Genel

YILDIZLARA UÇUŞ İÇİN GERİ SAYMA

YILDIZLARA UÇUŞ İÇİN GERİ SAYMAlaniakea ve perseus - pisces galaksi kumeleri

zayla ilgili en şaşırtıcı gerçeklerden biri de, bir kez uzaya girdikten sonra uzayda yolculuğun çok kolay olması- lükleer fizikçilerce önceden bilinen kütle çekimli kuyu nını uzay uçuşları tartışmalarına getiren, Amerikalı ast- ı Robert S. Richandson olmuştur. Tutunamayacağımız, ımesiz duvarlarla kaplı dörtbin mil derinliğindeki hayali iterin dibinde olduğumuz düşüncesi, yeryüzündeki du- nuzu bir hayli dramatik hale getirmektedir. Bu, işin (i her mühendisin aklında tutması gereken bir uzay midir.

ı derin kuyunun dibinde doğmuş olmamız ve çıkmak k uğraşmamızın gerekmesi şanssızlık olarak nitelene- kaba, daha düşük kütle çekimine sahip olan Mars, Ay :üçük gezegenlerden biri gibi bir gökcisminde yaşamış ık daha mı iyi olurdu?

jşük kütle çekimli ortamlara özgü, yeterli atmosfer yok- bi sorunlar bir yana bırakılırsa, bunlardan herhangi bi- aşamanın özellikle yararlı olacağını sanmıyorum. Biz, ‘daki kütle çekimine göre (I g) yapıldığımız için, Gü- temi’nde herhangi bir yerde mutlulukla çalışabiliriz, a Jüpiter’de çekim açısından dezavantajlı oluruz ve ıda karşılaşabileceğimiz dertlerin en küçüğüdür, yıl kadar önce, ünlü genetikçi J.B.S. Haldane bana, kının yıldızlararası – evet, yıldızlararası – seyahate göre iğinin açık olduğunu söylemişti. Çünkü bir yılda ra- g ivmesiyle hızlanarak, ışık hızına ulaşırsınız. Ne ¡1-

  • raslantı!

tat bir an için yıldızları unutalım ve bu berbat kütle kuyunun içindeki durumumuzu değerlendirelim. Ke- çok kaygan olduğuna ve hiçbir yere tutunamadığımı- , kuyudan NASA’nın “dev bir adım” diyebileceği bir çmak zorundayız. Bu işi yapmak için hâlâ tek pratik ı roket, aynı zamanda kötü şansımızın başka bir yö- uşturuyor. Eğer kuyu, yüzde on oranında daha sığ tek kademeli, yani tümüyle yeniden kullanılabilir bir dışarı çıkılabilirdi. Bunun yerine, en azından 1,5 ka­skete gerek duyulmaktadır ki, bu da uzay mekiğini

tanımlar.

Bazı pek akıllı İngiliz mühendisleri, İngiltere Teknoloji Bakanlığı’nı, tek kademeli bir uzay gemisinin yapılabileceği­ne ve böyle bir uzay gemisinin, normal bir uçak gibi yatay olarak havalandırılabileceğine ikna etmişlerdir. Bu fikrin pa­ralı yolcular için çok daha çekici olduğunu hep düşünmü­şümdür. Fakat bu fikir, Fransız Araştırma ve Teknoloji Ba­kanı Hubert Curien’den imalı bir yorum gelmesine neden olmuştun “Tipik İngiliz dik açılı düşünce tarzı. Önce dikey olarak havalanan bir savaş uçağı yaptınız (Jump Jet Harrie­ra). Şimdi de yatay olarak havalanan bir fırlatma aracı yap­mak istiyorsunuz.”

Size bu İngiliz tasarımı hakkında daha çok bilgi vere­mem; çünkü motoru ile ilgili bilgiler hâlâ gizli tutuluyor. Fa­kat eski bir ilkeye dayanıyor: ilk 50 mil boyunca oksijen der­yasında tırmanırken, tüm oksijeninizi neden taşıyasınız!

Önümüzdeki on yıllarda, hatta yüzyıllarda, roket tasa­rımında ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, Yeryüzü’nden bu zor kaçış yöntemi için her zaman temel birtakım sınırla­malar varolacaktır. Kimyasal yakıtlarda dikkate değer bir ge­lişme beklenmemektedir ve ekzotik sistemler – nükleer, de­polanmış radikaller (politik değil, kimyasal türde)- hiçbir za­man çizim masasından inmeyebilir. Çok yazık, çünkü roket­le işleyen uzay gemilerinin bulundukları bölge üzerine olum­suz etkileri, çok sayıda bulundurulmalarını doğallıkla engel­ler. Cape Cañaveral ziyaret etmek için mükemmel bir yer, peki ya bitişiğinde oturmak ister miydiniz! Kanımca havaa­lanları bile yeterince kötü.

Aslında İki (¡p/rgende, Dünya’nın dönüşünün fırlatıcı et­kisinin cn büyük olduğu Ekvator boyunca sıralanmış veya ya­pay adalara yerleştirilmiş üç veya dört uzay limanından fazla­sına hiçbir zaman gerek duymayabiliriz. Atmosfere yeniden girişteki ses duvarını aşma esnasında oluşan patlamalar dün­ya nüfusunun önemli bir yüzdesini rahatsız etse de, bu uzay limanlan, kalkışlann kimseyi rahatsız etmeyeceği biçimde yer­leştirilebilir. Büyük miktarda egzost gazının üst atmosferde yığılması, roketlerin kullanımına sınırlama getirilmesini ge­rektiren çevresel bir tehlike oluşturabilir (Bazı arkadaşlarım bir zamanlar yakıt olarak fluor-hidrojen kullanılmasını öner­mişlerdi. Ya asit yağmurunu ne yapalım!)

Gerçekte, uzayda hangi düzeyde ulaştırma etkinlikleri­ne gereksinmemiz var! Havacılarla astronotlar arasındaki ben­zerlikler değerli, fakat yanıltıcıdır. Lindbergh’den 56 yıl sonra, her dakika binlerce yolcu Atlantiği aşmaktadır. Acaba bir gün Dünya ile Ay veya Dünya ile Man arasında da binlerce kişi gidip gelecek mi! Hem de iletişim yeteneğimizi artırma yo­luyla, ulaşım ihtiyacımızı azaltan olanaklara rağmen. Ve aca­ba diğer gökcisimleriyle ilgili, onlara ara sıra ziyaret etmek­ten, kutuplarda ve deniz dibinde yaptığımız gibi otomatik araştırma istasyonları kurmaktan başka birşeyler yapacak mı­yız! Açıkçası kütle çekimli kuyumuzdan çıkmak için kimyasal yakıtlı roketlerden daha iyi birşeyler yapamadığımız sürece, bundan kuşkuluyum. (Öte yandan, I929’da ticari uçakların 130 m.p.h’den, 600 milden fazla uçamayacağını, 4 tondan fazla taşıyamayacağını ileri süren uçak mühendisi ve yazar Nevil Shute’inki gibi olumsuz kehanetler beni hep rahatsız

 

etmiştir. Umarım onun “Kumsalda” adlı, nükleer savaşı konu alan romanı da aynı derece kötü bir kehanettir).

Atom bombası ve V2 roketinin ortaya çıkmasını izle yen dönemde çoğumuz, nükleer enerjinin kısa zamanda ıdc al itici gücü sağlayacağını ummuştuk. Gerçekten, kullanılma larına gerek olmadığına karar verilmeden önce, atomik ro ketlerin tasarımı için I milyar Dolar harcanmıştı. Ayrıca, atom parçalanma reaksiyonları, korunma ve radyoaktif kir lenme sorunlarıyla, artık pek çekici bir gelişme çizgisi olarak görünmüyor.

Yine de, bugüne kadar hayal edilen en olağanüstü uzay imgelemini esinlendirdiği kesin. I958’de, Sovyetlerin Spul nik’i fırlatmasından bir yıl sonra, bazı Amerikan bilim adam ları Güneş Sistemi çevresinde seyahat etmenin tek ekono mik yolunun, küçük bir atom bombası kümesinin üstüne otu rup onları birer birer fitillemek olduğuna karar verdiler. Pa rolaları “ 1970’de Satürn” idi. Orion adındaki proje bugün çılgınlık olarak niteleniyor.

1964’te “2001 : Bir Uzay Yolculuğu” filminin planlan ması sırasında Stanley Kubrick, Orion projesinin raporunu elde etti. Benim yazdığım “Gözcü” adlı öyküye dayanan Mm de, “nudear-pulse” uzay aracı kullanmayı düşünmüştük f.ı kat fikir çok saçma göründü ve Kubrick, “Dr. Strangelovi'” dan sonra atom bombasından söz etmeye biraz ara vermesi gerektiğini düşündü. Bu fikirle flörtümüzden geriye kalan tek şey, Dr. Heyvvod Floyd’u uzay istasyonuna götüren gemi nin adı, “Orion” oldu.

Bu büyüleyici “düşünce deneyimi” gerçi hiç uygulana madı ama, çok ağır yüklerin (tonlarca değil, binlerce tonun) Güneş Sistemi çevresinde akmak üzere gönderilmesi için bir yol göstermiş oldu (Bir hidrojen bombasındaki enerjinin tüm ABD Deniz Kuvvetlerini gemileriyle birlikte Mars’a taşıyabi leceğini söyleyerek, nükleer gücün potansiyelini dramatize etmeye bayılırım. Tabii ki sorun, bu işi doğru parçalar halin de sonuçlandırabilmek).

İlgi duyduğum bir başka düşünce deneyimi, 1950‘de öner diğim Ay fırlatma istasyonu. Dünya’nın yüksek kaçış hı/ı (25.000 m.p.h.) ve yoğun atmosfer, yere dayalı fırlatma sis temlerinin pratikliğini ortadan kaldınyor. Kaçış hızı Dünya nın beşte biri oranında olan havasız Ay, böyle bir iş için ideal yerdir bence. Bu sistem, bir çeşit elektronunyr tik fırlatıcı olarak, kendi yakıtını taşımak zorunda olan 010 mobile karşı tramvayın sağladığı avantajları sağlayan bir İtki güç sistemi olabilir. Yükleri Ay’dan uzağa yalnızca elektrik enerjisi ile taşıyabiliriz. Bunun bir gün yapılmaya değer bulu nup bulunmayacağını (çünkü herşeyden önce Ay’a yerleş meliyiz) zaman gösterecek. Bu, özellikle Ay’dan alman mad delerle roket yakacağı üretebildiğimiz ve Dünya veya Ay çev resindeki yakıt ikmal yörüngelerine yakıt dolu gemiler yer leştirebildiğlmiz zaman faydalı olacak. Bu öneri de, Ay, dü-

Gürteş enerjisi ile çalışan güç platformları, bilimsel de­neylerde yörünge istasyon- lan olarak görev yapabilirler. Bu istasyonlann bir çoğunun bir araya getirilmesiyle, ge­leceğin uzay istasyonlarına doğru bir gelişme sağlanabilir.

laniakea galaksi kumesişük atom ağırlıklı elementlerinin çoğunu kaybettiği için, şu jnda olası görülmüyor.

Bir yörüngede dönen büyük koloniler ve yapma dünya- ardan daha fazla cazip olan ve ilgi toplayan pek az uzay im- ¡elemi vardır. Bunlar astronomideki birçok görüş gibi ilk ilarak öncü Rus astronom Konstantin Tsiolkovsky tarafın- lan tasarlanmışsa da, gerçek sahibi İngiliz fizikçi J.D. Ber- lal’dir. 1929’da yayınlanan “Dünya, İnsanoğlu ve Şeytan” «dil şaşırtıcı kitabında Bemal, kütle çekimi olmayan bir yer­le yaşamanın avantajlarından söz etmiş ve insanlığın uzay yol- usu olacağı zaman tahmin etmiştir.

Bu uzay kolonilerinden bazılarının, eninde sonunda Gü- eş Sistemi’nden kaçmak için yıldızlara bin yıl süren yolcu- ıklar yapacaklarını ileri sünen Bemal, “Bu, fedakarlık ve bu- ün için pek ümit edemeyeceğimiz mükemmellikte bir eği- m yöntemini gerekli kılacaktır” diye yazmış ve devam et- tişti: “Yine de, bir kez uzayda yaşamaya alışan insan yıldız- rı sömürmekle yetinmeyecek, onları işgal edecek ve kendi naçlarına göre organize edecektir.”

Yıldızlararası multi-jenerasyon gemi (veya son zaman- rdaki adıyla dünya gemisi) kavramı, bu konuda mümkün an hemen her türlü çeşitlemeyi denemiş olan sayısız bilim ırgu yazarına çok çekici geldi. Benim “Rama ile Randevu” tabım da bu türden. Gezegenimiz Dünya Uzay Gemisi, tu- riı toplumların yıldızlar arasında yüz milyonlarca yıl seya- t edebileceğini gösterdi. Acaba biz de aynı şeyi biraz daha ıçük ölçüde, ama çok daha büyük bir hızla yapabilir miyiz!

Bizden birkaç yüzyıl daha ilerde olan uygarlıkların, eğer dülenirlerse bu tür başarılara ulaşacakları hemen hemen sindir. Ve bu da, SETİ (The Search of Extraterrestrial In- lıgence – Dünya Dışı Zekâ Araştırmaları)’yi, dünya dışı kâ yaşamın araştırılması konusunu gündeme getirdi. Fermi’nin ünlü sorusunu tekrarlayalım: “Neredeler?” dünya dışı varlıklar neredeler! Gittikçe artan sayıda bilim ımı onların hiçbir yerde olmadıklarını, insanlığın Evren’de da en azından galaksimizde yalnız olduğunu düşünmekte­dirler. Eğer bu doğru ise, hiçbir zaman kanıtlayamayacağız; belki de bunun bilimsel bir hipotez olarak değerlendirilme­mesi gerekir.

Öte yandan, eğer dünya dışı varlıklar varsa, onlarla kar­şılaşanımızı açıklamak için bir sürü neden bulunabilir. Aşa­ğıda bunlardan birkaçını, herhangi bir sıraya koymadan veriyorum:

  • Galaksi o kadar büyük ki, dünya dışı varlıklar henüz bizi bulamadılar.
  • Onlar birkaç milyon yıl önce buradaydılar ve daha fazla kalmanın anlama olmadığını fark ettiler (2001 hipotezi).
  • Bizim hakkımızda herşeyi biliyor, fakat umursamıyorlar.
  • Biz bir hayvanat bahçesindeyiz ve hayvanların beslen­mesine karşı katı kurallar var (karantina hipotezi).
  • Yıldızlararası yolculuk olanaksızdır.

Yıldızlararası yolculuk olanaksız olsa bile (ki, buna bir

an için bile inanmıyorum) bunun SETİ ile bir ilgisi yok. Biz, şimdiden tasarladığımız tekniklerle dünya dışı varlıkları bu­lundukları yerde, oldukları gibi keşfedebilmeliyiz. Radyo ya­yınları araştırmaları (kasten veya kazara) 20—30 yıldır, an­cak büyük bir şans eseri başarı kazanılabilecek sınırlı koşul­larda devam ediyor. Radyo astronomları, en azından bir ku­şak sonra uzayda gerçekten büyük teleskoplar kurabilirler. Böylece, galaksimizde bulunabilecek olan, henüz keşfedilmemiş gezegenler hakkında ayrmtılı görüntüler verebilecek bir ast­ronomik holografi geliştirilebilir.

Kuşkusuz, üstün uygarlıkların varlığına ilişkin kanıtlara belki şimdiden sahibiz, ama tıpkı bir gökdelenin altında ya­şayan karıncalar gibi, bunları göremiyor, farkedemiyoruz. SS433’ü düşünün; bir çift yıldız ya da belki, bir yıldız ve bir kara delik, tüm gökyüzündeki en olağanüstü cisim. Dar bir şekilde odaklanmış iki plazma jetini ışık hızının dörtte biri kadar hızla yayıyor. Astronomlar plazma jeHerden ve kara deliklerden söz edildiğinde, anlaşılmaz birşeyle karşılaştıkla­rında hep yaptıkları gibi ellerini sallarlar. Umarım haklıdır­lar, fakat SS43’ün, birinin “Stratejik Savunma Önceliği” ol­masından korkarım. Daha eğlenceli bir seçenek; CERN ve­
ya Fennıl.ıb gıbt yııku-lt eı\erjl li/ık merkezlerinin kozmik ben­zeri olan bir merkezin, gerçekten büyük bir nükleer hızlan­dırıcı için para sağlamayı başarmış olması. Yoksa SS433 sa­dece bir çocuğun atılmış oyuncağı mı!

1948 kadar eskilerde, Oxford’daki bir konferansta din­leyicilerinin şaşkınlıktan donakalmış olduğunu sandığım ast­rofizikçi Fritz Zwicky şöyle diyordu: “Kaçınılmaz göründü­ğüne göre, evrenin yeniden inşasını soğukkanlıkla tahayyül edebiliriz. Büyük çapta bir nükleer parçalanma ardından kuş­kusuz, diğer gezegenlerin güneşe karşı konumlarını ve esas yapılarını değiştirerek onları yerleşilebilir hale getirme plan­ları ortaya çıkac aktır.” (Zvyjcky’nin 1948 konferansındaki diğer iki tuhaf iddia da nötron yıldızları ve çekimsel mercek­lerdi. Bunların ikisi de sonradan keşfedildi.)

Evreni yeniden düzenleme yolunda ilk mütevazi adım, insanları ve eşyaları yeryüzünde bir binanın üst katlarına ta­şır gibi uzaya çıkaracak bir uzay asansörü yapmak olabilir. Sovyet mühendis Yuri Artsutanov’un kendine Dünya’nın ek­vatoru ile 22.300 mil üstündeki eş dönemli yörüngede bir uydu arasındaki boşluğun kapatılıp kapatılmayacağını sorma­sından bu yana bir yüzyılın dörtte biri kadar zaman geçti. Artsutanov yanıtın olumlu olduğunu anlayınca şaşırmış ve heyecanlanmıştı. Şimdi artık bu konuda geniş kapsamlı bir literatür oluştu.

Uzay asansörü yalnızca bir düşünce deneyimi olarak ka­labilir; fakat yine de kişinin on Dolarlık elektrik harcayarak dünyadan kaçabileceğini karamsal olarak bite düşünmesi, psi­kolojik olarak cesaret vericidir.

Genç İngiliz mühendisi Paul Birch, uzay asansörü kavra­mını daha da ileri götürdü. Ekvatordan eş dönemli yörünge­de bir yapıya ulaşmanın statiğini gözünde canlandırmak pek güç değil, ama Birch’in kuramında şaşırtıcı olan, en üst kat atmosferin üstünde kalmak şartıyla Dünya’da herfıangi bir nok­tadan herhangi bir yüksekliğe uzay asansörü kurulabileceğidir.

İsındaki açılardır

Bir uzay asansörü ile iki saatlik bir yörüngeye (Dünya yörüngesine sizi iki saate ulaştıran yüksekliğe) çıkmak ister miydiniz! Bu yükseklik sadece bin mil veya o yörede olacak­tır. Önce ekvator çevresine o yükseklikte 16.000 m.p.h. yörünge hızıyla dönen bir çember yapacaksınız. Sonra bu çembere bir ray döşeyip üstüne, ekvatorda aynı nokta üze­rinde kalabilmesi için yörünge hızıyla aynı hızda ve ters yön­de dönen bir araba yerleştirin. Gök oltanızı yere sarkıttığı­nızda, iş hayatınız başlamış olacaktır. Doğaldır ki eğer araba 16.000 m.p.h. hızla dönerken raydan çıkarsa, sonuç biraz sıkıcı olabilir.

Bugün hiçbir uzay imgelemi, askeri kullanımına değin­meden tamamlanmış olmaz. Konu üzerine birkaç milyon ke­lime okuduktan sonra, tüm ilgililer çok dikkatli bir maliyet hesabı yaparken, Stratejik Savunma Önceliği Dairesi’nin bir­kaç yıl için iyicil bir savsaklama içine girmes. gerektiğini düşündüm.

George Lucas’a birçok zevkli dakika borçlu olsa„, dürüstlük beni “Yıldız Savaşları’ nı ıstemeyerek dc ^ tirmeye mecbur ediyor. Darth VVaderlç tanışmış muz bir gerçek, o biziz. Hayatta kalmak istiyorsak perili cukluğumuzun cinlerini kovalamalı ve kendim^, parlak s,| ? ların ve güzel patlamaların cazibesinden kurtarmalıya y kın gelecekte barışı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir