Genel

YÜKSEK TANSİYONU HAFİFE ALMA

yuksek_tansiyon_belirtileri

YÜKSEK TANSİYONU HAFİFE ALMA

yuksek_tansiyon_belirtileri

yuksek_tansiyon_belirtileri

Gelişmiş ülkeler toplumunun % 10 – 15’inin tansiyonu normalin üstünde. Tedavisi bilin­mekle birlikte nedenleri bilinemiyor. Siyah ırkta beyaz ırka kıyasla neden daha çok raslanıyor, ya da neden kırsal kesimde yaşayanlar kentlilerden

1743 yılında Londra’da basılmış olan James Robert’in Medical Dictionary (tıbbi Sözlük) rine göre,

“Damar sistemi”.

daha yüksek oranda bu “hastalık”tan yakınmak­ta, daha yanıtlanamadı.

Uluslararası Kardiyoloji Derneği 1978 yılı Nisan ayının “Dünya Yüksek Tansiyon Ayı” olma­sına karar verdi. Dünya Sağlık örgütü (WHO) de bu yılın Nisan ayının 7’sini “Dünya Sağlık Günü” olarak ilân etti. Yüksek tansiyonun kimi kez kalp ve damar bozukluklarının bir belirtisi, kimi kez de birçok rahatsızlıkların nedeni olduğu hepimiz­ce bilinmektedir. Kalp ve damar hastalıkları endüstrileşmiş ülkelerde ölüm nedenlerinin en başta gelenidir. Gelişme sürecindeki ülkelerde de ölüme götüren hastalıklar dizisinde 3. sıraya otu­rur. Hatta şöyle bir slogan da türetilmiştir; “Tan­siyonunuza dikkat! İstatistiklere göre tansiyon yüksekliğine bağlı olarak yaşam yılları giderek azalmakta ve artık bıçak kemiğe dayanmış bulun­maktadır”.

İnsan topluluklarını tehdit eden hastalıkların global bir etüdünü yaparak, yani hastalık epide- miyolojilerini tıbbi istatistiklerle saptayarak, bu konuda en geçerli sözü söylemenin zamanı artık gelmiştir. Bu illetin nedenleri de yeterince açık­lıkla saptanmış değil; nedenleri sağlıklı saptamak için bireysel incelemeler yetişmez; belli bir grubun incelenmesiyle varılacak sonuçlar bir başka grup için geçerli olmayabilir ve genelleş­tirilemez. Tıpkı kanserde olduğu gibi, global bir yaklaşımla konuya eğilmek gerek, hastalığa etken olacak esas öğeler ortaya çıkarıldıkça hastalığın nedenini bulma şansı o denli artacaktır.

öte yandan, konuyu kütle tababeti açısından ele almak şu yönüyle de zorunlu, bir kez yüksek tansiyon çok sık raslanan bir olgu ve çok kez vahim sonuçlara yol açan bir fizyolojik düzen bozukluğunun da öncüsü; ayrıca teşhis yöntemi fevkalâde basit bir olgu.

Bundan başka, bu konuda ortaklaşa yapıla­cak bir tıbbî çalışma sonunda semeresini vere­cektir. Çünki eğer yüksek tansiyonun nedeni açığa çıkmazsa hastalığı yenmek için yapılacak çabalar günden güne yoğunlaşacaktır. Yüksek tansiyonun etkili bir takım tedavi yöntemleri
bulunmaktadır. Geniş çapta, kan basıncı artma­sının yol açacağı ciddi rahatsızlıklar önlenebil- mektedir.

Kollektif bir çalışma psikolojik açıdan da önem taşımaktadır, çünki hastalar, hastalıkları­nın böyle ele alındığını görünce kendileri de yüksek tansiyonu ciddiye alacaklardır.

Yüksek tansiyonu ilk başlangıçta ancak tıbbî araçlarla saptanabilir; hastanın genellikle hiçbir belirgin şikâyeti yoktur —tıpkı kanser başlangı­cında olduğu gibi. Diyelim ki doktor hastada yüksek tansiyon arazları gördü ve gelecek için bunu bir tehlike göstergesi kabul etti— bu kez de hastayı hastalığın ciddiyetine inandırmak gerekir, bu güçtür, hiçbir bedeni yakınması olmayan bir kişiye “senin gerçekten ciddi bir rahatsızlığın var” deyin de bu öğütümüzü kulak arkası etmesin bakalım. Hadi diyelim ki hasta doktorunu dinledi ve önerdiği tedaviyi izlemeye başladı, bu kez de ne kadar süreyle bu tedaviyi uygulayacağı kesin değildir; bıkıp yarıda kesebilir. Tedavinin hasta­lığı “yenmesi” için büyük bir titizlikle devamlı olarak sürdürülmesi gerekir, gelin de bunu anlatın “hasta olmadığına inanan” hastaya.

Bu nedenle yüksek tansiyona karşı kollektif bir girişim gerekli olduğu kadar da etkin bir yol olacaktır. Aynı zamanda böyle bir kollektif giri­şimle hastalığı oluşturan ve henüz derinliğine inemediğimiz nedenleri de daha sağlıklı olarak saptamak olanağına kavuşabiliriz.

 

 

Bu radyografide görüldüğü gibi böbrek atar damarının daralması hipertansiyona bağlanan bir olgudur. Ancak bugünkü bilgilerimizle bu daralmanın, hipertansiyonun nedeni mi, yoksa sonucu mu olduğunu kestirememekteyiz.


 

Dünya Sağlık örgütünün 10 Altın öğüdü

Böyle dünya çapında bir girişimi gerçekleş­tirmek üzere Dünya Sağlık örgütü, Mart sonla­rında 8 gün süreyle çeşitli ülkelerden 13 uzmanın katıldığı bir toplantı yaptı, Cenevre’de. Bu uzmanlardan bu konuda şimdiyedek toplanan bulgular ve bundan sonra yürütülecek araştırma­lar hakkında bir rapor hazırlamaları istendi.

Rapor ancak 1979 başlarında son şeklini alacak, bütün ülkelerdeki incelemeler tamamlan­dıktan sonra. Ama her halükârda bu rapordaki görüşlerin 10 konuda yoğunlaşacağını söyleye­biliriz.

  1. konu: Bütün dünyada tansiyon ölçme yön­temi standardize edilmelidir.
  2. konu: Ülkeler arası istatistiklerin kıyasla-

“Tansiyonunuza Dikkat”

Dünya Sağlık Örgütü tarafından açılan Yüksek Tansiyonla Mücadele Kampanyası afişlerinden birisi bakın nelere dikkatimizi çekiyor:

Yüksek tansiyon vakaları eğer tedavi edilmezse:

—  Beyin kanaması riski 3 – 5 katı

—  Kalp yetmezliği riski 6 kat

—   Yüksek tansiyon etkisiyle ince da­marların tahribatı ile böbrek yet­mezliği riski 2 kat daha fazladır.

nabilmesini sağlamak amacıyla bir yüksek tansi­yon sınıflama eşeli (ölçek) geliştirilmelidir.

  1. konu: Genellikle 160 mm, 95 mm üstünde üst ve alt tansiyon değerleri yüksek tansiyonun belirtisi olarak kabul edilmektedir. Diastolik (yani kalbin genişlemesi) basıncı için 160 ve sis- tolik (kalbin sıkışması) basınç için de 95 mm civa basıncı üst limit kabul edilmekte, ölçümler, iki ayrı sefer yapılan 3 ölçümün ortalaması olarak verilecek.
  2. konu: Bir bilgi noksanını belirliyor. Hiper­tansiyon vakaların % 95’inde hastalığın nedenleri bilinmemekte, yani etiyolojisi karanlık, 4. konu da hastalığın etmenlerini saptamak oluyor.

 

 

Hastalık had safhayı atlatınca kalp hastalarının readaptasyon (yeniden uyarlama) larına zaman geçirmeden başlamak gerekir. Bu resimde hastayı 15 dakikalık bir pedal çevirme egzersizi sırasında nabız atışları, solunum ve kalp ritimleri inceden inceye kontrol edilirken görmektesiniz.


 

  1. konu: Yüksek tansiyonu bulunan çocuk ve yetişkinlerde hastalığa yatkınlık nedenlerini sap­tamak. Bunun için de büyük hasta gruplarını uzun yıllar gözlem ve incelemeye tabi tutmak, gerek. Ancak bu şekilde hastalığa zemin hazır­layan faktörleri bulup çıkarmak kabil olacak.
  2. konu: Çeşitli tedavi yöntemlerinin verdiği sonuçlara ilişkin istatistik bulgular çok eksik’ (Yeterli istatistik verilere sahip değiliz). Bu nedenle, hastahane görevlilerince tedavi edilen hastalara ilişkin pek çok sayıda verinin toplanıp bir elden koordine edilmesi gerek; ağırlık kontro­
    lü, diyetetik faktörler (özellikle tuz absorbsiyonu, alkol alma alışkanlığı, psikolojik faktörler gibi.
    1. konu: Uygulanan bir tedavi yöntemi ağır hipertansiyon vakalarında iyi sonuç veriyorsa, aynı yöntemin hafif hipertansiyonlularda ne derece etkin olacağı halen bilinememekte. Bu­nun dışında istatistiklere girmeyen ve hastahane dışında tedavi gören hastaları da hesaba katmak gerekiyor. Çeşitli dozlarda verilen değişik ilâçla­rın kan basıncını düşürme mekanizmalarını da saptamak ayrıca önem taşımakta.
    2. konu: Hormonal kontraseptif’ (doğum önleyici) lerin kadınlarda kan basıncı üzerindeki etkilerinin incelenmesi. Bu tür ikincil hipertansi­yon vakalarına ilişkin araştırmalar yapılmamış değil, ancak çok yeni ve pek bilinmemekte; yalnız doğum önleyici ilâçların ne kadar yaygın bir kullanımı olduğu dikkate alındıkta üstünde durulması gereken önemli bir konu olduğu açık.
    3. konu da hastaya uygulanması gereken psikolojik yaklaşımla ilgili. Genel bir kural olarak, hasta önerilen tedaviyi yeterince uygula­maz. Doktorlar ve kitle haberleşme araçları ile bu tür hastaları kendileri için kırmızı alârmın yandı­ğına inandırmak gerekiyor, öteki hastalıklardan farklı olarak, hastaların kendilerini iyi hissetseler dahi tedavilerini sürdürmeleri gerekli.

En son olarak da 10. olarak elde edilen bütün bulguların merkezi bir sistemde toplanması öngörülüyor. Doğal olarak bu, hastaların olduğu kadar, doktorların hastahanelerin ve yöneticile­rin işbirliğini gerektirici bir girişim olacak.

Bilinmeyen Nedenler ve Açık Belirtiler:

Burada da öteki alanlarda olduğu gibi epide- miyoloji, en gerekli ve değeri su götürmez bir araştırma aracı. Matematik temellere dayanarak hastalığın gelişmesinde etken olan iç ve dış fak­törleri gün ışığına çıkartmada eşsiz bir yardımcı.

Bu metoddan kanser araştırmalarında da geniş ölçüde yararlanılmıştır. Aynı şekilde aterom yani arteryel tıkanmayı oluşturan ya da kolaylaş­tıran nedenlerin bulunmasında da çok yardımcı olmuştur. Şimdi de sıra hipertansiyonda.

Dünya Sağlık örgütünün düzenlediği sim- pozyumda da ağırlık istatistiksel yaklaşım metod- ları üzerindeydi. Uzmanların tartışmalarının sonuçları karanlıkta kalmış hususların aydınlığa çıkarılmasında epidemiyolojik araştırmaların ge­rekliliğinde düğümlenmekteydi.

İstatistiksel bulguların en temel olanı hasta popülasyonunun büyüklüğüdür. Son Dünya Sağ­lık günü dolayısiyle, Dünya Sağlık örgütü Genel Direktörü Dr. H. Mahler tarafından şöyle bir global tahmin yapılmıştır; endüstrileşmiş ülke­lerde yaşayan yetişkin popülasyonunun % 10 -15 inde hipertansiyona Taşlanmaktadır ki bu da tıbben saptanan vakaların sadece bir ortalama­sıdır; tesbit edilebilen hastaların % 30’u da ciddi bir tedavi gerektirecek durumdadır.

Cenevre’deki kollokyum da Harvvard Tıp Okulu Profesörü Oglesby Paul’ün verdiği rapora göre ise 1960-62 arasında Amerika’da yapılan araştırmalar 17 milyon yüksek tansiyonlunun tesbit edildiğini ortaya koymuştur. En son anket­lere göre bu sayı 25 milyona yükselmiştir.

Epidemiyolojik araştırmaların yürütülmesi öngörülen İsveç’te 1973 bulguları ise çok daha kötümser bir tablo çiziyor: 43 – 46 yaş aralığın­daki erkeklerin % 55’inin 160 Hg’nin üzerinde bir sistolik basınç göstermekte. Konunun büyüklü­ğünü ortaya koymak için yetmez mi bu veriler? Tedavinin yaygınlaştırılmasının da ne denli önemli olduğu ortada.

Birçok yıllardır Amerika’da özellikle Veteran Administration tarafından sürdürülen anketlere göre tedavi gören hipertansiyonlu hastalarda kardiyo vasküler krizlerde (yani kalp ve beyin damarları tıkanmasında) bir azalma gözlenmek­tedir. En azından bu bulgular 105 mm civa basın­cının üstündeki vakalar için geçerlidir. 90 – 105 diastolik basıncı olan hafif hipertansiyonlular grubu için de büyük ölçekli anket çalışmaları yürütülmektedir. Onbinlerce hasta üzerinde bu çalışmalar sürdürülmektedir. İlk alınan sonuçlara göre bu hafif hipertansiyonlu hastaların düzenli bir gözetim altında bulundurulmaları gereği ortaya çıkmaktadır. Çünki bunların bir kısmında tansiyonlarının yükselerek “yüksek tansiyonlular” kategorisine geçmeleri olasılığı her zaman bulun­maktadır. Hafif hipertansiyonlu hastaları önem­semek gerek bu çalışmalarda. Çünki sayıları pek çok. Ve bu hastaları sistematik bir biçimde elden geçirmek pek pahalıya mal olacaktı…

Beyaz Irk Kadar Siyah Irk İçin de Tehlike Var

Bugünedek yapılan araştırmaların sonuçları şimdiye kadar inanıldığının tersine siyah ırkın da beyazlar kadar hipertansiyona yatkın olduğunu ortaya koyuyor. Eski inancın temelinde 1929’da Kenya’da 1800 hasta üzerinde yapılan anket yatmaktadır, bu incelemede hastaların hiçbirinde hipertansiyon belirtilerine raslanmamıştır.

Oysa, bugün Afrika’da yapılan geniş ölçekli anketler, dünyanın bu yöresinde de hipertansi­yonun alabildiğine yaygın olduğunu ortaya koy­muştur. Ancak bir hastalığın bir popülasyondan ötekine yaygınlığını incelerken, değişik ülkeler yerine aynı ülke içinde bu araştırmanın yapılması gerekir. Bu nedenle bu konudaki en belirleyici anketler, siyah ve beyaz ırkın ayni çevre koşulla­rında yaşadığı Amerika ülkesinde yapılanlar olmaktadır. İşte bu araştırmalarda siyah ırkın da beyaz ırk kadar hipertansiyona yatkın olduğu anlaşılmıştır: 50yaş öncesi hipertansiyon ve kalp hastalıklarından ölüm oranı siyahlarda, beyazlar­dan 6-7 kat daha fazladır; 50’den sonra ise bu sayı 2,5 katına düşmektedir.

Acaba kan basıncında genetik faktörlerin rolü olabilir mi? Yapılan istatistikler genetik etki açı­sından çeşitli yorumlar getirmekte; en ilginci de şu; gerçek ikizlerde (aynı yumurtadan oluşan homozigotlar) ayrı yumurta ikizlerine oranla üst diastolik ve sistolik kan basınçları arasında bir korrelasyon (uyum) bulunmaktadır.

Ortamın etkisini ortaya koymak üzere epide- miyolojistler aynı ortamda yaşayan çiftlerin tan­siyonlarını incelemişler ve kadınla erkek arasında tansiyon bakımından ilginç korrelasyonlar bul­muşlardır. Bu korrelasyonlar ortam etkisine bağ­lanabilir belki, ama “kişiliklerin”, “heyecanların” da kesinlikle etkisi olabilir.

öte yandan, fizyolojik açıdan benzeşim içinde ayni yaşam düzeyinde, biri kentte biri kırda yaşayan iki popülasyon üzerinde inceleme­ler yapılmıştır. Sonuç oldukça şaşırtıcı; kentlerde

 

 

Tedavinin yanısıra kaip hastalarının hafif fakat etkili beden hareketlerini de ihmal etmemeleri koruyucu bir önlem olarak öngörülmektedir.

Burada da anjin dö puatin (Stenokardi) li hastalar, İsrail’de Tel-Hashomer hastanesinde beden hareketleriyle tedavi uygulamasında görmektesiniz.


 

yaşayanlar daha şanslı gözüküyor. Demek ki kentlerimizde tansiyon hiç de sandığınız kadar kötü değilmiş…

Yetişkin yaş^ hastalıklarının belirdiği döneme kadar genç kişilerin izlenip gözlenmesi de epide- miyoloji açısından ilginç bir konudur. Bu şekilde (hazırlayıcı) etmenler’i bulup çıkarmak olanağı var; böylece gelecekte hastalığa yakalanma riskini önceden azaltmak ve engellemek zor olmayacak.

Gene Dünya Sağlık örgütünce yürütülen bir başka araştırma da atherom’ (yani arter tıkanık­lıkları) ların üzerinde; ancak bundan da tam sonuçlar uzun yıllar sonra alınabilecek.

Hipertansiyon konusunda benzeri başka ça­lışmalar da yapılagelmekte. Ortaya çıkarılan hususlardan birisi de şu; hipertansiyonlu ana babanın çocuklarının tansiyonları ötekilere kıyas­la daha yüksek oluyor. Diğer bir korrelasyon da gençlerin ağırlıkları ile tansiyonları arasındaki

Dünya Sağlık Örgütünün desteklediği bir hipertansiyon etüdünde çeşitli epidemiyolojik bulguları bu şemada görmekteyiz. (Alan yüzölçümleri sayı­larla orantılı olarak alınmıştır).

Çember 1: Anket yapılan topluluk. Çember 2: Normal tansiyonlu grup. Çember 3: Yüksek tansiyona yatkın grup.

Çember 4: Teşhisi konmamış hipertansiyonlular. Çember 5: Teşhis konmuş

hipertansiyonlular. Çember 6: Teşhis konup tedavi görmemiş grup.

Çember 7: Teşhis konup tedaviye alınmış grup.

Çember 8: Kötü tedavi görmüş hipertansiyonlular. Çember 9: İyi tedavi gören

hipertansiyonlular.

ilişki: 15 yaşından sonra kandaki şeker seviyesi ile kan basıncının da bağıntılı olduğu görülüyor.

İnsan daima hastalıkların nedenlerini bulma peşinde. Hastalığa zemin hazırlayan etkenleri saptamak da başlıbaşına bir önem taşıyor. Kalp krizlerini bir tarafa bırakın, amaç, çeşitli kompli­kasyonlar yaratabilecek en ufak böbrek ya da beyin damarı çatlamalarına yolaçmadan asıl nedenleri bularak gereken önlemleri almakta.

Bu amaçla yapılan araştırmalardan biri de Sodyum Klorür (yani tuz) un tansiyonla bağıntısı üzerinde. Hipertansiyonlu hastalara “tuzsuz rejim” uygulanması epey eski tarihlere dayanır. Ama bu bağıntıyı ortaya koyan araştırmalar ol­dukça yeni.

İki Yaşından Beri…

Araştırmacılar çocuklarda tansiyon konusuna yakın zamana kadar pek eğilmemişlerdir. Daha genç yaşlarda önleyici bir takım önlemlerin alın­ması ile hipertansiyona yatkın çocuklarda ileri yaşta hastalığa yakalanma riskinin azaltılacağı umulmaktadır. Bunu kestirebilmek için de çeşitli ülkelerde çeşitli yaş gruplarındaki çocukların tan­siyonlarını ölçmek ve bu değerlerden normalin üstünde olanları eleyerek ileri yaşlarda hipertan­siyon emareleri gösterebilecek olanları seçmek gerekmektedir. Böyle bir çalışma Miami’de beyaz uçtan çocuklarda yapılmış ve ortalama tansiyo­nun oğlan çocuklarda 100,4/62 ve 5 yaşındakiler- de 99,0/63,6 olduğu görülmüştür. Buna benzer bir taramada doktor J.P. Aullen tarafından Montrenil-sous-Bois’deki 848 okul çocuğunda yapılmış ve 10 yaşında oğlan çocuklarda ortala­ma tansiyon 108,3/65,4; 12 yaşındakilerde 118,8/67,6; 15 yaşındakilerde 130,1/71,2; 18 ya­şı ndakilerde de 130,7/72,7 bulunmuştur. Ancak bireysel değerler arasındaki değişimlerin çok farklı olduğu da ayrıca gözlenmiştir.

Bu bilgilerin ışığı altında, araştırmacılar yaş­larına göre tansiyonları yüksek bulunan çocuk­larda düşük kalori ve az tuzlu bir rejimle bunu önlemenin mümkün olduğunu belirtmektedirler. Dr. Aullen’in gözlemi yüksek tansiyonlu çocuk­ların % 50’sinin fazla şişman olduğunu göster­mektedir. Bunlar için de fazla kiloları atmak tan­siyonu normale düşürmek için tek yol gözük­mekte.

Japonya’nın kuzeyindeki bazı bölgelerde günlük tuz tüketimi 30 gr.’ı bulur. (Fransa’daki günlük tüketimin 4 – 5 katı); bu yörede yaşayan yetişkinlerin % 40’ı yüksek tansiyonludur. Buna karşılık, Pasifik’teki Mercan adalarında yaşayan yerlilerin tuz tüketimi günde 3 gr.’dan azdır ve yaş ilerlemesiyle tansiyonda hiçbir yükselme gözlenmemektedir. Araştırmalar, hayvanlarda çok tuzlu rejimin hipertansiyona yolaçtığını gös­termiştir. Hastanelerde uygulanan az tuzlu rejim­le hastaların tansiyonlarının düştüğü de tıbben bilinen bir gerçektir. Ama günlük yaşantımızda uygulamayacağımız aşırı tuzlu olmayan bir bes­lenmeyle hastalığın önlenip önlenemeyeceği henüz aydınlığa kavuşmuş değil. Bunu saptamak için de büyük insan grupları üzerinde gayet ayrıntılı beslenme alışkanlıkları anketleri yapmak gerekeceğinden hiç de kolay olmasa gerek.

Diğer bir ilginç konu da böbreklerin çıkardığı bir hormon olan renin ile yüksek tansiyon arasın­daki ilişki! Ama bunun sebep mi, netice mi oldu­ğunu söylemek çok zor; öyle ya neden hipertan­siyondan ötürü böbreklerde renin ifrazatı kamçı­lanıyor olmasın ?

Bütün tıbbî istatistiklerde pekçok faktör rol oynadığından kesin bir yorum yapabilme de büyük zorluklar vardır. Bu nedenle Dünya Sağlık örgütünün son yıllarda yayınladığı bir rapora göre 1946 – 60 arasında Amerika’da kalp ve damar bozukluklarından ölüm oranında ortalama tansi­yon değeri ayni kaldığı halde yaş aralığındaki erkeklerde (% 60 beyaz ırk ve % 35 siyah ırkta olmak üzere) bir düşme olduğunu öğrendiğimiz­de şaşmamak gerekir. Ama epidemiyolojistlere göre bu düşüşün nedeni öteki risk faktörlerindeki azalmaya bağlı, örneğin aynı dönem içinde yağ tüketiminde de bir azalma olduğu gözlenmiş.

Yeni Zelanda’da tıbbî hizmetler yürütülürken saptanan bazı olgular da ilginç: Bu hizmetler göçmen toplulukları için sürdürülen tıbbî hiz­metler.

Polinezyalılar daha henüz “uygarlığın” kol atmadığı odacıklarda yaşıyorlar ne kalp hastalık­larından, ne beyin kanaması ya da yüksek tansi­yondan yana bir yakınmaları yok. YVellington’- daki hastanenin epidemiyoloji servisi yöneticisi Dr. Jan Prior’un gözlemi böyle.. Yeni Zelanda’ya XIV. yüzyılda gelip yerleşen göçmen toplulukla­rında ise son dünya savaşından bu yana büyük bir artma gözlenmiştir. 1946’da, Samoa, Cook. Nine, Tokelan ve Tonga adalarından gelen göçmenlerin sayısı sadece 2000 iken bugün 60.000’e yüksel­miştir. 1966’dan bu yana çoğunluğu kentsel kesime yerleşen bu göçmen topluluklar üzerinde tıbbî incelemeler yapılagelmektedir. Yeni Zelan­da’ya bağlı adalardan biri olan Tokelan ekvatorun 8° güneyinde bir mercan adaları grubu olup özel­likle bu ada yerlileri üzerinde incelemeler sürdü­rülmektedir, ayrıca New Zealand’a göçmeyip ada da yaşayan halk da ayrı bir grup olarak ele alın­mıştır. Adalarda yaşayan toplam 1650 ve Yeni Zelanda’nın kentsel yerleşim bölgelerinde yaşa­yan adalı 2250 kişi gözlenmiştir.

Kentsel kesimde yaşayan yetişkinlerin tansi­yonlarının “belirgin bir biçimde yüksek” olduğu saptanmıştır. Kilolarında pek az bir fazlalık vardır. Ve gözlenen topluluk içinde modern yaşam koşullarına en iyi intibak eden gruplarda tansiyonun en yüksek değerlerde bulunduğu görülmüştür. Bu durum doğal olarak aklımıza bir kez daha tuzun beslenme alışkanlıklarımızda aldığı yerin önemli bir rol oynayıp oynamadığını

8etmV°r                                               SCIENCE ET A VENIR’den

Çeviren: Kısmet BURİAN

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir