-. ırterin yerine, simgesel uygulamalarının çeşitliliği ve say-
-r’:ğ: içinde ele alınan insan geçti. Freudçu ve Lacancı psika-,-alar ve nevrozlar gibi birçok psişik olgunun, bir bilinç-:r£^ıeri bakımından yorumlanabilecek belirtiler olduklarını z Kcydu (Düşlerin Yorumu, Die Traumdeutung, 1900).
.r_ara paralel olarak Claude Levi-Strauss, etnolojinin incele-i~~esinin, akrabalık sistemlerini, toplumsal faaliyetleri, mi-
• iavrayışları temellendiren yapısal yasaları saptayıp ortaya -sk olduğunu ileri sürdü («Yapısal Antropoloji», Anthropolo-—-nurale, 1958).
: ■ = genel olarak, günlük ve kültürel bütün faaliyederimiz, bu ; zçısmdan, simgesel yapılar olarak inceleme konusu haline _\”:tekim Roland Barthes, tüketim mitlerimizi belirleyen il-
– z itaya koyuyor («Moda Sistemi», Systeme de la Mode, IVLartial Gueroult, felsefe öğretilerinin sistemliliğini irdeli-
,_ı£ıel Foucault bu öğretileri bir «Bilgi Arkeolojisi»nde (Arc–f.e du savoir, 1969) yeniden kaydediyor ve Nelson Good-bir bakış açısından sanadarın simgesel işlevselliğini ;rdu {«Sanatın Dili», 1976).
ELSEFÎ YORUM
:_:trrr.edeki bu köklü dönüşümler, felsefe üsluplarına bağlı çeşitli şekillerde ve yavaş yavaş felsefe üzerinde de etkili bir eğilim, dili, felsefî düşünüşün temel öğesi veya ku-.-_ı ıficesi olarak görmese de, ön plana geçmesini önemli bir :_2rak kabul etti. Daha önceleri filolog olarak Friedrich -£tie. «dilbilgisi»nin, düşünme tarzımızı belirlediğini ileri ama hemen ardından bizi yanılmalara sürüklediğini de ve önemli olanın yaşamsal bir deneyimin etkililiğine yö-ii-. olduğunu savunmuştu. Nietzsche, filozofun, herkesten : fazla düin ve mantığın tuzağına düşmüş olduğunu söylü-: _ Filozofun Kitabı», 1875). Kesin anlamda bir dil felsefesi ol-ama dil üzerine olan bu felsefe, söylemin sınırlarım belir-
– i anlamın son kaynağım oluşturan ve dilsel-olmayan bir :. j:ıa ve beri-alana bağımlı olduğunu ileri sürüyordu. Aynı şe-: . Heidegger’in söylemsel uygulamalara ilişkin çözüm-. ri bırlikte-varlık ve ölüm-için-varlık anlamına gelen bir so-
îroluş (Dasein) ontolojisine dayamyordu («Varlık ve Za-Ssm und Zeit, 1927) ve bu filozofa göre anlam, insamn söz-■; ieğil varlığı şaire açıp iç yüzünü gösteren Tanrı’mn sözün-Maurice Merleau-Ponty’de de, «Algının Fenomenoloji-ı;r. rhenomenologie de la Perception, 1945) «Görünen ve Gö-. :>:n (Le Visible et l’invisible, 1964) ontolojisine kadar, ay-. yönelimi görürüz. Sadece Paul Ricoeur, yorumbilimsel —irneutik) anlayışı benimseyerek etnolojik («Yorumların Ça->, Le Conflit des İnterpretations, 1969), edebî («Yaşayan Eğ->. la Metaphore Vive, 1975) ve psikanalitik («Bir Başkası Olmak», Soi-meme Comme Un Autre, 1990) inceleme-. ~r.kçe artan bir yol tamr.
.. felsefesi, günümüzde, dilin gerçekliğini ve saydam olmayı-esuI eden bir düşünüş olarak tanımlanabilir. Bu felsefeye
– ;asaa vuran büyük değişiklik, en geleneksel felsefe soruları-*_2 biçimsel veya biçimsel olmayan çözümlemelere ve dil ku-
ramı öğretilerine başvurarak dilsel bir biçimde formüle edilmelerinden kaynaklanmıştır. Bu çaba, kılı kırk yaran irdelemelerin, büyük öğretiler ortaya atmaya ve kanıtlara dayanan fikir alışverişinin, kişinin tek başına edinip ortaya koyduğu sezgilere tercih edilmesine yol açmıştır.
Çağdaş dil felsefesinin asıl kazanımları, bir üçlü analiz boyutunda kendini gösterir. Bunlar, sözdizimsel, anlambilimsel ve pragmatik boyutlardır.
Sözdizimsel yaklaşım: değer ve anlamlama
Göstergelerden ve aralarındaki ilişkilerden başka hiçbir şeyi göz önüne almayan her çözümlemeye sözdizimsel çözümleme denebilir.
Saussure’cü çözümleme, gösterge’yi, gösteren (yani sessel gösterge -mesela KIZ KARDEŞ-) ile gösterilenin (yani kız kardeş fikrinin) çözülmez birliği olarak tanımlar ve göstergenin de ancak, dilin yapısı içinde, öteki göstergelerle olan bağıntısı (kız kardeş/er-kek kardeş/kız çocuğu gibi) bakımından bir farklılaşmışlık değeri olduğunu ileri sürer. Böyle bir yaklaşım, iki dışlamaya dayanmaktadır. Bunların birincisi, göstergenin, dildışı nesneyle göndergesel bir ilişkisi olduğunun; İkincisi, Saussure’ün söz diye adlandırdığı şeyin iletişim amacıyla fiilî kullanımının dışlanmasıdır.
Demek ki dilbilimin temel inceleme nesnesi; kendi başlanna gönderimsel bir anlam taşıyan göstergelerin basit bir dökümü olarak değil, ama karşıdıklarm salt bir işleyişi olarak dildir. Ve «Dilde, farklılıklardan başka bir şey yoktur».
Doğal diller için geçerli olan, gerekli değişiklikler yapıldığında mantıksal yapay diller için de geçerlidir. Hesap olarak işlevini görmeden önce, bir mantığın, biçimsel bir dil olarak kurulması gerekir. İyi biçimlendirilmiş formülleri (düzgün tamdeyimleri) doğuracak kuralları belirleyecek bir mantıksal sözdizimi’nin gerekliliği de, bu gerçeğin sonucudur. Standart önermesel hesapta bu sözdizimi (sentaks), sözvarlığı olarak bir atomik önermeler topluluğunu kabullenerek ve bağlayıcılann nasıl kullanılacağım belirterek, anlam taşıyan formüllerle «](p => q) » anlam taşımayan yazıları «] => p(q) » birbirinden ayırma olanağım sağlar. Dolayısıyla, doğal dilde bir cümlenin her şeyden önce dilbilgisi açısından doğru olması gerektiği gibi, karmaşık önermelerin anlamından ve doğruluğundan önce, formüllerin sözdizimsel anlamlamanın da kurallara uyması zorunludur. Ne var ki, bu tür zorunluklann sanıldığından daha karmaşık oldukları, Bertrand Russell’ın 1901’de, sınıf kavramının kurala uymayan kullanımının, Megara Okulu tarafından ileri sürülen paradoksların benzerlerinin ortaya çıkmasına yol açtığım keşfettiği zaman ortaya çıktı. Bu tür yanılgılardan kaçınmak için Russell, tipler kuramında, bir sınıfın kendisini öğe olarak içeremeyeceğine ilişkin bir anlamlama koşulu koşulu getirerek sözdizimsel sınırlamaları kuvvedendirmeyi önerdi. Böylece, birbirini karşılıklı olarak dı-şarda bırakan anlamlama alanları hiyerarşisi veya tipler hiyerarşisi (bireyler, bireylerin sınıfları, bireylerin sınıflarının sınıfları, vb.) ortaya konmuş oldu («Matematiğin İlkeleri», The Principles of Mathe-matics, 1903). Mesela, bir birey, bir futbol kulübünün üyesi olabi-liyorsa, böyle bir kulüp ancak bir kulüpler birliğinin üyesi olabilir.
Anlamın sözdizimsel zorunluklara bu mantıksal açıklık kazandırması, yeni mantığın, ulusal dillerin çelişkilerim ve anlam bulanıklıklarını çözmeye yarayabilecek ideal ve yetkin bir dil olarak görülmesine yol açtı. Nitekim bu doğrultuda Ludvvig Wittgenstein,
Jacques Lacan «bilinçaltının bir dil gibi yapılanmış» olduğunu iteri sürerek insanın ruhsal yaşamındaki itkileri ve simgesel yanı açıklamak için dilbilime dayandı.
Betrand Russell. Betimlemeler kuramını ortaya atan matematikçi ve filozof Russell, 1950’de Nöbet Edebiyat Ûdülü’nü aldı.
SÖYLEŞİSEL İÇERMELER
Nicelik kuralını açıkça çiğneyen şu içerme örneği Paul Grice tarafından ileri sürülmüştür: Eğer A; felsefeci olarak iş bulmak isteyen öğrencilerinden biri için tavsiyede bulunur ve şöyle yazarsa «Bay X, Fransızcayı çok iyi bilmektedir ve derslerimi düzenli olarak izlemiştir. Dola* yısıyla sizden rica ediyorum, vb», oyun oynamaktan kaçınmamaktadır. Çünkü yardım etmek istemeseydi, böyle bir şey yazmazdı, ama kendisinden daha fazla bilgi isteneceğini de bilmektedir. Dolayısıyla kendisine bu mektubun yazıldığı kişi, A’nın, istenilen iş için Bay X!in yeterli felsefî nitelikleri olmadığını örtük (zimnî) olarak bildirdiği sonucunu çıkaracaktır.
Tractatus Logico-Philosophicus (1921) adlı kitabında, mantığa transandantal (aşkınsal) bir statü tamdı ve mantıktan, öğretilerin ortaya konmasını sağlayan bir araç olarak değil, doğal dilin tuzaklarını ortaya koyan ve «düşüncenin, mantıksal aydınlığa kavuşturulmasını sağlayan bir tedavi niteliği taşıyan bir felsefe için analiz aracı olarak yararlandı. Wittgenstein’a göre ancak, mantıksal sözdizimi-ne uyan önermelerin anlamlı olduğu kabul edilmeliydi. Bu görüş, birçok felsefi dile getiriş, mantık kurallarım açıkça çiğnediği için (bunların en başında, mantıksal olarak bir önermesel fonksiyonun özelliği olan varoluşu, nesnenin bir özelliği yapan cogito gelir), metafiziğin eleştiriden geçirilmesine yol açtı. Dile getirilebilir olanın sınırlarını saptayan mantık böylece; «gizemciliğin alanını, etik, estetik ve dinî yaşantıları, anlatılamazın alanına sürdü. «Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı» cümlesini, bu bağlamda anlamak gerekir. Her çeşit dile getirilemez olam bir yana iten Rudolf Carnap, filozofların, «Müzik yeteneği olmayan müzisyenler» olduğunu ileri sürerek («Ditin Mantıksal Çözümlemesiyle Metafiziğin Aşılması» 1932), özellikle bilimin yöntembilimini geliştiren bir mantıksal pozitivizm (mantıksal olguculuk) akımı başlattı.
Bununla birlikte, yapısal ve mantıksal çözümlemelerin ortaya koyduğu sözdizimsel zorunluklar, anlamın mutlak olarak gerekli olan, ama yeterli olmayan koşullarıdır. Doğal dillerin biricik amacı, cümle içindeki göstergeleri doğru olarak seçmek ve birleştirmek değildir. Nitekim, eğer sadece iyi dile getirilmiş formüller ortaya koymakla yetinilirse, mantıksal diller de içi bomboş bir oyuna indirgenmiş olacaktır. Mantığın amacı, çıkarımlarla hakikati sağlamaktır ve doğal dillerin önemi de, dilbilgisi açısından doğru olmalarımn ötesinde, gönderimlerde bulunmalarıdır. Dolayısıyla, Saussure’ün dile ilişkin içkinlik postülasımn aşılması gerekir ve bu açıdan, ister doğal, ister yapay olsunlar, dillerin salt kendileri için değer taşımayacaklarım söylemek zorundayız.
Anlambilimsel (semantik) yaklaşım: anlam ve doğruluk
Yukarıda sözünü ettiğimiz aşama, başlangıçta, önermelere doğruluk değerlerinin verilmesi, bu önermelerin anlambilimsel yorum bakımından ele alınmaları dolayısıyla mantıkçılar tarafından gerçekleştirildi. Nitekim Frege, anlamın yanı sıra, ünlemi de göz önüne alan bir gösterge çözümlemesi önererek, mantıksal anlambilimin temellerini attı. Buna göre gerçek bir özel isim (yalın veya karmaşık) bir anlam belirtiyor, bunun yanı sıra bir gönderimde bulunuyor ve genellikle dildışı bir tekil nesneyi belirtiyordu. Mesela «akşamyıldızı»
ismi, anlam olarak akşamüstü ilk görünen yıldız demekti vs olarak da bir astronomi nesnesi olan Venüs gezegenine yöne’ Dilsel bilgiyle verilmiş olan anlam, «imlemin veriliş tarzı»y nenin göz önüne almışının tikel tarzıydı. «Akşamyıldızı» bahyıldızı» adlarının farklı anlamları vardı, ama bunlar bir te. m nesneyi yani Venüs gezegenini imlemenin iki tarzını dili yordu («Anlam ve tmlem Üstüne», Über Sinn und Bedeutung,
Böyle bir çözümleme, Saussure’ün, göstergenin tamir parken başlangıçta bir yana attığı imlemenin üzerinde d bakımından apaçık bir önem taşımaktadır. Dolayısıyla, fa mışlık değerine ek olarak göstergenin, dünyadaki bir n< olan göndergesel bağıntısına dayanan bir anlamı olduğı söyleyebiliriz. Frege’nin bu çözümlemesine dayanan Emi veniste, imleme bir yer tanıyarak ve göstergenin keyfiliği dilde zorunlu olan gösteren ve gösterilen arasındaki düze ğil, ama gösterge ile imlem arasına yerleştirerek Saussure’ı terge tanımlamasını düzeltti. Nitekim Fransızca’da, «soeıı kardeş) göstergenin, akustik imgesine («SÖR») tözce b ama buna karşın, göstergenin birey olarak kız kardeşe ilişki fidir ve saymacadır ve bunu, İngilizce’de aym bireye «siste tergesinin tekabül etmesi açıkça gösterir («Genel Dilbilim S rı», Problemes de Linguistique generale, 1971).
Ama, anlamı göndergesel terimlerle kavramaya çalışmak f ler doğurmaktan geri kalmıyordu. İmlemleri olmadığı açıkç; len göstergelere ne gibi bir anlam yüklenebilirdi? Geleneksel ç anlamı, gönderim nesnesine ilişkin bir varlıkbilimsel görüşe d rak çözüyordu. Günlük yaşamımızda güzel kadınlar görebiliy ama ne yazık ki kendinde güzel’e hiçbir zaman rastlayamıy Varlıkbilimsel yorum açısından bu pek önemli değildi ve aı varlığım tehlikeye düşürmemek için, «güzellik» sözünün gön olarak bir güzellik İdea’sının, bir tümel «Güzellik»in varlığını etmek yetiyordu. Platon’dan beri bilinen ve tümeller tartışm Champeaux’lu Guillaume tarafından pekiştirilen bu felsefî an gerçekçi çözümün çok basit olmak gibi bir üstünlüğü vardı, aı m zamanda çok önemli varlıkbilimsel içerimleri de vardı. V mantığın kaynaklarını kullanan Russell, böyle bir varlıkbilimı ruma bağlanmayı gereksiz kılan ve imlemsiz ifadelere ilişkin o indirgeyici çözümleme yaptı. Buna göre, «Fransa’nın bugünk lı» gibi bir belirli betimleme, «Bugün Fransa kralı olan bir ve sadı birey vardır» dile getirişine indirgeniyordu. Bu dile getiriş, be menin söylemsel karmaşıklığım ortaya koyuyor ve nesnenin; özel adı olarak bir değer taşımaktan çok, sadece kavramsal ve 1 sel bir işlev taşıdığım gösteriyordu. Bugünkü Fransa kralı kor daki her yargı yanlıştı; çünkü, bugün hiçbir gerçek birey Frans lı olma özelliğini taşımıyordu. Dolayısıyla gönderimin son doğruluk sorunsalından ayn tutulamazdı.
Doğruluğun tanımlanması. Alfred Tarski, doğruluğun 1 rumının içerikse! upuygunluğu’nun koşullarım saptadı. Bu ko kendilerini formun (T) eşdeğerlilikleriyle dile getiriyorlardı, yısıya, «X, eğer ve sadece eğer p’de X, söz konusu ifaden adıysa ve P bu ifadenin simgesiyse doğruydu». Bundan ötüri beyazdır», eğer ve sadece eğer kar beyazsa doğrudur. Bu sayı mn (T) göstergebilimsel özelliği, bir cümlenin doğruluğunuı konusu cümlenin bağlı olduğu dilden daha üst düzey bir dile lirleme zorunluğunu ortaya koymasıdır. Yani, p’rdn doğr p’nin «X» adına başvuran bir üstdilde veya ötedilde (meta-dil) dini ortaya koyar. Başka bir deyişle önerme, nesne-dilde kull ve üstdilde bu önermenin sözü edilir. Russell’in tipler hiyerar de olduğu gibi burada da, her çeşit kendine gönderim dışlam ve bu, «yalancı» çatışkısı (antinomi) gibi her tür anlamsal par; su bertaraf eder. Nitekim «yalan söylüyorum» sözü anlams çünkü kendisine gönderimde bulunmaktadır. Böylece sözdiz. düzeyde olduğu gibi anlamsal düzeyde de aym zorunlukları çerli olduğu ortaya konmaktadır («TümdengelimliBilimlerin Di, de Doğruluk Kavramı», The Concept of Truth in the Languag Deductive Sciences, 1933). Ne var ki bu saymacanm (X) dile rilişinin felsefî açıdan yansız (nötr) olduğunu ve bir hakikat ] mma dayanan ^’nin ileri sürülme koşullarını, yani söz konusu lenin kabul edilme nedenlerini işin içine sokmadığını belirtme rekir. Wittgenstein, Tractatus’da, fikirler arasında değil, ama i tıksal olarak düzenlenmiş dil ile olgular arasındaki tekabül dayalı «tasarımcı» bir varsayımı benimsemişti. Ona göre, öne ler, dünyayı oluşturan olguların resimleri olmaları bakımıı doğrudurlar. «Jean Marie’yi seviyor» önermesi doğru olduğu mütekabili olan olguyla şu aynı mantıksal formu paylaşır: a R
Pragmatik yaklaşım
Bu son yaklaşım, anlam sorununu topyekün ele almaya d mr. Anlamın ortaya çıkışını, yorumlayıcının (konuşanın) bir DİL FELSEFESİ
îergesi, «yorumlayanlar» diye adlandırılan başka göstergeler ara-:*ûğıyla bir nesneye gönderim yapmasına dayanan ilişkisel kullarım olarak düşünülen bir semiosis sürecinin sonucu olarak tanımayarak Charles Pierce’den sonra Charles Morris’in yaptığı çö-zundeme de işte buydu. Pragmatik çözümleme, kesin olarak be-bir durumda, yorumlayıcının, göstergeler, bir şeyi dile getirme amacıyla kullanmasının incelenmesi üzerinde duruyordu, l.’esela, konuşan belli bir kimse tarafından belli bir durumda söy-zT.en «masa» kelimesi, yorumlayanlar aracılığıyla saptanabilen r:r nesneye, yani «üzerine nesneler konabilen yatay yüzeyli bir : jya»ya gönderim yapmaktadır. Emile Benveniste’in de dediği gi–l böyle bir yaklaşım, Saussure’ün söz’ü dışlaması olayım aşarak,
■ edim haline getirilmesi olarak söylemi ele alan bir dilbilime aşıyordu. Böylece, daha önce göstergelerin yapısal işleyişinde ;_şlanmış olan özne, söylemin kaynağı olarak yeniden ortaya çı-
::du. Ama anlama egemen olan Descartes’çı cogito’ya hiç ben-lîtseyen bu özne söylem içinde, özellik belirticilerini, yani ■> ve «semi özümleyerek kendini kuruyordu, Dolayısıyla öz-ancak, bir «sen»e hitap ederek «ben» diyendi («Genel Dilbi-.— Sorunları»), Nitekim «ikinci» döneminde de Wittgenstein, ıtîal dilin söylemsel olanaklarının bir dizi dil oyununda (bir so-çözmek, bir metni çevirmek, emirler vermek, bir hikâye :ı* îtmek, tiyatroda oynamak) kendini gösterdiğini ileri sürerek, bilimine Tractatus’ta tanıdığı aşkın rolü reddetti («Felsefe f.h’malan», Philosophische Untersuchungen, 1953).
Zrjn ardından da John Austin, dilin bilişsel kullanımına haksız ;< ayrıcalık tanıyan ve tasarımsal şemadan miras kalmış olan be-.valsama’nın iç yüzünü ortaya koydu. Austin’e göre söylem, ız-izî -Kapı açık» gibi bir gerçeği saptamak için değil, ama «Kapı .. Eç:k» gibi bir duyguyu belirtmek ve bir başkası üzerinde etki-, _ rjr.ak veya onun genel bir etkide bulunmasını sağlamak için
7__anûır (mesela, «Kapıyı açmız»da olduğu gibi). Hatta, konuş-
-: -caniyle bir eylem gerçekleştirmek de söz konusu olabilir. Nite-
– “îrtıncıhk kipini kullanan bir başkanın «oturum açılmıştır» de-
– – bunun bir örneğidir. Bu durumda söylem, başarı koşullarıyla ..-.–îiurûmış bir toplumsal etkinlik olarak ortaya çıkar.
I r_îyıs:yla bazı koşullar, konuşanın durumu (statüsü) ile iliş-;.r 3.raz önce ele aldığımız formülde, başkan, oturumu ger-. :r” açmıştır. Aym cümleyi söyleyen bir gazeteci de bir olgu-_ ve kendi demesinden bağımsız bir hakikati ileri sü-
■. – J “layısıyla bu durumda söz konusu olan çözümleme birimi, üilıntcilerin ele aldıkları ileri-sürüş değil, ama aşağıdaki şu . ‘ iaynştınlabilen bir söylem edimi’ni dile getirmesi bakımm-.. – __i~-surmedir: gönderim ve açıklama içeren öğe; deme’ye öz-;. i- = kazandıran öğe (saptamak, beyan etmek -oturumu aç-
• ; inlendirmek ve buyurmak, söz vermek, teşekkür etmek,
• . – türleri ve örnekleridir), deme’nin dinleyiciler üzerindeki
karakterize eden öğe. Mesela, «şunu çekiniz»in birinci :: -liTjr.dan içeriği, şudur: bana «şunu çek dedi»; ikinci öğe
— ^tûar. ise «onu çekmek için beni zorladı»dır; üçüncü öğe —…rian ise, «onu çekmem konusunda beni ikna etti»dir. John
; – r Damel Vanderveken, ikinci öğeye ilişkin bir mantık or-t; “maya çalıştılar. Bu girişim, mantıktan esinlenen biçimsel i. • -;-r.iler ile Austin’den miras kalan ve «gündelik dilin filo-: : T-“:r_ > kılı kırk yarmaya yönelen betimlemeleri arasında ye-■. – – ijcnlaşmanm ortaya çıkmasına ön ayak oluyordu.
D-Isel iletişim. Bununla birlikte, sözünü ettiğimiz bu dile ge-r .em edimleri kuramının sınırlarının dışına çıkamıyordu.
-:;. zsr. de. edim boyutu, dilsel iletişimin karmaşıklığını tama-
– : – ::z^mlemeye yetmiyordu. Bu karmaşıklık, tek bir konuşa-
■ – atinden çok, ara-etkinlik olarak kendini ortaya koyuyor-. . : ırzdan Paul Grice, inceleme konusu olarak bir konuşanın
: •„ ı.~ ler-n; değil, iki konuşan arasındaki konuşmayı ele ala-
– _ sorunsalı genişletti. Bu bakış açısından, «söyleşisel» olgu-: bir mantığa dayanıyordu ve bu mantık da, söz konusu
:. it: bir amaç ve bir ortak yön üzerinde fikir birliği içinde ; – ■ _ j’tnuşmacımn, birbirleriyle, söz alışverişinde bulunmala-tııvcnel faaliyetleri olarak temellendirilmelerini sağlayan
• ; ilkesi’ne dayanıyordu. Söz konusu ettiğimiz bu ilke, şu
– _rHİü kapsar: nicelik kuralı («Ondan ne fazla, ne eksik söz
– r_telık kuralı («Doğruyu söyleyin»); ilişki kuralı («Yerli ye-
■ – :. . muşun») ve kip kuralı («açık seçik olun»). Bu kurallar,
: ~_|~»a stratejileri konusunda fikir verdiği gibi, dolaylı içer-
– : _____de açıklıyordu. Dolayısıyla bu bakımdan, örtülü
mjtımlar, kuralların apaçık ve kasıtlı olarak çiğnenme-; btruşma bağlamı içinde anlam, böylece, Dan Sperber ve 1 ‘ Vılson’ın uygunluk varsayımı üzerinde temellendirdik-
– – – -îti ;:ixnmsal boyut kazanıyordu.
Çok daha genel olarak iletişimsel etkileşimin göz önüne alınması, önceki bütün çözümlemelerin gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Nitekim Francis Jacques, klasik imlem çözümlemesinin, konuşanların kendilerini konuşanlar olarak bilip tanımalarını ve varlıklara ilişkin ortaklaşa bir ilişki kurmalarını sağlayan karmaşık imlem süreçlerinin terimleri içinde yeniden nasıl formüle edilmesi gerektiğini gösterdi. F. Jacques, bu incelemelerinden karşılıklı-konuşma ilişkisinin her tür iletişimin a priori koşulu olduğunu ileri sürerek, felsefî sonuçlar çıkardı. Buna göre, kişiler ancak, basit laf alışverişinden farklı olan diyalog aracılığıyla, anlam ve gönderim üzerinde anlaşan konuşanlar olarak ortaya çıkabilirler. Öte yandan Jürgen Habermas, sosyolojik bir perspektif içinde, toplumsal anlayışı ve rasyonaliteyi tamamen yararcı ve araçsal amaçlara yönelen bir davranma strate-jisiden ayırt ettiği bir iletişimsel davranış üzerinde temellendirdi («İletişimsel Davranış Kuramı», Theorie des Komunikativen Han-delns, 1981). Kari Otto Apel’in sezgilerini yeniden ele alan ve felsefî bakımdan yorumlanmış olan pragmatik yaklaşım, böylece, bir ahlak felsefesine bağlanan gerçek bir antropolojiye ulaşıyordu.
YENİ PERSPEKTİFLER
Wittgenstein, ikinci döneminde, tüm dil oyunları, tasarım öncesi bir «yaşam faaliyeti veya biçimi», bir davranış şeması içinde yer alır («Felsefe Soruşturmaları»). Bu durumda, söylemsel kullanımlarımızı etkileşimsel boyutları bakımından ele alıp kavramak yeterli değildir ve bu etkileşimleri toplumsal pratiklerin dışsal erekliliklerine ve kısıtlamalarına bağımlı kılmak gerekir. Başka bir deyişle, simgesel etkileşimler, dilsel olmayan karşılıklı etkiler zincirinin halkalarını oluşturur. Bazı istisnalar bir yana, radyodan açıklanan saati, sadece saati öğrenmek için dinlemeyiz, ama bir eylemi programlamak için dinleriz. Böylece, Wittgenstein’m Tractatus’unda, dil ile dünya arasındaki eşbiçimliliği ileri sürmeye devam eden tasarımsal şema, yaşam biçimlerinin karmaşıklığı içinde faaliyet gösteren dil oyunlarına yerini bıraktı. Bu durumda genel bir eylem kuramı ortaya koymak gerekiyordu. Searle, söylem edimleri kuramım genişleterek böyle bir kuram ortaya koydu. Böyle bir girişim, görüngübilim ile analitik felsefe arasındaki karşıtlığın ötesinde, Brentano’nun yönelim çözümlemesiyle başlattığı tarzda bir zihin felsefesinin ana temalarını yeniden canlandırmaktadır, ama yine de söylem edimleri kuramının monologa dayanan temel görüşlerine bağlı kalmaktadır.
Bu gerekçeler son zamanlarda ortaya konmuştur ve dile tanınan statünün dönüşüme uğradığına tanıklık eder. Gerçi dil hâlâ önemli yerini korumaktadır, ama biricik konu olma durumunu ve aşkın statüsünü kaybetmiş gibidir. Böylece, anlamı, göstergelerin işlevleriyle ve düşünceyi dille bir tutan temel postüla sorgulama konusu olmaktadır. Bugün yapılan bilişsel araştırmalar, tasarımları salt simgesel ortaya koymalara indirgemek şöyle dursun, alt-simgesel ve eylemsel yapılara yer vermekte ve rasyonel faaliyeti, tasarımlar üzerindeki çıkarımlara indirgemek yerine bu faaliyeti birbirine bağlı öğelerin oluşturduğu şebekenin dinamik bir harekete getirilişi olarak ele almaktadır. Dolayısıyla XX. yy’ın sonunda dil felsefesi, yeni bir yola girmiş gibi görünüyor. □
Konuşma edimi. Can~es _ Sinema Festivali, jur 2aş*£-— cümlesiyle başlar Başta- – -m bir eylemi, aynı ?rr:: “s” ; sürmekle, hem de gerçet ş:
AYRICA BAKINIZ