Genel

GENÇ OSMAN DESTANI

GENÇ OSMAN DESTANI

GENÇ OSMAN DESTANI

GENÇ OSMAN DESTANI

GENÇ OSMAN DESTANI
Hanedâm Türkçe konuşuyordu. 1781-83 yılları arasında Gence, Karabağ hanlarının eline geçtiyse de geri alındı.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Gürcistan’ı işgal eden Rusya, Gence ile birlikte bütün bağımsız Azerbaycan hanlıkları için tehdit unsuru oldu. Bu hanlıklar büyük tehlikeye karşı aralarında birleşmeyi başaramadılar. Rusya bu sırada Dağıstan ve Kuzey Kafkasya’da bulunan hanlıklarla savaş hâ-lindeydi. Azerbaycan’daki coğrafî durum Rusya’nın, Dağıstan’ı ve Kuzey Kafkasya’daki hanlıkları ele geçirmesini: güçleştiriyordu. Kafkasya’daki Rus orduları kumandanı general Sisyanov 1803’te Tiflis’ten hareket ederek Gence’yi kuşattı. Gence Hanı Cevâd Han Ruslarla yaptığı, yenildiği ve devletini kaybettiği muhârebede öldürüldü. Oğlu ve veliahdı Hüseyin Han da babası ile aynı günde Ruslar’ın top ateşi ile öldürüldü. Cevâd Hanın ve Hüseyin Hanın öldürülmesi üzerine iki koldan şehre giren Ruslar yağma yaparak, halkı öldürdüler. Gence Hanlığım ortadan kaldırdılar. Buranın admı da Çariçelerinin onuruna Elizabetpol olarak değiştirdiler (1804). Hüseyin Hanın kardeşi Uğurlu Han bu târihten 22 yıl sonra Gence’yi Ruslardan geri alıp 2 yıl Gence Hanlığı yaptı. Fakat Ruslar ülkeyi tekrar istilâ ederek Gence Hanlığını tamâmen ortadan kaldırdılar. Gence de Türk-mençay Antlaşmasıyla Rusya’ya ilhak edildi. Komünist idâre Gence’ye Kirovabad admı verdi.

Gence Hanları ve Hanlık târihleri:

Şahverdi Han………………………………………………(1747-1761)

Mehmed Haşan Han……………………………(1761-1786)

Cevad Han……………………………………………………..(1786-1804)

Uğurlu Han…………………………………………………..(1826-1828)

GENÇ OSMAN (Bkz. Osman Han-II)

GENÇ OSMAN DESTÂNI; Sultan Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferine katılan Genç Osman adlı delikanlı ile ilgili menkıbe. Olay 17. yüzyılın yeniçeri âşıklarından Kayıkçı Kul Mustafa’nın destanıyla da bestelenerek günümüze kadar gelmiştir. Günümüze farklı manzum metinler halinde gelen menkıbenin konusu şu şekildedir:

İran şahı, Dicle Nehrini geçip Bağdat’ı fet-heylemiş, Ehl-i sünnet Müslümanlanna şiddetli eziyetler ve mübârek makamlara karşı hürmetsizlik etmektedir. Haber Sultan Murâd Hana ulaştığında Pâdişah’m canı sıkılmış, harp dîvânını toplamış ve Bağdat’a sefer için ordunun hazır olmasını dilemiş. Sultan yeniçeri ve sipahilerden başka gönüllülerin de sefere gelmesini istemiş ve bu hususta şöyle buyurmuş:

Ayrıca ulaklar salın her yere Gönüllüler dahi gelsin sefere
Gönüllü olanlar bıyık burmalı Öyle ki, üstünde tarak durmalı

Bıyıksız gençlerle Bağdat iline Varamam… Buyruğum böyle biline

Pâdişâhın bu fermânına rağmen gönlü cihad âteşiyle yanan, 18 yaşında, üç aylık evli Genç Osman kendini nefer olarak yazdırmayı başarır. Fakat bu haber pâdişâhın kulağına gider. Murâd Han; “O söz dinlemezden hesap sorayım!” diyerek otağı hümâyûna çağırtır. Osman’ı gören bütün vezirler ve beyler pâdişâhın onu cezalandıracağını düşünerek: “Eyvah bu tüysüz yiğide yazık olacak!” dediler:

Osman otağ içre el-pençe dîvân Gök gibi gürledi Sultan Murad Han Bre bilmez misin eyledik fermân Şol Bağdad üstüne gider olanda

Gönüllü olanlar bıyık burmalı Öyle ki üstünde tarak durmalı Bir pençe vuruşta kalkan kırmalı Düşman üzere hamle eder olanda

Osman kaşla göz arasında cebinden çıkardığı demir tarağı üst dudağma vurdu. Demir tarak körpe dudağa saplanıp titredi ve durdu. Tarağın dişlerinin dibinden kan damlaları dökülürken, elleri göbeğinin üzerinde göğsü kabarık, başı dik olduğu halde şöyle dedi:

Gündüz gece gönlü ayık sultanım Bin Bağdat şehrine lâyık sultanım İşte tarak işte bıyık sultanım Ölürüm ben, size keder olanda

Murâd Han fevkalâde memnun. Osman’ı duâ-larla taltif ettikten sonra Bağdat’a ilerleyen öncülere serdar eyledi.

Genç Osman bundan sonra kırk gün Bağdat muhasarasında cansiperâne çarpıştı. Kırkıncı gün Osmanlı sancağını surlara dikti. Bu sırada kolları ve bir rivayete göre de başı kesilmesine rağmen savaşmaya devam etti. Neticede Bağdat’ın kesin olarak elde edilmesinden sonra vasiyetini yaparak toprağa uzandı:

Sözümü iletin ol Murad Hana Din ve devlet için boyandım kana Akşam, sabah her an yolumu gözler Bir tâze gelinle bir garip ana

Anam gözlemesin artık yolumu İncitmesin benim körpe dulumu Ak sütünü helâl etsin oğluna Böylesine arz eyleyin halımı
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI; Alm.

Haupt-quartier n des Grossen Generalstabs, Fr. Quartier m General de VEtat majör de l’Armee, İng. General Staff Headquarters. Silâhlı kuvvetlerin en üst makamı. 1860 yılında Seraskerlik-Harbiye Nezâreti kurulduğu zaman “Erkân-ı Har-biye”de Seraskerliğin bir şûbesi olarak çalışmalarına başladı. Bu şûbe 1880 yılında yedi şûbeden kurulu bir dâire hâline getirilerek “Erkân-ı Har-biye-i Umûmiye Dâiresi” adı altında yeniden düzenlenerek Başkomutanlığa bağlandı. 1882 yılında yeni bir düzenleme ile şûbe sayısı altıya indirildi. 1890 yılında “Maiyet-i Seniye Erkân-ı Har-biyesi”nin (Pâdişâh Genelkurmayı) kurulması üzerine, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi yeniden Seraskerliğe bağlandı. 1908 yılında İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra, Pâdişâh Genelkurmayı kaldırılmış ve Seraskerliğin adı da “Harbiye Nezâreti” olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklikler sırasında Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi yeniden düzenlenmiş ve 1922 yılına kadar İstanbul’da çalışmalarını sürdürmüştür.

Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılışından sonra 2 Mayıs 1920 târih ve 3 sayılı Kânunla Müdâfaa-i Milliye Vekâletinden ayn olarak bağımsız bir Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti kurulmuş ve bu şekli ile 1924 yılma kadar çalışmıştır.

Genelkurmay Başkanlığı, Cumhuriyetin ilânından günümüze kadar üç dönem geçirmiştir:

1924-1944 dönemi:

Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti 3 Mart 1924’te kaldırılmış, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyâseti adıyla, vazifesinde bağımsız, bir yüksek askerî makam olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Bu dönemde, bir plânlama organı olarak iki dâire ve on iki şûbe hâlinde yeniden düzenlenmiştir.

1944-1949 dönemi:

Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyenin, ülkenin savaşa hazırlanması bakımından bütün devlet teşkilâtının çalışmalarıyla yakından ilgili teknik bir uzmanlık kurulu olduğu gözönünde tutulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı sorumlu olarak Başbakanlığa bağlanmıştır.

1949 sonrası:

Yeni adıyla Genelkurmay Başkanlığı 1949’da çıkarılan bir kânunla doğrudan doğruya Millî Savunma Bakanlığına bağlanmış, 1961 Anayasası yürürlüğe girinceye kadar bu bakanlığa bağlı olarak çalışmıştır. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığının teşkilâtı daha da geliştirilmiş ve hemen hemen günümüzdeki şeklini almıştır. Buna göre, Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev ve yetkileri kânun ile düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.
Genelkurmay başkanlığının görevleri:

Silahlı Kuvvetleri savaşa hazırlamak için personel, harekât, istihbârât, teşkilât, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ilişkin prensipler ve öncelik ile ana programları belirler. Bu hizmet ve görevlerin, Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanlıkları ve Genelkurmay Başkanlığına bağlı kuruluşlarca uygulanmasını sağlar. Personel hizmetlerini özel kânuna göre yürütür. Lojistik tedârik hizmetleri için belirlemiş olduğu programları, bu hizmetleri yürütecek olan Millî Savunma Bakanlığına bildirir. Milletlerarası askerî antlaşma ve sözleşmelerin askerî yönlerinin belirlenmesinde görüşünü bildirir ve gerektiğinde toplantılarda temsilci bulundurur. Görev ve yetkilerine ilişkin konularda ilgili bakanlık, dâire ve kuramlarla gerekli temasları sağlar.

Genelkurmay Başkanlığı görevlerini şu temel başkanlıklarla yürütür: Personel, İstihbârât, Harekât, Lojistik, Genel Plân Prensipler, Muhabere- Elektronik, Askerî Târih ve Stratejik Etüt, De-ğerlendirme-Denetleme, Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlıkları.

Türkiye Cumhûriyeti hükümetinde Genelkurmay Başkanlığı yapmış olanlar:

1. Mareşal Fevzi Çakmak 29.10.1923-12.1.1944

2. Org. Kâzım Orbay………..12.1.1944-1.8.1946

3. Org. Salih Omurtak………..1.8.1946-8.6.1949

4. Org. A.Nafiz Görkan…….10.6.1949-6.6.1950

5. Org. Nuri Yamut…………..6.6.1950-10.4.1954

6. Org. Nurettin Baransel…25.5.1954-25.8.1955

7. Org. İ.Hakkı Tunaboylu25.8.1955-10.10.1957

8. Org. Feyzi Mengüç……11.10.1957-22.8.1958

9. Org. M.Rüştü Erdelhun..23.8.1958-27.5.1960

10. Org. Cemal Gürsel………27.5.1960-3.6.1960

11. Org. Ragıp Gümüşpala ….3.6.1960-4.8.1960

12. Org. Cevdet Sunay………4.8.1960-15.3.1966

13. Org. Cemal Tural………15.3.1966-16.3.1969

14. Org. MemduhTağmaç .16.3.1969-29.8.1972

15. Org. Ö.Faruk Gürler……29.8.1972-6.3.1973

16. Org. Semih Sancar………..6.3.1973-6.3.1978

17. Org. Kenan Evren…………7.3.1978-1.7.1983

18. Org. Nurettin Ersin……..1.7.1983-6,12.1983

19. Org. Necdet Üruğ……….6.12.1983-2.7.1987

20. Org. Necip Torumtay …25.7.1987-3.12.1990

21. Org. Doğan Güreş………………..4,12.1990-…

GENETİK; Alm. Genetik (f), Fr. Genetique (f), İng. Genetics. Canlıların özelliklerini ve kalıtsal karekterlerini inceleyen, bu karekterlerin nesillere geçişini belli kalıtım kânunlarına bağlayan, genin yapı ve görevlerini araştıran verâset ilmi. Kalıtım bilimi olarak da bilinir. Biyolojinin bir şûbesidir.

Genetik, 20. asrm başlarında gelişmiş, yeni sayılabilecek bir bilim dalıdır. Bununla berâber, ge-netiğin konusunu meydana getiren çoğu olaylar ve bunlar hakkmdaki düşüncelerin târihi bir hayli eskidir. Genetik çalışmaları çok eski târihlerde başlamış, târih boyunca çeşitli fikirlerle zaman zaman ilerleme ve duraklamalar göstermiştir. Son asırda ise genetik daha evvelki zamanlarla kıyaslanamayacak bir ilerleme ve gelişme göstermiştir.

Canlı organizmanın ne şekilde ortaya çıktığı uzun zaman tartışma konusu olmuştur. Her canlı bir canlıdan doğar fikrine varılmadan önce, Avrupa’da algler, kurtlar, salyangozlar vs. gibi ilkel organizmaların, kokuşmakta olan organik maddelerden birdenbire ve kendi kendine meydana geldiklerine, yâni kendiliğinden oluş (abiyoge-nez) fikrine inanılmaktaydı. Grek bilgini Aristoteles de bu fikrin savunuculanndandı. Aristo’ya göre, canlılar iki yoldan meydana gelmektedir. Bir kısmı cansız maddelerden türemektedir. Bu görüşe “abiyogenez” denilmektedir. Canlıların bir
kısmı da, kendileri gibi canlı ana-babadan meydana gelmektedir. Bu görüşe de “biyogenez” denmektedir. Ona göre; “Yüksek organizmalarda ana ve babanın döle verdiği pay eşit değildir. Ana, döle sâdece madde verir, baba ise can verir; yâni, kalıtımda esas rol babanındır.”

Aristo gibi döl üzerinde babanın rolünün büyük olduğuna inananlara “spermist”, ananın rolünün büyüklüğüne inananlara ise “ovist” denmekteydi. Bu iki akım arasındaki mücâdele, mikroskobun gelişmesi, sperm ve yumurtaların hücre yapısının incelenmesi ile son bulmuştur. Bitki ve hayvanların aynı temel yapıya sâhib olan ve hücre adı verilen odacıklardan meydana geldiği 17. yüzyılda, mikroskopla anlaşılmıştır. Hücre hakkında yapılan ilk gözlemlerden sonra, 1840’ta Schleiden bitkilerin, Schwann da hayvanların hücrelerden müteşekkil olduğunu belirtmişler ve hâlen geçerliliğini koruyan “hücre teorisini” kurmuşlardır.
Baskın karakterin intikâli
Hasta baba
Hasta

Taşıyıcı Taşıyıcı
Hasta
Baskın olan bir hastalık karakteri, ebeveynin birinin genlerinden intikal etmesi hâlinde hastalık ortaya çıkar. Anne ve babanın genleri çekinlik bir hastalık karakterini taşıyorsa, hastalık ortaya çıkmaz, ancak her ikisinin genlerinden intikal etmesi halinde meydana gelir (solda).

Bu şemada anne ve babanın genleri baskın olmayan bir hastalık karakterini taşımaktadır. Bu karakterin hem’anneden hem babadan geçmesi hâlinde çocuk hasta olur, yalnız birinden intikal ederse hasta olmaz (sağda).
İnsanlardaki dört çe$t kan grubu üç çeşit genetik karakterden meydana gelmektedir. Bunlardan, A ve B grup karakterleri baskın, O grubu karakteri ise çe-kinliktir. Buna göre:
Kan Gruolannın Veraset Yoluyla İntikali
Ebeveynin Kan Grub Olayın Antijeni Çocuğun Kan Grubu
AA ve AO Antijen A A
BB ve BO Antijen B B
AB Antijen A ve B A, B, AB
00 Antijensiz O1827’de bitki hücresinin bölünerek iki hücre meydana getirdiği mikroskopta görülünce, hiçbir hücrenin, kendiliğinden bir cansızdan meydana gelmeyeceği ortaya çıktı. O hâlde hücre, çoğalma özelliğine ve bir döle sâhiptir. Yâni, hücre bir üreme ünitesidir ve aynı zamanda canlı organizmanın temelidir.

1831’de Robert Brown tarafından bitki hücrelerinde çekirdeğin görülmesi, 1854’te kurbağalarda, 1855’te muhtelif su yosunlarında spermanın yumurtayı döllemesi izlenmiştir. Böylece döllenmede vücut hücrelerinin değil, gametlerinin (cinsiyet hücrelerinin) birleştikleri kesin olarak anlaşıldı.

1840’ta Hofmeister tarafından kromozomların ilk defâ görülmesi, hücre bölünmesi (mitoz) sırasında kromozomların birbirine eşit iki yarımdan hangisine gittiğinin anlaşılmasına yardımcı olmuştur. 1887’de Weismann, gametler meydana gelirken kromozom sayısının yarıya indiğini, sonra döllenmeyle kromozom sayısına erişildiğini, eşeyli üremenin sonraki döllerde farklı şekilde fertler meydana getirdiğini açıkladı. Aym yazar, kalıtsal maddeye “idioplazm”, kromozomlara “idant”, kromozomları meydana getiren parçalara da “id” (gen) adım verdi. Weismann’ın kalıtım maddesinin kromozomlarla dölden döle geçtiğini kabul eden bu teorisine “kromozom teorisi” denir.

İnsanlar çok eski devirlerden beri kendilerine faydalı hayvan ve bitkileri yetiştirmiş ve çoğaltmışlardır. Fakat onların eşeyi ve dölde eşey belirmesi hakkında (cinsiyet ortaya çıkması hakkında) çoğu bâtıl olan yanlış ve eksik düşünceleri asırlarca devâm etmiştir. Hayvanlarda iki eşey, yâni iki ayrı cinsin mevcudiyeti biliniyordu. Bitkilerde ise bu durumun farkına varılması, Avrupa’da 17. asrın sonunda oldu.

Âsur, Bâbilliler ve Araplar zamânında hurma ağaçlarının ayrı eşeylerinin olduğu bilindiğinden, bol ürün almak için dişi ağaçların çiçekleri erkek ağaçlardan alınan çiçek tozlarıyla muâmele ediliyordu. O zaman bilindiği anlaşılan bu usûl, hurmalardan başka bitkilere tatbik edilmedi ve Asya’dan Avrupa’ya geçemedi. Avrupa’da bitkilerde ayrı eşeyliliğin ve eşeyli üremenin yeniden keşfi

17. yüzyıl sonunda olmuştur. Bitki türleri arasında tozlaşma ile tür melezleri elde edilebilmiştir.

1866’da Çekoslovakya’da Gregor Mendel’in bezelye cinsleri arasında yaptığı çaprazlamalar ve elde ettiği sonuçlar, genetîğin temelini meydana getirmektedir. 1900’de De Vries, Correns ve Tscher-mak’ın kendi çalışmaları Mendel’in buluşlarını doğruladığından, elde edilen sonuçları Mendel Kânunları adı altında toplamışlardır. Mendel Kâ-nunları’nın yeniden keşfi sebebiyle batıda 1900 yılı kalıtım ilminin doğum yılı, Mendel de genetiğin babası olarak kabul edilmiştir. Bateson 1906’da bu genç ilim dalına “genetik” adını vermiştir.
Genetik, ana-babalarla oğul döller arasındaki benzerlikleri ve farkları bir veya daha fazla döller boyunca inceler. Döller arasındaki benzerlik ve farklılıkların meydana gelmesinde kalıtım ve çevrenin karşılıklı olan tesirlerini iaydınlatmaya çalışır. Genetik ilminin çeşitli kollan vardır. Her biri günümüzde ayn bir ihtisas dalı hâline gelmiş olan bu dallar arasında “Mendel Genetiği”, “Populasyon Genetiği”, “Sitogenetik” başta gelenlerdir. Aynca son yıllardaki genetik çalışmalan, “Genetik Mühendislik” adı verilen çığır açacak yeni bir bilim dalını doğurmuştur. (Bkz. Genetik Mühendislik)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir