Warning: Undefined array key "search" in /var/www/vhosts/saglikdogasi.com/public_html/wp-content/themes/woodmart/header-elements/mobile-search.php on line 26
Warning: Trying to access array offset on value of type null in /var/www/vhosts/saglikdogasi.com/public_html/wp-content/themes/woodmart/header-elements/mobile-search.php on line 26
Warning: Undefined array key "search" in /var/www/vhosts/saglikdogasi.com/public_html/wp-content/themes/woodmart/header-elements/mobile-search.php on line 41
Warning: Trying to access array offset on value of type null in /var/www/vhosts/saglikdogasi.com/public_html/wp-content/themes/woodmart/header-elements/mobile-search.php on line 41
1.Adı: Mevlânâ’nın asıl adı Muhammed Celâleddin’dir.
Mevlânâ ve Rûmî de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir.
Efendimiz mânâsına gelen Mevlânâ ismi O’na daha pek genç iken Konya’da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu ismi, Şemseddin-i Tebrizî ve Sultan Veled’den itibaren Mevlânâ’yı sevenler kullanmış, âdeta adı yerine sembol olmuştur.
Rûmî, Anadolulu demektir.
Mevlânâ’nın, Rûmî diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyâr-ı Rûm denilen Anadolu ülkesinin vilâyeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet Türbesinin orada olmasındandır.
2. Doğum Yeri ve Yılı:
Mevlânâ’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk kültür merkezi : Belh’tir.
Mevlânâ’nın doğum tarihi ise (6 Rebîu’l-evvel, 604) 30 Eylül 1207’dir.
3. Nesebi (Soyu) :
Asil bir aileye mensup olan Mevlânâ’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşâhlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.
Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir.
Eflâki(1) ”ye göre Hüseyin Hatîbî, ilmi deniz gibi engin ve geniş olan bir âlim idi. Din ilminin üstadı ve âlimlerin büyüklerinden sayılan, güzel şiirler söyleyen Nişâbûrlu Raziyüddin gibi bir zat da talebelerindendi.
Kaynaklar(2) ve Mevlânâ’nın sevgi yolunda gidenler eserlerinde(3) Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hazret-i Muhammed’in torunu Hazret-i Hüseyin’e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed’in seçilmiş dört dostundan ilki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’a ulaştığını kaydediyorlar.
A. Babası Bahâeddin Veled Hazretleri’nin Şahsiyeti:
Bahâeddin Veled, 1150’de Belh’de doğmuş, babası ve dedesinin mânevi ilimleriyle yetişmiş; ayrıca Necmeddin-i Kübrâ (? -I221)’dan da feyz almıştır.(4)
Bahâeddin Veled bütün ilimlerde eşi olmayan, olgun mânâ sultânı idi. ilâhî hakikatler ve Rabbânî ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahâeddin Veled, Horasan diyarının, en güç fetvaları halletmede, tek üstadı idi ve vakıftan hiç bir şey almazdı; devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maaşla geçinirdi.(5)
Kaynakların(6) ittifakla rivayetine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Hazret-i Muhammed’in manevi işaretiyle, Bahâeddin Veled’e Sultanü’l-Ulemâ unvanını vermişlerdir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvanla yâd edilmiştir.
Bu unvanının verilişi Türklerin adetiyle de izah edilebilir.
Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok âdetleri vardı. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına razı olmazlardı. Onları halkın gözünde belirtmek , halkı ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere lâyık oldukları birer unvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazîlete karşı saygı duygularını gösteren parlak bir delildir. Hattâ anane, gereğince imzaların üstünde bu unvanları kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandıkları bu unvanları kendileri için manevî bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı.(7)
Alimler gibi giyinen Bahâeddin Veled, adeti üzre, sabah namazından sonra, halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur; pazartesi günleri de bütün halka va’z ederdi.
Va’zı esnasında umumiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve;
“Semavî (Allah ‘dan olan, ilâhî) kitapları arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp itibar edenlerin nasıl kurtulma ümîdi olur.”(8) derdi. Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan Fahreddin-i Râzî’ye ve ona uyan Harezmşah ‘in aleyhinde bulunur; onlan bidat ehli (dinde, peygamber zamanında olmayan, yeniden beğenilmeyen şeyleri çıkaranlar) olarak görür ve şöyle derdi:
“Muhammed Mustafa’nın yürüyüşünden daha iyi yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim.”(9)
B. Hazret-i Mevlânâ’nın Babası ile Belh’ten Çıkışları ve Konya’ya Gelişleri
1. Belh’ten Göç:
Esasen tasavvuf ehline iyi gözle bakmayan ve bunların Harezmşah katında saygı görmelerini çekemeyen Fahreddin-i Râzî, Bahâeddin Veled’in açıkça kendi aleyhine tavır almasına da çok içerlediğinden onu Harezmşah’a gammazladı. Bahâeddin Veled’in de gönlü Harezmşah’tan incindi ve Belh’i terk etti. (10) Ancak araştırıcılar, Bahâeddin Veled’in Belh’ten göç etmesine sebep olarak, Moğol istilasını gösterirler.
2. Göç Yolu :
Sultânü’l-Ulemâ, aile fertleri ve dostlarıyla Belh şehrini 1212-1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmişti. Nişâbûr’a uğradı. Göç kervanıyla Bağdat’a yaklaştığında, kendisine hangi kavimden olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled şu mânîdar cevâbı verir :
“Allah’dan geldik, Allah’a gidiyoruz. Allah’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.”(11)
Bu söz, Şeyh Şehâbeddin-i Sühreverdî (1145-1235)’ye ulaştığında : “Bu sözü Belhli Bahâeddin Veled’den başkası söyleyemez” dedi, samimiyetle ve muhabbetle karşılamaya koştu. Birbirleriyle karşılaşınca Şeyh Sühreverdî, katırından inip nezâketle Bahâeddin Veled’in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu.
Bahâeddin Veled, Bağdat’ta üç günden fazla kalmadı ve Küfe yolundan Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı.
Bahâeddin Veled, yanında biricik oğlu Mevlânâ olduğu halde, göç kervanıyla Şam’dan Malatya’ya, oradan Erzincan’a, oradan Karaman’a uğradılar. Karaman’da bir müddet kaldıktan sonra, nihayet Konya’yı seçip oraya yerleştiler.
3. Göç Yolunda Hazret-i Mevlânâ’ya Teveccühte Bulunan Mutasavvıflar:
a. Şeyh Attar Hazretleri:
Belh’i terk ettikten sonra Bağdat’a doğru yola çıkan Bahâeddin Veled, Nişâbûr’a vardığında ziyaretine gelen Şeyh Ferîdüddin-i Attar (1119-1221:1230) ile görüşüp sohbet eder.
Sohbet esnasında Şeyh Attar, Mevlânâ’nın nâsiyesindeki (alnındaki) kemâli görür ve ona Esrârname adlı eserini hediye eder ve babasına da :
“Çok geçmiyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.” (12) der.
b. Şeyh-i Ekber Hazretleri:
Sultânü’l-Ulemâ, Hac farîzasım yerine getirdikten sonra dönüşte Şam’a uğradı. Orada Şeyh-i Ekber Muhyiddin Ibnü’l-Arabi (1165-1240) ile görüştü. Şeyh-i Ekber, Sultanü’l-Ulema’nın arkasında yürüyen Mevlânâ’ya bakarak :
“Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!” (13) demiştir.
4- Hazret-i Mevlânâ’nın Evlenmesi:
Karaman’da bulundukları 1225 tarihinde Mevlânâ, babasının buyruğu ile, itibarlı, asil bir zat olan Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lâlâ’nın, huyu güzel, yüzü güzel kızı Gevher Bânû ile evlendi.
Mevlânâ dünya evine girdiğinde onsekiz yaşındadır.
“Hak Teâlâ’nın Anadolu halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddîk-ı Ekber Hazretlerinin duâsıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah’ın aşk âleminden ve derûnî zevkten çok habersizdirler. Sebeplerin hakîkî yaratıcısı Allah, hoş bir lutufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip getirdi.
Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî (Allah bilgisine ve sırlarına ait) iksirimizden (altın yapma hassamızdan) onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamiyle kimya (bakışıyla, baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan âleminin mahremi ve dünyâ ariflerinin hemdemi (canciğer arkadaşı) olsunlar.” (14)
C. Hazret-i Mevlânâ’yı Yetiştiren Mutasavvıflar:
a. Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled Hazretleri:
Önceki bahislerde şahsiyetini belirtmeye çalıştığımız Bahâeddin Veled, Mevlânâ’nın ilk mürşididir. Yâni Mevlânâ’ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren tarikat şeyhidir.
Bütün İslâm âleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahâeddin Veled, Selçukluların Sultânı Alâaddin Keykûbat’tan yakın alâka ve sonsuz hürmet görür.
Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde (15) Selçukluların baş şehri Konya’yı şereflendirip yerleştikten kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alâaddin Keykûbat (saltanat müddeti 1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevî terbiyesi altına girdi. (16)
Sultânü’l-Ulemâ’ya gönülden bağlı olan Sultan Alâaddin onu hayranlıkla şöyle över :
“Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum.
Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor.
Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; yâ Rabbî, bu ne hâl?
İyice inandım ki o, cihanda nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.” (17)
Dünya sultânına hükmeden, eşsiz Allah dostu mânâ ve gönül sultânı Bahâeddin Veled, 24 Şubat, 1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedi âleme göçtü.(18) Geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı.
Sultânü’l-Ulemâ, sâdece duygu ve düşüncelerini açıkladı şöhret peşinde koşmadı. Etrafmdakilerini yetiştirdi ve onları dâima aydınlattı.
Bahâeddin Veled Hazretlerinin Eseri Maârif:
Maârif, Bahâeddin Veled’in meclislerindeki anlattıklarının va’z ve nasîhatlarmın bizzat kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydâna gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevası ve üslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, hem kitabın kendi açısından, hem de Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük bir önem taşır. (19)
Seyyid Burhâneddin Hazretlerini Bekleyiş:
Bahâeddin Veled’in irtihalinde Mevlânâ yirmidört yaşında idi. Babasının vasiyeti(20), dostlarının ve bütün halkın yalvarmaları ile babasının makamına geçti, oturdu.(21)
Mevlânâ, babasından sonra, Seyyid Burhâneddin ile buluşuncaya kadar, bir yıl mürşidsiz kaldı. 1232 tarihinde babasının değerli halîfesi Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî, Konya’ya geldi. Mevlânâ onun manevî terbiyesi altına girdi.
b. Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî Hazretleri:
Seyyid Burhâneddin, mertebesi çok yüksek, bir kâmil mürşid idi. Maârif adlı eseri (22) irfanının delîlidir. Kendisine, dâima kalblerde bulunan sırları bilmesinden dolayı, Seyyid Sırdan denirdi.(23)
Seyyid Burhâneddin, tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı(24), Mevlânâ’ya dedi ki:
“Bilginde eşin yok, seçkinsin.
Ama baban hâl (manevî makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç.
Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol.
Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze.
Sen zahiren babanın mîrasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy.” (25)
Mevlânâ babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu.
Mevlânâ candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin’i babasının yerine koydu ve gerçek bir mürşid bilerek gönülden, tam dokuz yıl(26) ona hizmet etti. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile mücâhede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınarak perhizle) meşgul olup, o kâmil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı, baştan ayağa nur oldu; kendinden kurtuldu, mânâ sultânı oldu. Nitekim, Mesnevî’sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifadesidir:
“Piş, ol da bozulmaktan kurtul… Yürü, Burhan-ı Muhakkik gibi nur ol.
Kendinden kurtuldun mu, tamâmiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin.” (27)
Ç. Hazret-i Mevlânâ’nın Konya Dışına Seyahati:
a. Halep’e ve Şam’a Gidişi:
Mevlânâ, yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhânedin’in izniyle Halep’e gitti. Halaviyye Medresesi’nde, fıkıh, tefsir ve usûl ilimlerinde üstün bir âlim olan Adîm oğlu Kemâleddin’den ders aldı.(28)
Mevlânâ, Halep’teki tahsilini bitirdikten sonra Şam’a geçti. Burada, ilmî incelemeler yapmak için dört yıl kaldı. Bu zaman zarfında Şam’daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etti.
b. Şam’da Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Bir Anlık Görüşme:
Eflakî’ye göre Mevlânâ, Şam’da Şemseddin-i Tebrîzî ile de görüşmüştür; fakat bu görüşme kısa bir müddettir ve şöyle cereyan etmiştir:
Şemseddin-i Tebrîzî, bir gün halkın arasında, Mevlânâ’nın elini yakalayıp öper ve ona :
“Dünyânın sarrafı beni anla.” diye hitap eder ve kaybolur.(29)
İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme tarihinden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek ve Mevlânâ ile içli dışlı sohbet edecektir.
c. Hazret-i Mevlânâ Kâmil Bir Mürşid :
Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya’ya dönen Mevlânâ, Seyyid Burhûneddin’in arzusu üzerine birbiri arkasına, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çıkardı. Yâni üç defa kırkar gün (yüzyirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamâmını ibâdetle geçirmek suretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhâneddin, Mevlanâ’yı kucaklayıp öptü; takdir ve tebrikle :
“Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun… Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemiyecek bir rahmete boğ; bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt.”(30) dedi ve onu irşâd ile görevlendirdi.
Seyyid Burhâneddin, daha sonra, Mevlânâ’dan izin alıp Kayseri’ye gitmiş ve orada ebedî âleme göçmüştür (1241-1242). Türbesi Kayseri’dedir.
Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin ‘in Konya’dan ayrılışından sonra, irşad (Allah yolunu gösterme) ve tedris (öğretim) makamına geçti. Babasının ve dedelerinin usullerine uyarak beş yıl bu vazifeyi başarı ile yaptı. Rivayete göre dinî ilimleri tahsil eden dörtyüz talebesi(31) ve onbinden çok müridi(32) vardı.
D. Hazret’i Mevlânâ’nın Dostları, Halîfeleri; Kendisine ilham Kaynağı Olan Mutasavvıflar :
a. Şems’i Tebrîzî Hazretleri:
Bu zatın adı, Şemseddin Muhammed olup doğumu 1186’dır. Tebrizli Melekdâd oğlu Ali’nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrizli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf’a (sele ve sepet örücüsüne) intisap etti ve onun terbiye ve irşâdıyla yetişip olgunlaştı.
Şems, ulaştığı manevî makama kanâat etmediğinden daha olgun mürşidler bulmak arzusuyla seyahate çıktı. Senelerce takati tükenircesine bir çok yerler dolaştı; zamanının ârifleriyle görüştü. Bu arifler, mânâ alemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems’e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir.(33)
Şems, tâ çocukluğundan itibaren fikren ve ruhen hür bir derviş, kendinden geçercesine İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyettir.
Şems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan bir kâmil velidir.
Yana yakıla, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Şems’in bir gece kararı elden gitti, heyecan içinde idi. Allah’ın tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde münacatında :
“Ey Allah’ım.’ Kendi, örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.” diye yalvardı.
Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belh’li Sultânü’l-Ulemâ’nın oğlu Muhammed Celaleddin olduğu ilham edildi.(34)
Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 yılı Cumartesi sabahı Konya’ya geldi.(35)
1. Hazret-i Şems ile Hazret-i Mevlânâ’nın Buluşmaları:
Mevlânâ ile Şems, bu iki kabiliyet, bu iki nur, bu iki ruh, nihayet buluştular; görüştüler.
Bu tarihte Şems altmış, Mevlânâ, otuzsekiz yaşında idi.
Bu iki ilâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerim tamamiyle Hakk’a verdiler ve gönüllerine gelen ilâhî ilhamlarla sohbetlere koyuldular.
Sultan Veled der ki:
“Ansıdın Şems gelip ona ulaştı; ona mâşûkluk (sevilen, sevgili olmanın) hâllerini anlattı, açıkladı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o âlemi ne Arap.”(36)
“Alemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki o, mâşûkluk durağıdır. Aleme bu mâşûkluk durağına dâir haber gelmemiş; bu durakta bulunanların ahvâlini hiçbir kulak işitmemişti. Tebrizli Şemseddin zuhur edip, Mevlânâ Celâleddin’i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, mâşûkluk mertebesine eriştirmiştir. Esasen Mevlânâ, ecelde, mâşûkluk denizinin incisiydi; herşey döner, aslına varır.”(37)
3. Kim, Kimi Aradı?
Hatırlara gelebilecek, “Şems mi Mevlânâ’yı aradı; Mevlânâ mı Şems’i?” sorusuna şöyle cevap verebiliriz:
Şems, Mevlânâ’yı; Mevlânâ da Şems’i aramıştır.
Şems Mevlânâ’ya âşık ve taliptir; Mevlânâ da Şems’e âşık ve taliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda maşuk; maşuk aynı zamanda âşıktır. Mevlânâ der ki:
“Dilberler (gönlü alıp götürenler, mânevi güzeller) âşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, âşıklara avlanmışlardır.
Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da.
Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.”(38)
Mevlânâ, manevî yolculuğunu, olgunluğa ermesini, şu sözünde toplamıştır.
“Hamdını, piştim, yandım.”
Mevlânâ’nın pişmesi, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled ve Seyyid Burhâneddin’in feyizli nefesleriyle; yanması da Şems’in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyledir.(39)
5. Hazret-i Mevlânâ ile Hazret-i Şems Hakkında :
Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamâmiyle kemâle ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi eşsiz güzelliğine âşık oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’te yaşattı.(40)
Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyarıdır (ölçüsüdür); çünkü Mevlânâ, Şems’te Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.
Mevlânâ açılmak üzere bir güldü. Şems ona bir nesîm oldu. Mevlânâ bir aşk şarabı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlânâ zâten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı.(41)
Şems ile Mevlânâ üzerine söz tükenmez. Son söz olarak şöyle söyliyelim :
Şems, Mevlânâ’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı(42)
Şems ile buluşan Mevlânâ, artık vaktini Şems’in sohbetine hasretmiş, Şems’in nurlarına gömülüp gitmiş, bambaşka bir âleme girmişti. Şems’in cazibesinde yana yana dönüyor, ilâhî aşkla kendinden geçercesine Semâ ediyordu.
Bu iki ilâhî dostun sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten âciz olanlar, ileri geri konuşmaya başladılar. Neticede Şems, incindi ve Mevlânâ’nın yalvarmalarına rağmen, Konya’dan Şam’a gitti (14 Mart, 1246 Perşembe).(43)
7. Hazret-i Şems’in Konya’ya Dönüşü:
Şems’in ayrılığından derin bir ıztırâba düşen Mevlânâ, manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultan Veled’in başkanlığındaki kafileyle Şam’a, Şems’e gönderdi.
Sultan Veled, kafilesiyle Şam’a vardı, Şems’i buldu ve babasının davet mektubunu, hediyelerle birlikte, saygıyla Şems’e sundu. Şems:
“Muhammedi tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ’nın arzusu kâfidir. Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?” (44) diyerek, Mevlânâ’nın dâvetine icabet etti ve 1247’de, Sultan Veled’in kafilesiyle, Konya’ya döndü.
8. Hazret-i Şems’in Kayboluşu :
Şems’in Konya’ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Artık Şems’in şerefine ziyafetler verildi; Semâ meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı.
Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin uçup gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi; Sultan Veled’e dedi ki;
“Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nın huzurundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar.
Bu sefer öylesine bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilemiyecek.
Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamıyacak.
Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremiyecek.”(45)
İşte Sultan Veled’e böyle yakınan Şems, 1247, 1248 tarihinde Konya’dan ansızın gidip kayboldu.(46)
Şems’in kayboluşundan sonra Mevlânâ, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında aslı esası olmayan bir haber bile verse ve Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükrânelerde bulunuyordu.
Bir gün, bir adam, Şems’i Şam’da gördüm diye haber verdi. Mevlânâ buna, tarif edilemiyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlardan birisi, bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems’i hiç görmemiştir, dediğinde Mevlânâ şu cevabı vermiştir : “Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, canımı verirdim.”(47)
9. Hazret-i Mevlânâ’nın, Şems-i Tebrîzî Hazretlerini Aramak için Şam’a Gidişi:
Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam’a gitti. Yine Şems’i bulamadı. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248-1250 yıllan arasında olduğu söylenebilir.
Sultan Veled’in ifadesiyle Mevlânâ, Şam’da suret bakımından Tebrizli Şems’i bulamadı ama, mânâ yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i, kendinde gördü ve dedi ki:
“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz.
Ey arayan kişi! ister onu gör, ister beni. Ben o’yum o da ben” (48)
b. Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Hazretleri:
Yağıbasan’ın oğlu Konyalı Zerkûb (Kuyumcu) diye tanınan Şeyh Selâhaddin Feridun, Konya civarındaki bir gölün kenarında balıkçılıkla geçinen bir ailedendir.
Ümmî olarak bilinen Şeyh Selâhaddin, gençliğinde Seyyid Burhâneddin’in terbiyesine girmiş, onun sohbetlerinde pişmiş, onun feyziyle olgunlaşmış, kâmil bir insandır. Ayrıca Şems’in sohbetlerinde de bulunmuş, ondan da feyz almıştır.(50)
Mevlânâ ile Şems buluşmalarında, altı ay Şeyh Selâhaddin’in hücresinde sohbet etmişlerdir. Onlara hizmet edebilme şerefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarlığına eren zât, Şeyh Selâhaddin’dir.(51)
Şeyh Selâhaddin, kuyumcu dükkânında altın varak yaparak, helâlinden para kazanmak ve manevî hâlini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.(52)
1. Hazret-i Mevlânâ’nın Vecd ile Semâ’ı:
Şeyh Selâhaddin’in, Mevlânâ ile tanışması tâ Seyyid Burhâneddin’in manevî terbiyesi altına girdiği tarihte başlar; fakat bütün sevgilerden tamamen vaz geçip Mevlânâ’ya manen bağlanmasına ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep şu hâdisedir:
Mevlânâ bir gün Şeyh Selâhaddin’in Kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir, içerde varak yapmak için çekiçle altın döğmekte olan Kuyumcu Şeyh Selâhaddin ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbelenir (Allah tarafından manen çekilerek irâdesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip İlâhî aşka dalarak) Semâ etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın Semâ ettiğini gören Şeyh Selâhaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak Semâ ettiğini anlayınca, altınının zayi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.”(53)
2. Hazret-i Mevlânâ’nın, Şeyh Selâhaddin Hazretleri’ni Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi:
Mevlânâ, son Şam seyahatinde, mânâ yönünden Şems’i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vaz geçti ve kendisine Şeyh Selâhaddin’i dost ve hemdem olarak seçti.
Mevlânâ, Şems’e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Selâhaddin’e de gösterdi ve bu zat ile sükun buldu.
Mevlânâ, Allah’ın cemâl tecellileri içinde ruhen manevî bir âlemde yaşadığından, müridlerinin irşadıyla bizzat uğraşamamış ve onların irşad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarından birini tayin etmiştir, işte Şeyh Selâhaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettiği dostudur.
Mevlânâ, Şeyh Selâhaddin’e yalnız manevî bir bağ ve içten gelen muhabbetiyle kalmadı, onun kızı, hakkında : “Benim sağ gözüm”(54) diyerek iltifatta bulunduğu Fatma Hatun’u, oğlu Sultan Veled’e almak suretiyle aralarında bir akrabalık bağı da kurdu.
3. Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Olgunluğu :
Mevlânâ’nın, Şems ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Mevlânâ’nın Şeyh Selâhaddin’e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başladılar. Şeyh Selâhaddin’i, ümmîdir diye, yüksek irşad makamına lâyık görmüyorlardı. Şems’e yaptıkları gibi küstahlığa kalkıştılar.
Kendisine kötü düşünce ile bakan bahtsız, zavallılara Şeyh Selâhaddin :
“Mevlânâ, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz.
Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım.
Mevlânâ, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin?
O, kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey.”(55) diyerek, kemâl ve mahviyyetini (ileri derecede alçak gönüllülüğünü) göstermiştir.
4. Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Ebedî Aleme Göçüşü :
Mevlânâ ile Şeyh Selâhaddin, on yıl birbirleriyle adetâ mest olarak görüşüp sohbet ettiler; ayrılık mahmurluğunu tadmadan, visal âleminde safâlar sürdüler.
Nihayet Şeyh Selâhaddin hastalandı ve ebedi âleme göçtü (1259).
c. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri:
Çelebi Hüsâmeddin, vaktiyle Konya’ya göçmüş bir soylu ailedendir ve doğum yeri Konya’dır (1225).
Çelebi lâkabını kendisine veren Mevlânâ’dır.
Gençliğinin ilk yıllarında, Ahilerin şeyhi olan babasını kaybeden Çelebi Hüsâmeddin, zamanının bütün ulu kişileri ve şeyhlerinden yakın alâka ve himaye gördüğü hâlde, bütün hizmetkârları ve arkadaşlarıyla, Mevlânâ’nın hizmetini seçmiştir. Böylece Mevlânâ’nın terbiyesinde yetişip olgunlaşmış, kâmil insan olmuştur.
I. Hazret-i Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin’i Kendisine Hemdem ve Halîfe Seçmesi:
Mevlânâ, Şeyh Selâhaddin’den sonra kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsâmeddin’i seçti ve dostlarına şöyle dedi:
“Ona baş eğin, önünde âcizcesine kanatlarınızı yere gerin!
Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini canınızın tâ içine ekin.
O rahmet mâdenidir, Allah nurudur.” (56)
Mevlânâ’nın bu buyruğu üzerine, bütün dostlar ona itaat ettiler. Sultan Veled’in diliyle :
“Bütün dostlar, onun lütuf suyuna testi kesildiler. Şems’e ve Şeyh Selâhaddin’e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuşlar, edeplenmişlerdi. Haset etmeden Çelebi Hüsâmeddin’e itaat ettiler.”(57)
Çelebi Hüsâmeddin onbeş sene Mevlânâ’nın şerefli sohbetinde bulundu. Mevlânâ’dan sonra da dokuz sene irşad makamında, Mevlânâ’nın postunda oturdu.
2. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin Değeri:
Mevlânâ, ancak Çelebi Hüsâmeddin’in bulunduğu mecliste rahat bulur, huzur duyar, coşup mânâlar saçar, hakikat ilminden bahisler açardı. Mevlânâ’ya göre, hakikatler memesinden mânâlar sütünü emip çıkaran Çelebi Hüsâmeddin’dir. Mesnevî’sinde bu mânâya işaretle şöyle der:
“Bu söz, can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.
Dinliyen susuz ve arayıcı olursa, va’zeden ölü bile olsa söyler.
Dinliyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeyi açarlar.
Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.
Çengin zir (en ince) ve bam (en kaim) nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir?
Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.”(58)
İste İslâmî Tasavvuf edebiyatının en büyük didaktik şaheseri olan Mesnevî’yi Çelebi Hüsâmeddin, Mevlânâ’nın tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çıkarmıştır. (59)
3. Çelebi Hüsâmeddin Hakkında :
Mevlânâ’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsâlâr, Risâle’sinde, Çelebi Hüsâmeddin’in değerini şu cümlelerle belirtiyor :
“Hakikatte Hüdâvendigâr Hazretlerimizin tam mazharı Çelebi Hüsâmeddin idi ve bütün Mesnevî-i Şerif O’nun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevî’nin yalnızca yazılması hususundu, kıyamete kadar Çelebi Hüsdmeddin’e teşekkür etseler, yine şükran borçlarını ödeyemezler.” (60)
“Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultânı Çelebi Hüsâmeddin’in cazibesi ile heyecanlar içerisinde Semâ ederken, hamamda otururken, ayakta, sükûnet ve hareket hâlinde dâima Mesnevi’yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlıyarak gün ağarıncaya kadar birbiri arkasından söyler, yazdırırdı. Çelebi Hüsâmeddin de bunu sür’atle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ’ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebi Hüsâmeddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar okurdu.” (61)
Bu şekilde dikkatlice 1259-1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevi, 1264-1268 yıllan arasında sona erdi.(62)
E. Hazret-i Mevlânâ’nın Bakî Âleme Göçüşü :
Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin ile tam onbeş sene güzel demler, hoş sofalar sürdü. Bu müddet zarfından bahtsızların fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürür içinde yaşadı. Dostları o’nun cemâlinin nuruna pervane olmuşlardı.
Mevlânâ, artık son anlarını yaşadığını, özlediği ebedî cemâl âlemine kavuşacağını anlamıştı. Ansızın hastalanıp yatağa düştü.
Mevlânâ’nın hastalık haberi Konya’da yayıldığı zaman ahâli, şifâlar dilemeye, gönlünü, duasını almaya geliyorlardı.
1. Şeyh Sadreddin-i Konevî Hazretleri’nin Ziyareti:
Şeyh Sadreddin (? – 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlânâ’ya geçmiş olsun demeye geldi ve çok üzüldüğünü beyân edip :
“Allah yakın zamanda şifâlar versin. Hastalık âhirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz âlemin canısınız, inşâallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz” diye temennide bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ :
“Bundan sonra Allah sizlere şifâ versin. Âşıkın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musun?” dedi. Şeyh Sadreddin, yanındakilerle birlikte ağlıyarak kalkıp gitti.(63)
2. Hazret-i Mevlânâ’nın Hanımına Cevâbı:
Mevlânâ, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçeceğine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa, bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı.
Mevlânâ’nın hanımı, Mevlânâ’ya hitaben:
“Ey âlemin nuru, ey âdemin canı.’ Bizi bırakıp nereye gideceksin?” (64) diyerek ağlıyor ve ilâve ediyordu:
“Hudâvendigâr Hazretleri’nin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üçyüz veya dörtyüz yıllık ömrünün olması lâzımdı.”
Mevlânâ da cevaben:
“Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrûd’uz, bizim toprak alemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben, insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kılmışım; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hazreti Muhammed’in yanına döneceğimiz umulur.” (65) dedi.
3. Hazret-i Mevlânâ’nın Tavsiye Ettiği Bir Dua:
Mevlânâ son demlerinde iken, dostu Sırâceddin-i Tatarî’yi yanına çağırarak, kendisine şu duayı öğretmiş ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmiştir:
“Yâ Rabbî.’ Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni teşbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver.
Ey merhamet edenlerin merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et.”(61)
4. Hazret-i Mevlânâ’nın Vasiyeti:
“Ben Size, gizli ve alenî, Allah’dan korkmanızı,
az yemenizi,
az uyumanızı,
az söylemenizi,
günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi,
dâima şehvetten kaçınmanızı,
halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı
avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı,
kerem sahibi olan sâlih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim.
İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yanlız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhîd ehline selâm olsun.”(67)
5. Şeb-i Arûs:
İrfan ve sevgi güneşi Mevlânâ, 5 Cemâziye’l-âhir, 672 (17 Aralık, 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlaklığı ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet âleminin asumanına doğdu. Mevleviler, o geceye Şeb-i Arûs derler.
6. Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Merasimi:
Müslüman olan, müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, Mevlânâ’nın cenaze merasimine katıldı.
Müslümanlar, müslüman olmayanları sopa ve kılıçla savmaya çalışarak, onlara:
“Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultânı Mevlânâ bizimdir, bizim imâmımızdır” diyorlardı. Onlar da şu cevabı veriyorlardı:
“Biz Musa’nın, isa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.
Mevlânâ Hazretleri’nin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır.
Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiç bir aç gördünüz mü?”(68)
7. Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Namazı:
Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin, Mevlânâ’nın namazını kıldırmak üzere niyetlendiğinde dayanamayıp baygınlık geçirdi. Bunun üzerine namaza Kadı Sirâceddin imamlık etti.(69)
8. Hazret-i Mevlânâ’ya Yeşil Kubbe:
Mevlânâ’ya Yeşil Kubbe denilen Türbe, Sultan Veled ile Alameddin Kayser’in gayreti ve Emir Pervane’nin eşi (Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in kızı) Gürcü Hatun’un yardımıyla Çelebi Hüsameddin zamanında yapıldı.(70) Türbe’nin mîmârı, Tebrizli Bedreddin’dir.(71)
Selimoğlu Abdülvâhid adlı bir sanatkar da Mevlânâ’nın kabri üzerine, Selçuklu oymacılığının şaheseri olarak kabul edilen, büyük bir ceviz sanduka yapmıştır.(71) Bu sanduka bugün, Sultân’ül-Ulemâ Bahâeddin Veled’in kabri üzerindedir.
9. Hazret-i Mevlânâ’nın Ölüme ve Mezara Bakışı:
“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme.
Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayflanmanın sırası o zamandır.
Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
“Kardeş, Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.
Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım.”(74)
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir.”(75)
11. Hazret-i Mevlânâ’nın Şahsiyeti:
A. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufî Yaşayışı ve Anlayışı
I. Dış Görünüşü:
Mevlânâ, sararmış yüzlü ve ince vücutlu idi.
Bu sararmış ve zayıf bünyesinde öyle bir nur ve heybet vardı; gözleri o kadar keskin ve çekici idi ki, kimse dikkatle bakamazdı.(76)
Mevlânâ başına, bilginlere mahsus bir şekilde sarık sarar, taylasan (sarıktan sarkan uç) bırakırdı. Sırtına da, bilginlerin giydikleri gibi, bol geniş kollu bir hırka giyerdi.(77)
Şems’in kaybolmasından kırk gün sonra, ömrünün sonuna kadar, beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardı ve Yemen ile Hint kumaşından yaptırdığı fereci (göğsü açık uzun kollu cübbe) giydi.(78)
2. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufu:
Mevlânâ’nın tasavvufu, hiç bir zaman bir bilgi sistemi yahut hayalî bir idealizm değildir. Onun tasavvufu, irfan, tahakkuk, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmadır.
Mevlânâ, dâima hayâtın gerçeklerini görür, hayâtın bütün gerçeklerini kabul eder, ondan el etek çekmez. Miskinliği, hayattan el etek çekmeyi reddeder; hayâtı, hayâtın içinde yaşatır. Onun dünyayı tarifi, bize, onun tasavvufunu açıklar:
“Dünyâ nedir! Allah’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir.
Din yolunda sarf etmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.
Suyun gemi içinde olması geminin helakidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman Peygamber, ancak yoksul adını takındı.
Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.
İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, O denizin üstünde durur.
Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiç bir şey değildir.”(79)
3. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Gaye:
Mevlânâ’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Dolayısıyla hakîkî padişahlık; gerçek varlık makamına erişmektir:
“Asıl o Allah mülk ve saltanat sahibidir, kendisine baş eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.
Fakat, Allah huzurunda bir secde, sana ikiyüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir.
Ben ne mal isterim, ne mülk; ne devlet isterim, ne saltanat. Bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın.”(80)
“Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır. Konduğun yeri baş köşe sanmışsın ama, kapıda kalakalmışsın.
İğreti padişahlığı Allah’a ver de Allah sana herkesin kabul edeceği hakîkî bir padişahlık versin.” (81)
“Yok olmadıkça hiç kimseye yüce huzura varmaya yol yoktur.”(82)
“Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir. “(84)
“Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır. Yok olduysan seni varlık makamına götürür.” (85)
4. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Aşk:
Mevlânâ’nın tasavvufunda, yaratılışın, hayâtın mânâsı aşktır. Aşk ise, kimseye niyazı, ihtiyâcı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi, bütün hastalıkların tabibi; böbürlenmenin, bencilliğin devası, elemlerin merhemi ilâhî aşktır:
“Aşk, o şuledir ki, parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar,” (86)
“Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyâcı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir,” (87)
“Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtunumuz! Ey bizim Calinus’umuz’!
Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.
Ey âşık! Aşk; Turun canı oldu. Tur sarhoş, Musa da düşüp bayılmış…
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah onul” (88)
5. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Esas:
Mevlânâ’nın tasavvufunda esas, gönül sahibine erişmek ve cevher olmaktır.
Nitekim şöyle buyurur:
“Allah ile oturup kakmak isteyen kişi, velîler huzurunda otursun.
Velîlerin huzurundan kesilirsen, helak oldun gitti. Çünkü sen, küllî olmayan bir cüzsün.
Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu, kimsiz, kimsesiz bir hâle kor, o halde de bulunca başını yer, mahvedip gider.” (89)
Mevlânâ, “Muhakkak ki sizin, Allah’ın yanında en kerîm olanınız Allah’dan çok korkup, günah işlemeyeninizdir.” (92) mealindeki âyetin şuuruyla dâima Kur’ân hükümlerinin âdabına riayet ederek Allah’ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş; nefsinin hazlarını terketmiş, olgunluğu elde etmeye mani olan şeylerden el çekmiş; hülâsa Allah’dan kendisini uzaklaştıracak şeylerin hepsinden dâima sakınmış, gerçek takva sahibi bir şahsiyettir.” (93)
1. Hazret-i Mevlânâ İslâmi Esâslardan Sapmadı:
Şems ile karşılaştıktan sonra, muhitin hazım ve idrâk edemiyeceği bir âleme giren Mevlânâ bütün vecd (kendinden geçerek ilâhî aşka dalma) ve istiğrak (mânâ âlemine dalarak dünyadan habersiz olma hâli) içinde dahi bir an İslâm Dîninin esaslarından hârice bir adım atmamıştır.(94)
2. Hazret-i Mevlânâ’da İbâdet Şuuru:
Mesnevî’sinde:
“Bizim Rabbimiz “Secde et ki, Allah’ın yakınlarından olasın”(95) buyurmuştur. Bizim bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir. “(96) diyen Mevlânâ, Allah sevgisini yalnız fikir ve mânâ olarak kabullenmez, üzerine farz olan ibâdetleri aşkla îfâ ederdi.
“Ey kendisiyle rûşen olan canımız! Adın ebediyete kadar kalsın” der; bunu üç defa tekrarlar, sonra:
” Bu namaz, oruç, hac ve cihâd, itikadın şahididir. Hediyeler, armağanlar ve sunulan şeyler benim seninle hoş olduğumun, seni sevdiğimin şahididir.” (98)
“Eğer Allah sevgisi, yalnız fikir ve mânâ olsaydı senin oruç ve namazının zahirî suretleri de kalmazdı, yok olurdu.”(99) diyerek tam bir tevazu ve niyazla namaza dalardı.
Mevlânâ, şu rubâisiyle Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’e bağlılığını apaçık ilân ederek:
“Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kuluyum;
Seçilmiş Muhammed in yolunun toprağıyım.
Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenden de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim.” (100) demektedir.
4. Hazret-i Mevlânâ’nın Hüviyeti:
Mevlânâ’nın eserleri ve yaşayışı dikkatlice tedkik edildiğinde, rahatlıkla şöyle söylenebilir:
Mevlânâ kendi ilmini, Hazret-i Muhammed’in ilminde; irfanını, Hazret’i Muhammed’in irfanında; benliğini, Hazret-i Muhammed’in benliğinde; hâsılı bütün varlığını, O’nun varlığında yok ederek manevî hüviyetini, Hazret-i Muhammed’in manevî hüviyetinin parlak meş’alesi nurundan yakıp uyandırmıştır. (101)
Nitekim kendisi de, bu hakikati şu mısralarında belirtmektedir:
“Biz Allah’ın sâyesiyiz, Mustafâ’nın nûrundanız.
Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.
Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek?
Biz Kibriya’nın (büyüklük ve yücelik sahibi Allah’ın) su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz”(102)
5. O’nun insana Bakış Dâiresinin Merkezi:
Bilinmelidir ki, Mevlânâ’nın, bir kâmil mürşid olarak manevî vazifesi, yaratılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidâyetine ve ebedî saadetine vesîle olabilmektir. Bu ilâhî gayenin gayreti ve yüklendiği manevî vazifenin şuuruyla:
“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız Şeri’at’de (âyet, hadis, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahâ üzerine kurulmuş olan din kaidelerinde) sağlamca durur, öteki ayağımız yetmişiki milleti dolaşır.”‘(103) demektedir.
6. O’nun Engin Hoşgörüsündeki Sır, Nur, Şuur, Huzur.
O’nun engin hoş görüsünde Tefhîd’in sırrı, Kur’ân’ın nuru, îmânın şuuru ve Muhammedi ahlâkın huzuru vardır.
Mevlânâ’nın Tevhidin neş’esiyle ve Muhammedi feyzin coşkunluğu ile özünde olan engin hoşgörüsünü yaşayışı ile de, nükteli bir biçimde, ortaya koyduğunu görmekteyiz. Zâten Mevlânâ’nın şahsiyetindeki olgunluk ve bariz vasıf, söylediğini yaşamasıdır ve fikrini hareketiyle göstermesidir.
Bu hususa bir misâl verelim.:
Bir Semâ meclisinde Mevlânâ, Semâ etmektedir. Birdenbire Hristiyan sarhoş Sema’a girer. O sarhoş heyecanlar göstererek Mevlânâ’ya çarpmaktadır. Bunun üzerine dostlar o sarhoşu incitirler. Mevlânâ, o sarhoşu incitenlere hitaben:
“Şarâbı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz” buyurur. Dostlar, o sarhoşu tanıtmak için, cevaben:
“O tersâ (korkar ve korkan) ise siz niçin değilsiniz?” Der ve dostlar, yaptıkları hatâdan dolayı özürler dilerler. (104)
C. Hazret-i Mevlânâ’nın Eğitimci Yönü
1. O’nun insana Bakışı:
Mevlânâ, insana fâsık (günahkar) da olsa, kâfir de olsa, engin bir görüşle ve rahmet dolu bir nazarla bakmıştır. Çünkü o, Mesnevi’sinde (105) de ifade ettiği gibi Allah’ın, fâsık ve putperest de olsa, kendisini çağırana icabet edeceğini müdriktir.
Mevlânâ, Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet mâdeni olmuş, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.”(106) mealindeki ilâhî müjdenin hakikatine ermiş bir Allah dostudur. Onun içindir ki, bütün insanlığa coşkunlukla:
“Ümitsizlik semtine gitme; ümitler vardır.
Karanlık tarafa gitme; güneşler vardır.” (107) diye haykırır.
Kâmil insan olarak, böylesine, ilâhî rahmet ve Rahmânî ümitlerle dopdolu olan Mevlânâ’nın hiç kimseye hor bakmıyacağı gayet tabiîdir ve hassasiyetle şu tavsiyede bulunur:
“Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Olur ya, müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamiyle yüz çeviriyorsun?”(108)
2. O’nun Halka Bakışı:
Mevlânâ’nın nazarında, kim olursa olsun, her şeyden evvel insan vardı. Halk tabakasından olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için farketmezdi. Bilakis halka pek merhametliydi. Gariplere karşı dâima gönül alıcı davranırdı.
Mevlânâ bir gün Ilıca’ya gitti. Emir Âlim Çelebi, daha önce davranarak hamama vardı ve Mevlânâ’nın dostlarıyla beraber kalabilmesi için bütün insanları hamamdan dışarı çıkarttı, sonra havuzu kırmızı ve beyaz elmalarla doldurttu. Mevlânâ içeri girdiği vakit, hamamın soyunma yerinde insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve havuzun da elmalarla dopdolu olduğunu gördü. Emir Alim Çelebi’ye hitaben dedi ki:
“Ey Emir Alim! Bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetli ki, onları dışarı edip havuzu elmalarla doldurdun. Onlardan biri, elmaların otuz mislidir. Yalnız elmalar değil, bütün dünya ve içindeki şeyler, insanlar için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onların davetsiz misafiri olarak suya girebileyim, onların sayesinde biraz dinlenebileyim.”(109)
3. O, Çevresine Rahmettir:
Etrafındakilerin ve kendisi ile oturup kalkmak isteyenlerin, sultanlar, emîrler, zenginler ve hep ileri gelen kimseler olmasına rağmen Mevlânâ, daha çok fakirlerle, zaruret içinde olanlarla düşüp kalkardı. Müridlerin çoğu da, zâten hor ve hakir görülen kimselerdi.
Müridlerini kınayanlara, Mevlânâ’nın verdiği cevap dikkat çekicidir.
“Benim müridlerim iyi insanlar olsalardı, ben onların müridi olurdum. Kötü insan olduklarından, ahlâklarım değiştirip iyi olmaları, iyiler ve iyi amel eden insanların arasına girmeleri için müridliğe kabul ettim. Allah’ın rahmetine mazhar olanlar kurtulmuşlardır, fakat lanetine uğramışlar tedaviye muhtaç hastalardır. İşte biz bu lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik.”(110)
4. O’nun Aileye Bakışı:
a- Hazret-i Mevlânâ İnce Ruhlu Nâzik Bir Baba:
Mevlânâ, ince ruhlu, gayet hassas ve nâzik bir baba; gönül almakta, gönül okşamakta ve kadirşinaslıkta örnek bir aile reisidir.
Gelini Fatma Hatun’a ve oğlu Sultan Veled’e gönderdiği mektupları okuduğumuzda, onun ince ruhunu, nezâketini ve kadirşinaslığını açıkça görmekteyiz.
Gelinine hitap ederken kullandığı:
“Bizim de gönlümüzün, gözümüzün ışığı aydınlığı; âlemin de gönlünün ve gözünün ışığı, aydınlığı…”(111)
“Canım canımı karışmıştır, birleşmiştir. Seni inciten her şey beni de incitir… Sizin gamınız, on kat fazlasıyla bizimdir. Sizin düşünceniz, tasanız; bizim düşüncemiz, bizim tasamızdır… Aziz oğlum Bahâeddin sizi incitirse, gerçekten sevgisini ve gönlümü ondan alırım…”(112) ifadeleri onun hassas ruhunun, nezâketinin ve gönül okşayıcılığının delilidir.
b- Hazret-i Mevlânâ Kıymet Bilen Bir Dost:
Oğluna hitaben yazdığı mektubundaki şu cümleler de onun kadirşinas şahsiyetinin aynasıdır:
“Pâdişâhımız Şeyh Selâhaddin’in kızının hatırına riâyet etmeniz için şu birkaç satır yazıldı… Allah için şu babanızın yüzünü, kendi yüzünü, bütün soyumuzun, sopumuzun yüzlerini ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ama pek aziz tut, onu can ve gönül tuzağıyla avlamak için her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say…”(113)
c- Hazret-i Mevlânâ Gönül Alıcı; Örnek Bir Baba:
Mevlânâ’nın, davranışıyla ve tavsiyesiyle, nasıl bir baba ve nasıl bir ruh terbiyecisi olduğunu anlamak için de Sultan Veled’in şu hâtırasını okuyalım:
“Birgün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı geldi. Beni bezgin ve sıkıntılı gören babam: “Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?” dedi. Ben: “Bilmiyorum, bu ne hâldir?” dedim. Babam kalkıp eve gitti ve bir müddet sonra, kurt postunu çevirip başına ve yüzüne geçirmiş bir hâlde ve çocukları korkuttukları gibi “Bu! Bu! Bu!” yaparak yanıma geldi. Babamın bu hoş hareketinden bana bir gülmedir geldi; anlatılamayacak derecede güldüm. Yere kapanarak ayaklarını öptüm. Babam: “Bahâeddin! Eğer bir güzel sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, dâima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana” Bu! Bu! Bu!” dese ondan hiç korkar mısın?” buyurdu. Ben de “Hayır, korkmam.” dedim. Buyurdu ki:
“Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep odur, hep ondandır ve ondan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?” (114)
“İçinde sıkıntı görünce onun çâresine bak; çünkü dalların hepsi kökten biter.
İçinde genişlik, ferahlık görünce ona su ver. Kalb ferahlığının verdiği meyvayı da, dostlara ve ahbaplara sun.” (115)
Ç. O’nun Ahlâkî ve Sosyal Yönü
1. İnsanî Münasebetlerde Dikkat Ettiği Hususlar:
Mevlânâ, hasımları tarafından kendisine reva görülen dil uzatmalara ve uygunsuz lakırdılara hiç acı cevap vermez; yumuşaklıkla mukabelede bulunurdu.
Molla Câmî, şöyle naklediyor: (116)
Mevlânâ’ya düşmanlık güden Konyalı Sirâceddin’e Mevlânâ’nın: “Ben yetmişiki milletle beraberim” dediğini söylediler. Sirâceddin de düşmanlığından, Mevlânâ’yı huzursuz etmek ve kıymetten düşürmek niyetiyle, yakınlarından olan bir âlimi ona gönderdi. O âlim, Sirâceddin’in talimatına göre, büyük bir kalabalık içinde Mevlânâ’ya, sen böyle mi söyledin, diye soracak, şayet ikrar ederse kendisini edep dışı sözlerle incitecek, insanlar arasında mahcup edecekti.
O âlim, Mevlânâ’nın huzuruna geldi ve sordu: “Sen yetmişiki milletle beraberim diye söyledin mi?” Mevlânâ da cevaben:
“Evet demişim” deyince, o âlim ağzına geleni söyledi, aşırı derecede ileri geri konuştu. Mevlânâ tebessüm ederek dedi ki:
“Senin bu söylediklerine rağmen, seninle de beraberim.”
2. Hizmetkârlara Karşı Davranışı:
Mevlânâ, cariyelere, hizmetkârlara karşı muamelesinde ve anlayışında da güzel ahlâklıdır. O dâima gönül verdiği Hazret-i Muhammed’in güzel ahlakıyla ahlâklanmış bir şahsiyettir. Hazret-i Muhammed’in, “Onlara giydiğinizden giydiriniz; yediğinizden yediriniz.” hadisinin şuûrundadır.
Mevlânâ’nın kızı Melike Hatun, birgün cariyesine sert davranmış, onu azarlamıştı. Kızının bu durumunu gören Mevlânâ, ona:
“Onu neden incitiyorsun? Acaba, o hanım; sen de cariye olsaydın ne yapardın? ister misin ki, bütün dünyâda Allah’dan başka kimsenin kölesi yoktur, diye fetva vereyim. Hakikatte onların hepsi bizim kardeşlerimizdir.”(117) der.
3. Suçlulara Karşı Muamelesi:
Mevlânâ, güzel ahlakıyla hep affedici olmuş, suçlulara karşı gösterdiği hoş anlayış ve muâmelesiyle, onları cemiyete, insanlığa kazandırmıştır.
Mevlânâ, birgün odasında namaz kılıyordu. Birisi içeri girdi ve fakirim, hiçbir şeyim yoktur, dedi. Sonra Mevlânâ’yı namazın huzuruna dalmış, kendisinden habersiz olduğunu anlayınca ayağının altındaki halıyı çekti ve alıp gitti.
Hoca Mecdeddin bu durumu öğrenir öğrenmez, o şahsı aramaya başladı ve onu bit pazarında halıyı satarken yakaladı, sonra eziyet ede ede o fakiri Mevlânâ’nın huzuruna getirdi. Mevlânâ, Hoca Mecdeddin’e söyle dedi:
“İhtiyâcından ötürü bunu yapmıştır, ayıp değildir. Onu mazur görüp, ondan halıyı satın almak lâzımdır.”(118)
4. Çocuklara Karşı Şefkati:
Mevlânâ, çocuklara karşı çok merhametli ve şefkatli idi: Birgün Mevlânâ, mahalleden geçiyordu. Çocuklar da yolda oynuyorlardı. Uzaktan Mevlânâ’yı görünce hepsi birden koşarak saygı ile huzurunda durdular. Yalnız çocuklardan biri uzakta idi. Ben de geliyorum, diye bağırdı. Mevlânâ, çocuk işini bitirip gelinceye kadar bekledi.(119)
5. Hazret-i Mevlânâ Sevgi ve Barış’ın Sembolü:
Mevlânâ, dâima birleştiricidir, barıştırıcıdır; sevginin ve barışın adetâ sembolüdür.
İki ulu kişi birbirlerine düşmanlıkta bulunuyor, münasebetsiz sözler söylüyorlardı. Onlardan biri ötekine:
“Eğer yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın!” diyor, diğeri ona:” Eğer sen yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın.” diyordu. Mevlânâ, onların arasına girip:
” Hayır, hayır. Allah ne senin, ne de onun canını alsın.
O, benim canımı alsın, çünkü canı alınmaya ancak biz lâyıkız” dedi.
Her ikisi de barıştı. (120)
6. O’nun Anlayışında Çalışma ve İnsan:
“İnsanın elde ettiği şey, zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir; kârsa çalışıp çabalamasından.” (121)
“Kazanmak da ekin ekmeye benzer, ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur.”(122)
“Hiç buğday ektin de, arpa verdiğini gördün mü.”(123)
“Tevekkül ediyorsan, çalışmak hususunda da tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan. “(124)
“Birisi bir define buluverir, ” Ben de onu istiyorum, dükkanla, alışverişle ne işim var?” der.
Baht işi bu, fakat nâdirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek. Çalışıp kazanmak, define bulmaya manî değil ya. Sen işten kalma da, nasibinde varsa define de arkandan gelsin.” (125)
7. O, Dostlarına, Helâl Kazanç ve Helâl Lokmayı Tavsiye Ederdi:
Mevlânâ, dostlarına, ne olursa olsun helâl kazancı, helâl lokmayı tavsiye ve emrederdi:
“Nur ve kemâli arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
ilim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat (gönül inceliği) helâl lokmadan meydâna gelir.” (126)
8. O’nun Dostlarına Emri: Dilenmeyin’….
Mevlânâ, dostlarına dilenmeyi yasaklamış ve: “Biz, kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapattık. Dostlarımız, ticâret, kitabet veya harhangi bir el emeği ve alın teri ile geçimlerini temin etsinler. Biz Hazreti Peygamber’in “Gücün yettikçe, istemekten sakın.” emrini yerine getirdik. Bizim müridlerimizden kim bu yolu tutmaz ise, onun bir pul kadar değeri yoktur.” (127) buyurmuştur.
III. Hazret-i Mevlânâ’nın Kâinatı Kucaklayan Değeri: insan Sevgisi ve Hoşgörüsü…
Mevlânâ’nın kâinatı kucaklayan değeri, insan sevgisi ve hoşgörüsü, Allah’a olan hudutsuz aşkının ve Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet mâdeni oluşunun tabiî neticesidir. Taşıdığı ilâhî aşk, eriştiği Muhammedî feyz, onu mahviyet sahibi yapmış; benliğini, kibrini almıştır. Mevlânâ’nın işlerinde kendini beğenmişliğin zerre kadar görülmemesi bundandır. O, kibirden ve nefretten arınmış; mahviyet ve muhabbetle bezenmiştir.
Mevlânâ’nın hudutsuz insan sevgisinde ve hoşgörüsündeki temel esaslardan bir diğeri de, Müslümanlığın üzerinde’ hassasiyetle durduğu, “insan yaratılmışların en şereflisidir” düstûrudur. Mevlânâ bu şerefin şuuruyla insanları kucaklar; yaratılmışları, âşık olduğu yaratandan ötürü, herhangi bir nefis mücadelesine girmeden, rahatlıkla hoş görüverir.
Mevlânâ’nın, kim olursa olsun insanları hoş görüşü, insanlara hoş davranışı, kendisini dâima küçülterek insanlara hayırlı dualar etmesi, kendi önünde kapananlara, kâfir de olsa, mukabelede bulunması, onun İlâhî aşkla, ilâhî cezbelerle ve Allah’ın cemâl nurlarına gömülmüş olarak yaşamasındandır.
a. O’nun Toprak gibi Yaşayışından Bir Tablo:
Birgün bir Ermeni kasabı, Mevlânâ’ya rastladı, onun önünde yedi defa yere baş koydu. Mevlânâ da baş koydu. Mevlânâ hâl diliyle yaşadığını haykırıyordu:
“insan oğullarının hamuru topraktandır. Eğer insan, toprak gibi olmazsa Adem oğlu değildir.”‘(128)
b. O’nun Tevazuu (Alçakgünüllüğü) ve Mahviyyeti (Yokluğu):
Rivayet edilen şu vak’a çok dikkat çekici, hayret vericidir:
İstanbul’da bilgin bir rahip vardı, Mevlânâ’nın ilmini, hilmini, tevâzûunu işitmiş, ona hayran olmuştu. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Kendisini karşılayıp ağırlayan şehrin rahiplerinden Mevlânâ’nın ziyaretini rica etti. Toplu bir halde, Mevlânâ’nın ziyaretine giderlerken yolda karşılaştılar. Rahip hemen Mevlânâ’nın önünde yere baş koydu. Yerden başını kaldırınca, Mevlânâ’nın başının yerde olduğunu gördü.
Mevlânâ’nın önünde defalarca yere baş koyan rahip, her başını kaldırdığında, Mevlânâ’nın başının yerde olduğunu görüyordu. Nihayet dayanamayıp feryâd ederek:
“Ey dinin sultânı! Benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne tevazu; bu ne kendini hor görmekliktir” dedi. Mevlânâ da şu cevâbı verdi:
“Allah’ın rızıklandırdığı, mal ile cömertlik yapan; güzellikle., iffet sahibi olan; şeref ile tevazu gösteren; saltanat ile adaleti icra eden kimselere ne mutlu” diyen bizim sultanımız Muhammed Mustafa’dır. Öyleyse, Allah’ın kullarına nasıl tevazu göstermiyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmiyeyim. Eğer bunu yapmaz isem neye ve kime yararım?”
“Yolun güneşi olan Peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu!” dedi.
Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir; çünkü “Ben, ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür.
Adem’in kulluğu ile Iblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör, Adem’in kulluğunu seç.”(129)
Rahip ve arkadaşları, Mevlânâ’nın bu hâli ve sözleri karşısında müslüman oldular.
Mevlânâ, huzur içinde, medresesine döndüğünde, neşeyle ve sevinçle oğlu Sultan Veled’e:
“Bahâeddin, Balıâeddin! Bugün zavallı bir rahip, bizim tevâzûmuzu elimizden kapmaya niyet etti, fakat Allah’a hamd olsun, Allah’ın bağışladığı hidâyetle ve Peygamber Efendimizin yardımı ile tevâzûda ona galip geldik?” (130) demiştir.
Haçlıların kılıcı müslümanlarm kanı ile boyanmış olduğu tarihi bir hakikat iken, büyük bir din adamının, Hak dinin dışında olanlara karşı gösterdiği tevazu hayret verici bir durumdur. Fakat onun, islâm adına dâima kazandığını görmekteyiz. Elinden tuttuğunun, gözüyle baktığının, önünde eğildiğinin hidâyetine ve ebedi saadetine vesile olmuş, Allah’a ulaştırmıştır.
c. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki:
Mevlânâ’nın, biricik oğlu Sultan Veled’e etmiş olduğu bugün de tazeliğini muhafaza etmekte olan öğütleri, -onun tanıtmaya çalıştığımız- şahsiyetinin özü, özetidir; hudutsuz çerçevesidir.
Mevlânâ, oğluna der ki:
“Bahâeddin! Eğer dâima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol,
iğne gibi olma,
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen
fena söyleyici,
fena öğretici,
fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun, iste o sevinç Cennetin tâ kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, dâima üzüntü içinde olursun, işte bu gam da Cehennemin tâ kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir.
Bütün peygamberler ve velîler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular. (131)
ç. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki:
Mevlânâ, oğluna der ki:
“Bahâeddin.’ senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.
Allah’ın sevgisini de onun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Allah buyurdu ki: “Ey kullar, kalbinizde arınma olması için beni çok anmaktan geri durmayın.”
Kalbinizde arınma ne kadar çok olursa, Allah’ın nurunun parlaklığı da kalbde o nispette fazla olur. Nitekim, ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar ekmek alır. Soğuk olunca ekmek almaz”(132)
d. Son Söz
Hazret-i Sultan Veled’den:
Bahsimizi, Mevlânâ’nın çok yüce, pek engin feyiz nurlarının parlaklığı içinde teessüs etmiş olan Mevlevi Yolunun gelişmesine, yayılmasına, ilmiyle, irfânıyla, şiir ve eserleriyle, yüksek fazilet ve himmetiyle büyük hizmetler etmiş; Mevlânâ’nın “Sen yaratılış ve huy bakımından, insanların bana en fazla benziyenisin” (133) dediği oğlu Sultan Veled’in Rebâb-nâme’sindeki Türkçe manzumelerinden şu beyitleriyle bitirelim:
REBÂB-NÂMEDEN
1. Mevlânâ gibi cihanda olmadı,
Ançılayın kimse Hak’dan tolmadı.
2. 0 güneşdür evliyalar yulduzı,
Dükeline ol degürür uruzı.
3. Terinden her bir kişi bahşiş bulur
Haslarım bahşişi ayruksı olur.
4. Bahşîşi, kim verdi Hak Mevlânâ’ya,
Anı ne yoksula verdi ne baya.
5. Siz anı binüm gözümle görünüz,
Anun esrarını binden sorunuz.
6. Ben deyem sözler ki, kimse demedi
Ben verem ni’met ki, kimse yemedi.
7. Ben verem hil’at ki, kişi geymedi,
Kimse binüm bahşîşümi saymadı.”(134)
REBÂB-NÂME’DEN
1. Dünyâda, Mevlânâ gibi, hiç bir kimse olmadı (yetişmedi); kimse de onun gibi Hak’dan dolmadı (ilâhi aşk ve feyze ermedi)
2. O, güneştir, veliler yıldızıdır. O, herkese nasip eriştir
3. Herkes, Allah’dan, bir ihsana nail olur, fakat has kullarının armağanı başka türlü olur.
4. Allah, Mevlânâ’ya verdiği ihsanı, ne bir yoksula, ne de bir zengine vermiştir.
5. Siz onu, bir de, benim gözümle görünüz; onun sırlarını benden sorunuz.
6. Ben, kimsenin söyleyemediği sözleri söyleyebilirim. Ben kimsenin yemediği nimetleri verebilirim.
7. Ben kimsenin giymediği hil’atı verebilirim. Kimse benim verebileceğim manevî armağanı, sayı ile hesap edemez.