Genel

İBNİ HALDUN

İBNİ HALDUN

Özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset, felsefecisi ve toplumbilimci olan İbni Haldun, tarihsel olaylan toplumsal, etnik, kültürel, siyasal, ekonomik, hatta coğrafî ve biyolojik koşullarla bağlantılan içinde değerlendiren ilk düşünürdür. Birçok bilim adamı, tarih felsefesinin ve sosyolojinin çağdaş anlamda birer bilim olarak ortaya çıkmasını tbni Haldun’la başlatmışlardır. İbni Haldun’un başka bir özelliği de İslam dünyasında bilimsel ve düşünsel durgunluğun yaşandığı bir dönemde

gözlemci ve eleştirici bir düşünür olmasıdır.

BİLİM VE SİYASET YOLUNDA BİR YAŞAM

1 ramazan 732’de (27 mayıs 1332) Tunus’ta doğdu. Asıl adı Ab-durrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistan’ın Hadramut yöresinden, önce Ispanya’ya, oradan da Kuzey Afrika’ya göçerek Tunus’a yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur, ilk öğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir, edebiyat gibi dinsel ve din dışı alanlarda çok iyi bir öğrenim gördü. 1348’de çıkan bir veba salgınında anne ve babasıyla hocalarından çoğunu kaybetti.

Yirmi yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu İshak’ın kâtipliğine getirilmesiyle İbni Haldun’un çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emiri Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da «mezalim» dairesi başkanı yaptı. 1362’de Ispanya’ya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muham-med’in hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrika’ya dönen ibni Haldun, Bicaye’de, çok istediği haciplik (başvezirlik) makamına kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü.

1366’daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevî yaşam tarzını inceledi. Bu arada, zaman zaman siyasal nedenlerle güçlükler yaşadı ve sonunda İspanya’ya dönmek zorunda kaldı (1374). Sürtüşmelerle dolu siyasal geçmişi nedeniyle Ispanya’dan da çıkarıldı. Yeniden Kuzey Afrika’ya döndüğünde çaresizlik içindeyken, geçmişte araları pek de iyi gitmeyen Tlemsen Sultam Ebu Ham-mu’nun önerisini kabul ederek kabileler arasında onun propagandasını yapmak zorunda kaldı.

Siyasal çalkantılardan bıkan ibni Haldun, Ebu Hammu’nun iznini alarak tbni Selame denilen bir kaleye yerleşti ve kendisini tümüyle bilimsel çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddi-me’yi 1374’te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el-îber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 1378’de Tunus’a gitti. Buradaki çalışmaları sırasında dersler de verdi. Siyasal geçmişi Tunus’ta da kendisini rahat bırakmayınca 1382’de Mısır’a gitmek zorunda kaldı. Kahire’de, başta Sultan Berkuk olmak üzere, ileri gelenlerin geniş ilgisini gördü. Kahire medresesine müderris olarak atandı. Burada verdiği ilk dersiyle, devlet adamlarının da içinde bulunduğu izleyicilerini adeta büyüledi. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı. Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriye’ye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriye’yi ele geçiren Timur’la görüştü. İbni Haldun’dan çok etkilenen Timur onu yanında alıkoymak istediyse de, İbni Haldun bu isteği reddederek çok sevdiği ve hayatının en huzurlu günlerini geçirdiği Kahire’ye döndü. Bilim ve siyasetin verdiği iki kat yorgunlukla geçen hayatı 808/1406’da Kahire’de sona erdi.
Tarih felsefesi

İbni Haldun’un tarihçiliğinin iki temel yönü vardır:

Bir yönüyle, tarihin kaynaklarını, tarihsel verileri, yazılı leri, nakil ve rivayetleri eleştiri süzgecinden geçirir; ti olaylarını mantıksal bir kadro içinde düşünür. Böylece, or rih, geçmişte anlaşıldığının tersine, olguların yalnızca ar değil, aynı zamanda anlatılanların doğruluk derecelerim sa yöntemi haline gelir, ibni Haldun, «hikmet ölçüsü» diye adl dığı bu yönteme göre yanlışlığını saptadığı eski tarihlerden ı ler de vermiştir. Sözgelimi, Mes’udi adlı Arap tarihçisi Isra: larının bir savaşta 600 000 asker topladıklarım yazar. Oyse loğullarının toplam nüfus sayısının azlığı, ülkelerinin dar savaşın yapıldığı alanın kapsayabileceği insan sayısının oluşu vb ölçüler dikkate alındığında Mes’udi’nin kaydettiği kamın oldukça abartmalı olduğu kendiliğinden ortaya çıka dı ki, Müslümanlara karşı Kadisiye’de ölüm kalım savaşı Iran gibi o dönemin oldukça büyük bir ülkesi bile ancak 11 asker donatabilmiş, 200 000 de yedek toplayabilmiştir.

ibni Haldun tarihsel olaylarla ilgili nedensellik ilkesi üzı de önemle durur; bu olayların hangi tarihsel yasalar çerçevı geliştiğini araştırır. Bu bakımdan tarihi, bir olaylar yığını olaylar düzeni olarak algılar ve böylece bu bilimi, g olayların kuru öyküsü olmaktan kurtarıp bir «ilim» düzey karır. Ayrıca nedensellik ilkesi tarihçiyi, geçmişteki olayları lumsal, siyasal, coğrafî, etnik, kültürel vb etkenlerini de incc ye götürür. Bizzat İbni Haldun, tarih biliminden bunu anlaı dev yapıtı Mukaddime’ât başarıyla uygulamıştır. Sıradan c rın anlatımından öte «tarih fennî» veya bilimi, olayların «c la (zahir) yetinmez; «iç» yüzüne (bâtın) de bakar. Böylece setin temelleri, uygarlığın (ümran) doğası, İnsanî topluluğı lü durumları»tarih incelemelerinde vazgeçilmez birer öğe büyük önem kazanır. İbni Haldun, tarihçiliği eski dönemleı
MUKADDİME

İbni Haldun’un en önemli eseri Mukaddimedir. Eser aslında Kita’ ber (1394) adlı genel tarihin giriş bölümü niteliğindedir. Tarih ola; na yön veren kuralları araştırır. Toplumsal yapının, ekonomini olaylar üzerindeki etkilerini inceler. Dinin toplumsal işlevini, de\ ve halkın hak ve ödevlerini konu edinir. Devletlerin yükselme, d’ lama, yıkılış dönemieriyleilgiii kurallara ulaşmaya çalışır. Türkçe} virisinin bir bölümü Şeyhülislam Pirizade Muhammed Sahib £f gerisi de Cevdet Paşa tarafından yapılarak 1858-61 arasında yayır dı. Ayrıca Sami Paşazade Abdüllatif Subhi Paşa, Mısırlı Mehme Paşa’mn özendirmesiyle el-îber’in tarih bölümünü İran’daki Sas< hanedanına değin Türkçeye çevirerek Miftâf el~îber adıyla yayır (1859). Aiukaddime1 nin günümüz Türkçesiyle tam çevirisini Zaki diri Uyan yaptı ve eser MEB tarafından klasikler arasında 1954’t yımladı. Eser Avrupa’da eksiksiz olarak ilk kez 1958’de Etienne ( remere tarafından üç cilt olarak yayımlandı, Les Prolegomenes adıy Fransızca çevirisi 1863-68 arasında basıldı. İstanbul’da Atıf Efend tüphanesi’ndeki nüshaya dayalı üç ciltlik İngilizce çeviri ise 19* yayımlandı. Mukaddime 1983’te yeniden Türkçe olarak basılmışt:

– .rruvla «eşyanın gerçeklerini bilme, kavrama» olarak an-

• remden önceki tarihçileri, tarihin bu «bâtın» yanını göre-; uşakla suçlar ve onların hangi noktalarda yanlışlar yap-

v irmekleriyle anlatır.

——7, ilk kez kendisinin «çok soylu ve çok değerli» bir ta-başlattığını söyleyerek övünmüş ve bunun kendisine vergisi olduğunu ima etmiştir. Ancak, yeri geldikçe ye-;.r-_ belirterek okuyucusunun kendisini eleştirmesini, ver-. -_5 bilgiler varsa bunları düzeltmesini isteme erdemini de

– _jir. Yer yer eski tarihçileri suçlarken, bazen de «eski kül-; rruıdan bize ulaşmayan eserler ulaşanlardan daha çok ol-i s insan soyunun yetiştirdiği düşünürlerin sayısı oldukça

ruûunduğuna göre» bu konuda «geçmişi suçlamanın doğ-

– i scağını» belirtmiştir.

plumbilim

’-îîdun toplumbiliminin yeterince kavranabilmesi ve öz-: _~uel saptanabilmesi için, bu alandaki temel kavramlann-. – – üzerinde özellikle durulması yeterli olacaktır: ıran. İbni Haldun «ümran» terimine, yerine göre az çok de-: :vırn!ar yüklemiştir. Bir tanıma göre ümran «gereksinimle–; „aratıası ve kaynaşmanın sağlanması amacıyla insanların ü ve kentlerde toplanmaları» olgusudur. Başka bir deyişle

– jîçmmek için yardımlaşmak zorunda olan insanların bir “banarak orayı «mamur etmeleri», şenlendirmeleridir. -jr anımda ümran yalnızca «insansal topluluk» (İnsanî ic-*_ rrrmınde iki kelimeyle açıklanarak yerleşme unsuru tanı-

: =_r_da tutulmuştur. Bu tanıma uygun olarak İbni Haldun, hazerî ümran» (yerleşik uygarlık) ve «bedevî ümran» *- uygarlık) diye ikiye ayırmıştır.

Haldun’un «ümran ilmi»nin çağdaş sosyolojide hangi te-Erşıianması gerektiği sorusu yeterince aydmlatılamamış;

– sosyoloji, tarih felsefesi, uygarlık bilimi, kültür bilimi ; işık karşılıklar önerilmiştir. Öyle görülüyor ki «ümran il-:r.ne göre tüm bu karşılıkları birlikte kapsayacak genişlik-■üa birlikte, «ümran» sözcüğünün köküne ve Mukaddı-

. yaygın kullanılış biçimine bakarak bunu «uygarlık bili-: ; anlamak doğruya en yakın olanıdır, r : biliminin konusu temelde «insansal topluluk»tur. Dü-v zere nasıl ki maddenin kendine özgü bir doğası varsa, in-“irluluğun da ayırıcı ve süreklilik taşıyan bir doğası vardır. ; kmya gibi bilimlerin maddenin doğasını, onda olup bi-

• lar. ve bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini incele-: rr uygarlık bilimi de toplumların doğasını, toplumsal olayındaki neden-sonuç ilişkilerini araştırır ve yasalarını sap-

• Haldun’un, bu görüşleriyle, toplumsal olaylarda tam bir

– rust olduğu anlaşılmaktadır.

iatrfyet. Terimin İslam öncesi dönemde taşıdığı «kabilecilik, anlamı dolayısıyla İslam kültüründe asabiyet sürekli ve itici bir kavram olarak görülmüş; özellikle Hz. Mu-—.ii’ın, bu anlamdaki asabiyeti kesin bir dille yermesi ve : —esi nedeniyle Müslüman bilginler ve daha çok da ahlak-: ;:r:yeti bir erdemsizlik olarak değerlendirmişlerdir, ilk kez -riun, bu sözcüğe olumlu anlamlar yükleyerek ona kendi r devlet felsefesinde büyük ağırlık vermiştir. Ancak o, asa-

– -iruninin kendi felsefesinde içerdiği anlamı açıkça gösteren

– – tanımını vermemiştir. Bu yüzden çeşidi araştırmacılar, îz teriminin Mukaddime’Ae dayanışma ruhu, cemaat ruhu,

u^vgusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma gibi : rlardan biri ya da birkaçı için kullanıldığını belirtmişlerdir. . “_a birlikte İbni Haldun, asabiyeti, dar anlamda «savunma» :;33 ya da «saldırı» (mutalebe) amacına yönelik mücadele v sağlayan toplumsal bilinç şeklinde anlamaktaysa da, AIu-r run. bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına : :3b:yeti, ırksal bağların ya da coğrafî, siyasal veya dinsel ne-: vr. doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir, ı asabiyeti şu ya da bu dönemdeki, çevredeki uygula-;rurune göre değil, doğrudan doğruya insanoğlunun doğal ve en küçük toplumsal birliklerden en büyük devletle-rsr bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında ro-_r_an bir kitle enerjisi olarak algılamakta; öfke duygusu, cin-r;l<*er vb öteki biyolojik ve psikolojik yetiler gibi asabiyet :_~unun da olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabilecek ;r^in bulunduğunu söylemektedir.

_=ur.üre göre Hz. Muhammed’in yerdiği asabiyet, haksız ve .= -uygulamalarla ortaya çıkan «cahiliye (İslam öncesi) dönemi _veti»dir. Buna karşılık asabiyetin doğru amaçlara ve Tan-

■ b-yruğunu gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması
da mümkündür. Aslında devletler gibi «dinler ve şeriatlar» bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir, bu destekten yoksun kalınca da yıkılırlar. Asabiyet, en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı, yine aynı doğadan gelen, akraba vb yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden, başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecesiyle ilkel (bedevî) topluluklarda bulunan asabiyet, toplumların yerleşik ve uygar (hazerî) yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeder. Çünkü bu durumda çeşitli nesepler arasında homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabaya (en-ne-sebü’l-hassa) arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya (en-nese-bü’l-âmmeyayıldıkça asabiyet de zayıflar. İbni Haldun, kendi dönemine kadar İslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır.

İbni Haldun’un tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir asabiyet diyalektiğine dayandığı kesindir. Öyle ki, ona göre, her yeni düşünce ve inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde eyleme dönüşme isti-dadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması, öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. Bu güce duyulan gereksinim bakımından peygamberle dinsel bir mesaj taşımayan başka egemenlikler arasındaki fark yoktur. Nitekim Hz. Muhammed’in «Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir» anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır. Böylece, düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma dinamiği arasındaki etkili ilişkiyi ilk kez gören bilim adamı İbni Haldun olmuştur. □
y j ili—ia>-

jjJİj ^

jf- jl»’ ti

Li- J
tjL» ıjj • JlaLL.» ^ O j
4İ»j^(f t-A—^İBNİ HALDUN
oK/* ^ JÛi-» • Jı j£- w-«-4-^

C*4>- j 1Cl^aİJ^ U

jı-fl Ju.» *
İbni Haldun’un yedi iklim

konusunu incelediği bölüm, Firîzade Sahib Efendi tercümesi.
AYRICA BAKINIZ

-EffiH Arap dili ve edebiyatı -B21D İslam -IPB1 felsefe

– IB.ANSLI sosyoloji ►BJ tarih

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir