Galileo GALILEI
Sanat doğanın içindedir, sanatkâr bunu oradan çıkarabilendir.
Albrecht DÜRER (Ressam ve gravürcü) *!
A ftronomi Biliminde yeni bir gelijme oldu- P^ğunda, “Evrene Yeni Bir Pencere Daha Açıl- l” SÖZÜ, genellikle kullanılır. Bu nedenle de, sayı gözlemek için kullanılan Teleskop, Radyo- ileskop, Uzay Navigatörleri, Sonda Uyduları.. ,b. aygıtlara, “Uzaya Açılan Pencereler” gözü e bakılmaktadır.
İnsanoğlu, “Evren içindeki yeri ve önemi” ni raştırdığı ölçüde, “Uzaya yeni pencereler” çmak için yepyeni aygıtlar yapmaya yönelmiş- r. Henüz, istediği yetenekte aygıtlar yapamamış Imakla birlikte, bu konuda çok büyük başarılara laşmıstır.
Ancak, bir de konuyu, tam tersine ele alalım.
Acaba, “Evrenden de dünyamıza pencereler çılmamı$ mıdır?”
Tıpkı, bizim “Atom Evreni” ni incelemek için, ok duyarlı aygıtlarla “Atom Evreni içine girerek” İr şeyler yapmamız gibi, “Evren içinden açılan encerelerle, Dünyamızı izlemek isteyen başka zay varlıkları olamaz mı?” Onlar da kendilerin-
bazı “Pencereler açarak” çevrelerini araştır- lak istemezler mi ? Bu “Pencereler” den bir ya da ılrkaçı, “Dünyamız”a yönelik olamaz mı?..
Bu soruları aklımıza getirdiğimiz anda, son ıllarda ön planda yer almış olan bazı iddiaların, e derecede olabileceği de düşünülecektir. Çok i\ bildiğiniz gibi, bu iddialar, “Çok eski »rlhlerde, Dünyamıza, uzayda başka gezegenlen bazı varlıkların gelmiş olduğu ve halen de ;elmekte olduğu” üzerinde toplanmaktadır. Bu ddlaljirı öne sürenlerin basında, İsviçreli gazete- :l ve yazar, Erich Von Dâniken gelmektedir. Chariots ot the Gods” (Tanrıların Arabaları) adlı ıltabı ile, bu konuda büyük bir heyecan yaratan Dâniken, kitabının, birden, yüzbinlerce sayılara raran satışı karşısında, aynı konuda bir kaç kitap iaha yazmış ve bu konu’da, ayrıca, bir de filim sapmıştır. Bu filim, ülkemizde de gösterilmiştir. Drtaya attığı iddialarının, (heyecan kısmı bir /ana) ne derecede doğru olabileceği, bilim düşünür ve bilim adamları, bu konudaki görüşlerini belirten kitap ya da makaleler yazmışlardır. Bu tartışma, bugün de, (eski heyecanını biraz kaybetmekle birlikte) süre gitmektedir. Dâniken, ilk kitabında, iddialarına kanıt olarak, “Tevrat” daki Hazekiel olayını ele almakta ve Hezekiel’in, uzayın derinliğinden, başka gezegenlerden gelen Astronotlar ile konuştuğunu, ileri sürmektedir. Gerçekten de, Tevrat’taki satırlar, Dâniken’i doğrularcasına, şöyle sıralanmaktadır:
“..Ve baktım, ve işte, kuzeyden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında, sanki ate$ ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı varlık benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: onlarda insan benzeyişi vardı; ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları doğru ayaklardı; ve ayaklarının tabanı, buzağı ayağının tabanı gibi idi ve cilalı tunç gibi pırıldamakta idiler. Ve dört yanlarında, kanatları altında insan elleri vardı; dördünün de yüzleri ve kanatları Söyle idi: Kanatları birbirine bitişmişti; yürüdükleri zaman, dönmüyorlardı; her biri dosdoğru olarak ileri yürüyorlardı..” (1)
l$te Dâniken, bu satırlara dayanarak, Heze- kiel’e doğru gelen “ateş ortasında ışıldayan maden” in bir “Uzay Gemisi” olduğu ve içinden çıkan varlıkların da “Uzay elbisesi giymiş astronotlar” olduğu sonucuna varmaktadır. Dâniken’ip yine kitaplarında, Peru’da Nasca düzlüğünde, (ancak uçaktan görülebilen) çok büyük şekillerin çizilmiş olduğunu, bu şekillerin bugünkü modern hava yolları işaretlerini andırdığını ileri sürmesi üzerine, birçok bilgin, bu konudaki araştırma ve incelemelerini ayrıntılı olarak belirtmek zorunda kalmışlardı. Oysa, bu çizgi ve işaretler ilk kez 1920 yılında Peru Hava Yollarının öncüleri olan Fâucett personeli tarafından incelenmişti. Kendisinden sonra da, ömrünü bü işe adamış olan Alman Arkeoloğu
görUjme ve Nasca’daki Teknik Dergisinin Şubat 1978 »aynında c(a yayınlanmış ve konunun L“‘ **> bü resimlet. Derginin kapak »tarak yer alfinıştı. Bu yazıda, iler arasında bulunan bir odun Radyo-Karbon Metodu ile ’ fumuhdan sonra 525 yılına geldiği |İtır diye bildiriliyordu. O halde, bu , 0 «ski tarihte, orada yıkayan (ya da gelen) uygarlık tarafından yapılmıştı, niçin yapılmıgtı?.. Dr. Maria Reiche, bu İn,, bir “Takvim” görevi yaptığını ileri tedlr. Ancak, 74 yasındaki bu büyük kadın ¡§, bu şekillerin ne geldiğinin
pe saptanamadığını ve hâil da gizliliğini |unu, sözlerine eklemişti. (2) llllğlni korumakta olan başka bir olay da llarından 3050 kilometre açıkta bulunan ra Adası’nda bulunan dev heykelleraır! İlkleri 10 ile 20 metre arasında değişen ve ağırlığında bulunan bu heykeller, adanın i sıra ile niçin dizdirilmisti ? Binlerce yıl su adada yasayan uygarlık, bu heykelleri zorunluluğunu, neden duymuştu? Ada n, Paskalya adasına “Kus Adamlar Ülkesi” vermesi de, olaya başka bir gizlilik du. Acaba, bu adaya çok eski tarihte, gezegenlerden, Astronotlar mı gelmişti? Boyutları ve İnsan” adlı kitabımızda, bu soruların, “Gezegenlerin Tarihsel ‘ açısından ele alınması gerekeceği, üze- lurmuş ve şunları yazmıştık:
Burada önemli olan, ‘Evrenin Tarihsel rii’ içinde, diğer gezegenlerden, daha ya$lı inlerdeki varlıkların durumudur. Bu geze- leklsyarlıklar, ‘Evrimler’ ini, kendi geze- Inden daha genç olanlarda yasayanlardan, ıha önce geçirmiş olacaklarından, ‘Uzaya konusundaki öncelik de, hiç $üphe yok varlıkların olacaktır. (3)
İMpnlze küçük ölçüde yansıyan bu iW|fa İncelemeler, batı ülkelerinde, çok >)r blçttftde süre geldiğinden, ünlü bilgin^ rtrfmaya girmekte ve bu konudaki görüs- IÇİklamaktadır. Günümüz ünlü Astronomi Cw| Sağan, son olarak 1979 yılında iHjflŞbında, bu konu üzerinde durmakta ve ’da yayayan Dogon adındaki kabile halkı* ‘Evren” hakkındaki inanç ve görüşlerini
yayınlanan ; OMNI
“Ak Cüceler ve Yeşil Adamlar) White Dwarfs and Green Men) baslığı altında sunulmuştur.
Bu konuda. Cari Sağan söyle yazmaktadır:
“..Bugünkü Modern Fizik ve Astronomi bulgularının, “Bilim öncesi” ve “Teknik öncesi Çağı” yasayan insanlar tarafından da, yeteri kadar açıklandığı yolunda, (bir tek ayrı örnek dışında) hiç bir hikâye anlatılmamaktadır. Bu, &r tek örnek ise şudur: ,
Batı Afrika’da, Mali Cumhuriyetinde yaşayan Dogon halkı, Sirius yıldızının dönfifü hakkında, çok ilginç bir mitolojik inanca sahiptirler. Bugün, Mali Cumhuriyetinde, birkaç yüzbin Dogon yasamaktadır ve bu kabile * halkı üzerinde. Antropologlar, 1930 yılından- beri yoğun bir inceleme yapmaktadırlar. Dogonların, bazı mitolojik esasları, Eski , Mısır uygarlığı’na ait hikâyeleri hatırlatmaktadır. Bu nedenle de, bazı Antropologlar, Dogon Kültürü ile Eski Mısır Uygarlığı arasında, bir bağlantı olduğu kanısın- dadırlar. Eski Mısırlı kâhinler, Sirius yıldızının “Helezon biçimind$ii doğusu” nu göz önüne alarak, “Nil Tasması” nı, önceden bildirerek kehanette bulunmuşlardır.
Bir Fransız Antropoloji biigini olan ve 1930 yılından 1940 yılına kadar Dogon’lar hakkında inceleme yapan Marcel Griaule, Dogon Astrono- misi’nin gücü hakkında, ilginç notlar saptamıştır. Bugüne kadar, d^a önce tutulmuş olan Batılı kaynakfar, Griaule’un saptadığı ilginç olaylar hakkında, hiç bir bilgi vermemektedir. Griaule’un, Dogon halkının inançları hakkındaki ilginç notlarr, geçenlerde, Ingiliz yazarlarından R.K.G. Temple tarafından kamu’ya duyurulmuştur.
Bilim öncesi t^ağı yaşayan toplumların, inanç ve kültürlerinin tam tersine, Dogon’lar, Gezegenlerin, (tıpkı Yerküresi gibi) kendi eksenleri çevresinde döndüklerine, aynı anda da Güneş çevresinde döndüklerine, inanmaktadırlar. Hiç kuşku yok ki, bu durumun saptanmasına, çok yüksek bîr teknoloji ile erişilebilmiştir. Bugün, yeryüzünde yaşayan insanlar arasında, Copernicus gibi bir görüşe sahip insan, çok ajdır. Gefçi, Eski Yunan Kültüründe, Pythagoras vie Philolaus gibi düşünürler çıkmıştı. Onlar, belki de, baplace’ın, $u sözlerini andıran bir görüşe sahiptiler: “Gezegenlerin hter biri, bir “Dünya” dır. Uzay’da ışık saçan Yıldızlar da, birer “Güney” tir. H|r biri, birer merkez durumunda olan bu Yıldızlar, Evrelerinde ^USnen Gezegenler! -lW birlikte, âyrii’blrer bu ö|ratiler,
hava’dan oluşan) dört element’in varolduğuna inanmışlardı. Sokrat’tan önceki Filozoflar, bu dört elementten birini, esas olarak ele almış ve o elementin, “Aha Madde” olduğunu savunmuştu. Evren’deki diğer maddelerin, bu ‘dört ana madde’den meydana geldiğini, ileri sürmüşlerdi. Biz, Sokrat’tan önceki Filozofların, bu iddiaları üzerinde durmak istemiyoruz. Onlardan biri, istatistik temellere dayanan doğru Saptamalar yapmıştı. Aynı biçimde, yüzlerce ve binlerce çeşit kültürü karşılaştırdığımızda, her birinde, ayrı bir “Evren Bilim Görüşü” olduğunu görecektik. Bu ayrı kültürlerin, şimdi de ve sonra da, ayrı görüşleri olabileceğini görerek şaşırmayacaktık. Onların bir kısmı, bugün için doğru olmadığı gibi, olanaksız bulunan, bazı idea’lar sonucuna varmaktadır.
Fakat, Temple’ye göre, Dogon’lar, çok daha ileriye gitmektedirler. Onlar, Jüpiter’in, dört tane Uydu’su olduğu ve Satürn’ün çevresinde, “Yüzük biçiminde bir halka bulunduğu” na inanmaktadırlar. Belki de onlar, kişisel olarak, “Olağanüstü bir görme yeteneği” ne sahiptirler. Bu nedenle de, normal insanların göremediklerini ve Galileö’- nun teleskop ile gözleyebildiği Jüpiter’in uydularını ve Satürn’ün halkasını, çıplak gözle görebilmektedirler. Tıpkı, Keplerden önceki bütün Astronomların, “Gezegenlerin, dairesel değil, elips biçiminde yörüngeler çizdiğini söylemesi gibi” bir “Güneş Sistemi” resmi çizmektedirler.
Çok daha güçlü bir durum, Dogon’ların, (Uzay’da çok parlak bir yıldız olarak gözüken) Sirius Yıldızı hakkındaki inançlarıdır. Dogon’lar, Sirius yörüngesinde, 50 yılda bir devrini tamam- biçimindedir). Dogon’lar, Sirius’un Eşi’nin, çok küçük ve çok ağır bir yıldız olduğuna. ve yeryüzünde ^ulunmayan “Sagala” adında özel bir metal’den oluştuğuna inanmaktadırlar.
Çok ilginç olan bir gerçek, Sirius A’nın, çök karanlık bir Eş’i olması ve Sirius B olarak tanınan bu Eş Yıldız’ın, onun çevresinde her 50.04 + 0.09 yılda elips biçiminde bir yörünge çizerek, dönmekte olmasıdır. Sirius B yıldızı, Modern Astrofizikçiler tarafından, sönmüş bir yıldız, bir “Ak’Cüce” olarak keşfedilen ilk örnek’tir. Sirius B yıldızının maddesi, yeryüzünde bulunmayan ve relativistik bozulmaya uğramış bulunan bir madde’dir. Bu madde içinde, elektronlar, atom çekirdekleri çevresinde dönerek dışarıya fırta- mamaktadırlar. Bu nedenle, büyük bir olasılıkla, onun maddesinin metalik bir madde olabileceği söylenebilir. Sirius A yıldızının, “Köpek Burcunun Köpeği” olarak tanınmasından beri, Sirius B yıldızı, onun “Yavrusu” olarak bilinmektedir…” (4)
Cari Sagan’ın, bu satırlarını okuduktan sonra, insan, elinde olmaksızın, bu konunun biraz daha derinlerine inmek istiyor. Her şeyden önce de, Sirius Yıldızı’nın, Eşinin Durumunun, nasıl saptanabilmiş olduğunu ve hangi Astronomik çalınmalarla bu gerçeğe ulaşılabilmiş olduğunu, öğrenmek istiyor.
Alman Astronomlarından F. W. Bessel, 1844 yılında, teleskopunu, yalnızca Sirius yıldızıma yöneltmiş ve bu parlak yıldızın hareketlerim gözlemeye başlamıştı. Uzun süren gözlemleri sonunda, kara bir nokta biçiminde, bir baffca yıldızın, 50 yıllık bir devir süresi ile, Sirlul Yıldızının çevresinde dolandığını saptamıştı.
1ÎÜ kir« nokta biçimindeki “Eş Yıldız”) ıy* yönelmişti. Yaptığı gözlemler sonun- ı A yıldızının, hemen, hemen Güneşimiz lündt olduğunu, kara nokta biçimindeki 1in İM, Slrlus A’dan 10.000 kez daha ufak olduğunu saptamıştı. Bu durum, Sirius >k az ısı ve radyasyona sahip bulundu- Jlterlyordu. Bu konu hakkında daha bilgiyi, Ingiliz Astronomi Bilgini Sir «ns’ln kitabında da buluyoruz: rlus A’nın.sönük arkadaşı Sirius B, gökte : yıldızdır. Renk ve Tayf tipi bakımından ya benzerse de, onun ancak, 10.000 de ır ışık yayınlar. Yüz sıcaklığındaki küçük mı bıraktıktan sonra, yüzünün, Sirius A ı 3.000 de biri ve çapının da, 55 de biri duğunu buluruz. Kütlesi, Güneş kütlesizi kadar olan Sirius B, arkadaşı Sirius «, hacmi, 160.000 kez daha küçüktür. ai|il ilginç olan Sirius B’dir. Çünkü, suya ğürjluğu 80.000 olup, bir santimetre ı ağırlığı, 80 kilogram kadardır!..” (5)
}-Fizik bilginlerinin, Sirius A ve Sirius B ı hakkında, bu görüşlerini öğrendikten )ogon halkı’nın, böylesine yüksek bir nasll edinmiş olabilecekleri, aklımıza İr. konüyu kitabında, özellikle ele almış rl Sağan, bu olayın, “Uzaydan başka ın gelmiş olduğu biçiminde yorumlanalı” kanısındadır. Cari Sagan’a, göre, uz başında, bir Fransız, Batı Afrika’yı itmiş ve Sirius Yıldızı hakkındaki görüşle- |on halkına anlatmıştır. Bu Fransız, bir t, bir maceracı ya da bir antropolog Dogonlar da, böylece, ondan bu bilgileri olabilirler.”
leğerlendirmed.en kolayca görüyoruz ki, ilamları, olayları, hemen bir “heyecan ‘ içinde değerlendirmemekte ve çeşitli iri gözönüne almaktadırlar. Bu nedenle an Jialk|,’nın “Evren” hakkındaki görüşleri la, İşte bu olay, Batı Afrika’ya, Uzak ilerden Uzaylı Varlıklar Geldiğini Gös- tdfrl..” diye acele sonuçlara varmamak- Billm adamının, bir olayın doğruluğunu >l|mesi için, o olayı bir kaç kez gözlemiş ve doğruluğundan kuşku duymaması ıkteçjir. Ünlü ItaJyaVı Atom Fiziği Bilgin- Enrlco Fermi’ye, bayka gezeğenlerden ııza varlıkların gejlp gelmediğini, 1943 sordukları zamgn, İki kelime ile cevap Nei^de pıiiar^ , inceleyen bilgih) M.M. Agrest, yıldızlar arası uygarlıklardan, gezegenimize, gerçek ziyaretle* rin yapılmış olduğunu, ileri sürmüştü. Amerikalı Astronomi Bilgini Cari Sağan, Sovet Astronomi Bilgini Shklovskii ile birlikte yazmış oldukla^ kitaplarında, bu konuda, şöyle demektedirler: “..Agrest, Tevrat’ta yer alan bir çok olayın, yıldızlararası yolculuklar yapabilen Astronotların Dünyamızı da ziyaret etmiş olduğunun gerçek birer kanıtı olduğunu, ileri sürmektedir, örnek olarak, Tevrat’ta sözü edilen “Soçfom ve Gomor- ra” olayındaki, büyük patlama-ve kentlerin yok oluşu, çok eski bir tarihte, orada nüklear bir patlama olabileceğini göstermektedir..” (6)
Bu iddialar üzerine, Tevrat’ta, “Sodom ve Gomorra” ya ait sayfaları açtığımızda, şunlan okuyoruz:
“..Ve Rab, Sodom ve Gomorra üzerine, göklerden kükürt ve ateş yağdırdı ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın bitkilerini alt üst etti. Ve Lut’un karısı, onun arkasından geriye doğru baktığında bir tuz direği oldu..” (7)
Bu satırlar, bir an insan’da Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine İkinci Dünya Savaşında atılan “Atom Bombalan” nın patlaması sonunda, meydana gelen Nüklear Reaksiyonların anlatımı gibi, bir izlenim bırakmaktadır. Böylesine bir ateş ve kükürt yağmuru, ancak, bir atom bombasının patlatılması sonunda meydana gelmektedir. M. M. Agrest’in.ısrarla iddia ettiği gibi, acaba, o çok eski tarihte, bu olay, Tevrat’ta ‘lut’un gördüğü iki melek” (ya da uzak gezegenlerden gelen iki Astronot) tarafından patlatılan atom bombası ile mi olmuştur? O tarihten bugüne kadar, o yerlerde, “Nüklear Artık” lar kalmış mıdır? Ya da, bu olaylardan başka, “Evren’den Dünyamıza” ne çeşit pencereler açılmış olabilir?,.
Sanırım ki, Antropologlar, Etnograflar, Çekirdek Fizikçiler, Astro-Fizikler tarafından bu olaylar, derinliğine ele alınıp incelendiği anda, gerçek durum, kesinlik kazanabilecektir.
Hiç kuşku yok ki, üzerinde, çok çeşitli tartışmaların yapıldığı bu konunun, bir tek yazı içerisine sığdırabilmesi, çok zordur. 6u konulardaki ilginç bilimsel çalışma ve tartışmalardan, ileride fırsat buldukça, bilgi iletiminde bulunmaya çalışacağız.
TEVRAT HEZEKtEL Bap. I. 4-10. Kitabı Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul, 1988, Sayfa: 788. ‘ –
AKMAN Toygar, Evren Boyuttan ve İnsan, Milliyet Yayını, İstanbul, 1978, Sayfa: 200.
SAGAN Carl, Broca’s Brain, New York 1979, Excerpt reprinted OMNI Ağustos, 1979, Sayfa : 47.
JEANS Sir James, Univers Around Us (Etra- ftmtidaki Kâinat), Çeviren: S. M. Uzdilek,
Istanbul, 1950, Sayfa: 193-194.
SHKLOVSKII I.S., SAGAN Carl, Intelligent Life In The Universe, A. Delta Book, New York, 1966, Sayfa: 454-455.
TEVRAT, TEKVİN Bap XIX, 23-27, Kitabı Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul, 1958, Sayfa: 16.
undan yıllarca önce Amerika’da iki kardeş Wright Brothers, havada uçmağı denemişler ve akaryakıt motoru ile isleyen ilk uçağı bulmuşlardı. O günden bugüne yalnız dünya üzerinde uçan çeşitli birçok uçaklar yapılmadı, insanlar aya bile Uçtular, ses duvarlarını aştılar, Fakat akaryakıt konusu onları daha başka olanaklar aramaya zorladı. Şu anda güneş ışığından faydalanarak uçan ilk uçakla karşı karşıyayız. Acaba 15-20 yıl sonra bu ilk uçuşta uçak pistten bir kuş gibi sessizce havalandı. Bu uçma aracının önünde alıştığımız gibi bir pervane dönüyordu ve bu bir metre uzunluğundaki pervane havada göze çarpan çevrintiler meydana getiriyordu: Güneş hücreleriyle beslenen bir elektromotor, pilotu bu uçan sabun sandığında mütevazi bir vantilatörün’ hışırtısı ile göklere çıkarıyordu. ,>s
Kaliforniya’nın Riverside’ındaki küçük ve sakin bir hava meydanında 1979 yılının 29
Wj) Înühendis “Solar Riser” adını verdiği tf^leiylfc 9 metr^ yüksele çıkmış ve 800, llfb|r mesafeye kadar uçmuştu, irokratlar az kalsın bu ilk uçuşa engel lirdi. Aslında Mauro 28 Nisan günü büyük site kitlesi önünde yapılacak bir hava isinde uçağını uçurmak istemişti. Amerikan Jçuşları Federal Dairesinin memurları ciddî ;ağa pek benzemeyen bu basit aracın una müsade etmemişlerdi. Onlar bana karşılarına bir uçan daire ile çıkmışım gibi bir bakışla baktılar, diyordu Mauro ve >rdu.
auro 2,5 Milyon Türk Lirası tutan deney uçağının yapımında şimdiye kadar alışılmış ıçak yapımına benzemeyen kendine özgü sarım ve yöntem kullanmış ve güvenlik ırına pek aldırış etmemiştir. Elektromotor- ıreli olarak ağır olduklarından ve güneş eri de az enerji verdiğinden, uçağın son »de hafif olması gerekiyordu. Bu hususta light Flying Machines (son derecede hafif tr imal eden) firmasının şefi olması ısıyla büyük bir tecrübesi vardı, idi ay süren sıkı bir çalışmanın sonunda
Bunların üzerine düşen güneş ışınlarının etkisiyle güneş hücrelerinde)#kristallerin —çoğunlukla silizyum kristalleri — elektronları harekete geçiyordu. Bu devamlı akım bir elektrik akımında« başka birşey değildi Bu da bir otomobil debreyaj motoru büyüklüğünde bir elektromotoru çalıştırmaya yetiyordu. Elektromotorun 3kilowaltlık gücü de Larry Mauro’yu ve 60 kilogramlık uçak ağırlığını havada hareket ettirmeye yeterli geliyordu.. ■
Bulutların üzerinde ekzossuz, sessiz ve yakıtsız, sınırsız uzun zaman güneşin arkasından uçmak hayali yalnız Mauro’yu sarmamıştı. Ondan neredeyse 6 hafta sonra, 13 Haziran’da, Güney Ingiltere’de Isham Hava Meydanında “Solar One” da 1126 metrelik bir uçuş için havalanmıştı. Frederick To adında Hong Kong’lu bir mimarın yönetimi altındaki bir Ingiliz ekibi 103 kilogramlık, güneş enerjisi ile işleyen bir uçak yapmıştı, ki, bu, neredeyse Mauro’nunkinden iki kat daha ağırdı. Dört küçük, elektromotor 750 güneş hücresinden besleniyor ve beraberce bir pervaneyi çalıştırıyorlardı. Ekip daha fazJa güneş hücresi ve daha kuvvetli motorlar kullanarak şimdiye kadar elde edilen uçuş mesafesini ve
yapmakta çalışan ekipler henüz daha amatör model evresini geçememişlerdir. Bir oyuncak firması olan Graupiner 1976 danberi 10 VVattlık yardımcı motor ile çalışan iki metre uzunluğunda bir güneş planörü üzerinde çalışmaktadır. Model yapıcılar bu yoldaki çalışmalarının daha başlangıçta olduklarını söylemektedirler. 600 gram ağırlığındaki modelleri “Solaris” 50 metre yüksekliğe çıkmayı başarmış ve iki buçuk dakika havada kalmıştır.
Pforzheim’li bir mühendis olan Helmut Schenk ise kendi yaptığı bir modelle 8,5 dakikalık bir rekor elde etmeyi başarmıştır. Çevreyi kirletmeden uçan güneş uçaklarının karşılaştığı
erkes kendi kişisel yaşantısından sıkıcı bir havanın ne demek olduğunu ve bunun kendi çalışma gücünü ne kadar kötü etkilediğini pek güzel bilir, öte yandan genellikle ılık bir hava çok kızgın olmayan bir güneş ve yayılmış parça bulutlardan oluşan bir günün bize ne kadar hoş bir tazelik verdiğini de hiç bir zaman unutamayız. Bu gibi hava durumları kişisel gücümüzün artmasında da büyük bir rol oynarlar. Havanın insanın üzerine yaptığı tesir hepimizce bilinen bir şeydir, eğer böyle olmasaydı onu hergün heyecanla radyolarımızda veya televizyonumuzda izlemezdik. Fakat acaba belirli bazı kara parçalarının ve coğrafik dolayların oluşturduğu iklimin bütün burada yaşayan insan gurupları veya uluslar üzerinde engelleyici ya da geliştirici bir etkileri yok mudur?
Goethe “Bir hava bilimi üzerine denemelerini” yazdığı zaman bu konuyu ele almıştı. Onun düşüncelerine göre bütün ada sakinleri ve deniz kıyısında oturan insanlar büyük kıtaların içerilerindeki uluslardan çok hareketli bir hayat sürerler. Bu herhalde biraz fazla genelleştirilmiş bir iddia olacaktır. Zamanımızda Rusya’nın bir tarım ülkesinden bir sanayi memleketi haline
maIimacİ Kıı ¡/J/Jıamn nal rinftrı ı s\lma/‘lıAı Irııckn.
başka bir çeşit esas farklar gösteren uluslar da vardır: Avrupa memleketlerinin bir çoğunda kuzeydeki ulusların güneydekilerden daha faal olduklarını söylemek kabildir, örneğin bu Fransa, İtalya ve Ispanya için söylenebilir, hatta sanayi potansiyelinin yüzde bakımından çoğunun kuzeyde bulunduğu da bir gerçektir. Güney bölgelerindeki daha az hareketliliğin sebeplerinin bu ülkelerdeki yüksek ortalama sıcaklıklarla ilişkili olduğu gösterilebilir.
Bu sorunu kuzey yarıküresi bakımından ele alırsak, herhalde yeni zamanların en büyük buluş ve gelişmelerinin kuzey yarı küresinin ılıman enlemlerinde meydana geldiğini, itiraf etmek, zorundayız: Bütün bu hareketler, ne insan enerjisinin büyük bir kısmının onu hayatta tutabilmek için sarf edilmek zorunda olduğu yüksek kuzeyde, ne de çok yüksek sıcaklıklar ve nemli sıkıntılı havaların insanın her türlü faaliyetini engellediği güneyde meydana gelmemiştir.
Bununla ilgili olarak şunu söyleyelim ki burada esas rolü oynayan sıcaklık durumları değildir. Kuzey 40 – 60 enlem arasındaki kesim aynı zamanda Siklonların en çok rastlandığı bir
ttftlaArlir Rıı oArHnfUtA haunmi7i An fazİA
edici bir nevi “dürtiicü iklim” görevini K. Kutupsal, subpolar. denizse) ve karasal kitleleri ve iklim etkileri arasındaki bu ılı değişiklik olağanüstü düşünsel ve fizik- r teşvik faktörüdür, ki o daha yukarı ie ve daha aşağı güneyde bulunan bölge- daha tekdüzey iklimleriyle, tamamiyle r. İklim aynı zamanda doğrudan doğruya •yıcı bir faktör olabilir. Yüzyılımızın ilk on ıda tropik ve subtropik bölgeler günlük İn sağlanması bakımından bu kadar zorluk kuzey bölgelerine oranla bir nevi cennet İl, çünkü oralarda hiç bir şeye ihtiyaçları ın İnsanlar hiç bir zorluk çekmeden günlük lerlni sağlayabilirlerdi. Bu devamlı kurulu} i sofralara bir de “laisser-faire, laisser-al- ırak yapsın, bırak gitsin) den gelen liberal jayış tarzı ve bir taraftan da bütün tllllgl frenleyen yüksek sıcaklar eklenince, en çok beğendiği özdeyişlerin başına fa niente = o tatlı tembellik” geçti ve l yaşam böyle adam sendeci bir düşünü- ri oldu.
nyamızdaki en eski kültür merkezleri kültür ve uygarlık anıtlarının bulundukları oranla çok daha güneylerdedir. Doğuda ı Mısır, Mezopotamya, Filistin, Iran, ı, batı yarı küresinde Maya ve Aztek irini sayabiliriz. Bütün bu kültür merkez- ukça dar bir bölgede ve 30 ile 40 enlem teri arasındadır. Bunun tamamiyle kanıtlar ■çeklerle ortaya konacak iklimsel bir tası yoktur. Fakat biz oldukça kesin olarak edebiliriz ki, uygun bir iklim ve yeter de su rezervleri (ister ırmaklar, ister ‘ olsun) bu eski yüksek kültürlerin öluşun- tajlı koşul olmuşlardır. Bunların sonradan İh gelen çökümlerinin iklimsel nedeni erip olmadığı cevabı çok güç bir sorundur, kurama göre bunlarda subtropik yüksek kuşağının yerini değiştirmesinin de rolü olmalıdır, örneğin orta doğunun sözü bu memleketlerinde o zaman, bugün i bölgesinde hüküm süren iklime benze- r iklim hüküm sürmekteydi ve oranın bu sırada bütün güçlerini kullanıyorlardı, ınra bu iklimin yerine yavaş yavaş bir çöl ¡eçmişti ve böylece kültürler yavaş yavaş r. Fakat bu kültürlerin batımıriı yalnız eğişiklikleri ile açıklamaya çalışmak da 4lr hata olur.
I Yunanlıların evlerini ısıtma tekniğini
|JL. -M. <u’.- – , t • « yukarı, kuzeye doğru çıkmasında büyük bir katkısı olmuştur, ilk kültürlerin 30 enlem derecesinde meydana geldiğinden yukarıda söz etmiştik. Kuzeye doğru atılan ilk adım Akdeniz bölgesinde olmuştu, sonra oradan daha büyük insansal faaliyet ve güç batı ve Orta Avrupa ve Kuzey Amerika’nın orta enlemlerine^ atlamıştır.
İnsan yeter derecede giysi, barınak ve ısınma olanağı olmayan en ilkel durumunda bugün dünyanın en yüksek kültür merkezlerinin bulunduğu yerlerde feci bir surette ölür giderdi. Hatta bir parça daha elverişli durumlarda bile insan kendi çıplak varlığını korumak için öyle büyük bir savaşım içinde olacaktı ki, kendisinde yüksek kültür yapıtlarını meydana getirecek gücü, istese bile bulamayacaktı.
Ulusları veya halk gruplarını doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yeni yaşam bölgeleri aramağa zorlayan iklim değişikliklerinin çok zararlı etkileri olmuştur. Direkt bir etki, iklim koşullarının bozularak insanların toplu halde bulundukları yerleri terk etmek zorunda kalmaları halinde söz konusudur. Dolaylı etkilere gelince, ulusların besin olanaklarının kalmaması halinde bunlardan söz edilebilir, örneğin tarlaların ve otların tamamiyle kurumsına sebep olan uzun süren kuraklıklar. Bu tür iklim etkilerinin Orta Asyadan ve Mİacar ovalarından büyük ulusal göçlerin ve atfı ordularının harekete geçmesinin etkeni oldukları ve bunlarda esas etkenin komşu ulusların yer ve mallarını almak olmadığı düşünülebilir, çünkü uzun süren kuraklık ve evreleri ve bunların sonuçlan İç Asya’daki ulusların batı ve güneye istilâ seferleri düzenle- lemelerine sebep olmuş olabilir.
Şunu çok kesin olarak söyleyebiliriz ki Onaltıncı Yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da iklimin bozulması ve köylülerin bundan dolayı fakirleşmelerinin köylü isyanlarında büyük katkıları olmuştur. Bundan sonraki yüzyıllarda Avrupa’da iklimin bozulması tarımı etkilemiş ve bundan dolayı Kuzey Amerika’ya büyük göçler başlamıştı.
Savaşlarda bazı muharebelerin sonucunda havanın etkisi somut olarak kanıtlanabilmekte- dir. Buna bir misal olarak Napolyon l’in “Büyük Ordusunun” yenilmesini verebiliriz, 1812 yılında Rusya’da müthiş bir kış olmuştu. Hitler de Rusya’nın böyle müthiş bir kışında başarısızlığa uğramıştı. 1940/41 kışı Batı ve Orta Avrupa’dan Urallara kadar böyle soğuk bir kış olmuştu. O vakıtlar Hitler Alman Hava Bakanlığının uzun
ı «.BVi’VI toKŞIflİY«*’
istetmişti. Uzmanlar en iyi bilgilerine göre ve Hollanda aakı lsP* î.jyi direkt yolu WÇ*>
(gerçek metirç mevcut değildir) böyle müthiş bir yüzünden doğrudan cot ^ ^ |r|tn(ja üzerinden
kısın bir daha gelmeyeceğinin, genellikle böyle medi. Eylül ayında ı, prBtfffMtl tonbehar
bir kısın ancak on yıl sonra bir daha gelebilece- dönmek zorunda *ca*l”ca^||ef| heırten hemen
ğinin olasılı olduğu yanıtını verdiler. Bunun fırtınalı3 yakalandı kaderin
üzerine “FOhrer” Rusya’yı istila hazırlıklarına tamamen hatıra p»r»l«rı
başlanmasını emretti. 1942/1943 kışının da bir oyuWnu 8ördü’*T Vgun(jan »onriSi bUlnen
böyle müthiş bir kıs olmasının Alman Ordusunun basarak t>unu sap5 oluğun batısı ve Ingiliz
öncülerinin Moskova kapılarının önünde durdu- tarihdir: lsPar4Y^ *w,*ı|neji başladı,
rulmasında büyük bir rolü olmuştur. Imparatotluğunun yükse ^ ^ava ve ¡|(||mjn Daha başka klasik bir misal de hava ve Bütün t>u anlatılan ^gri„ somonu çıkar-
iklimin Ispanyalı Filip H’nin “yenilmez” Armada- dünya tabine hükme gibi etkilecln var
sının batmasında oynadığı roldür. Yeni zamanla- mak yanli5tır- B’z Ya^ız zjta on|ar geriye
bu ilk büyük deniz savaş filosu 1588 de Mans olduklarına işaret etme ‘s, tarihsel geliş-
denizindeki savaşlarda daha hızlı ve daha çabuk bakarken anladığımız gj am,s|arcıır-
hareket edebilen Ingiliz gemileri tarafından melerde önemli birer ro yalnız kısmen sıkıştırılmış, bir parça hasara ¡¡¡e WELTWOCHE’den uğratılmıştı, fakat geri dönüşlerinde filo Flandern