İLİM HAYATINA KATGIDA BULUNMAK

Prof. Dr. Ali Birinci’nin, tarihçiler ve yayıncılar için düstur niteliğindeki oldukça ilgi çekici notlarından bu ay, akademik çalışmalar ve üniversitelerimize dair olanları ilginize sunuyoruz…

1

Üniversitede bir zaaf olarak hoca” talebe ve dostluk münasebetleri:

Adam yetiştirme edebiyatı üniversitelerimizdeki en abes sohbetlerden biri ve belki de birincisidir. “Bir insan nasıl yetiştirilir” veya “yetişmek isteyen bir insan nasıl anlaşılır ve ne gibi hususiyetlere sahiptir” gibi sualler hiç gündemde bile olmamıştır. “İnsan veya talebe yetiştirmek” tarifi yapılmamış bir mesaidir ve en iyi yetiştirmek usûlü insanın kendisini yetiştirerek örnek olması ve talebesine nasıl olunması gerektiğini akvâliyle değil ahvâliyle gösterebilmesidir.

Son senelerde bazı okumaz ve yazmaz hocaların dilinde gezen “Talebe yetiştirdim” tefâhurunun, tembelliğin ve vazifeyi ifa edememişliğin bir itirafı ve diğer taraftan da çevreyi iğfal etmenin bir âleti olarak görülmesi gerektiği açıktır. “Adam yetiştirmek” ne demektir, bir adamın yetiştiği nasıl anlaşılmaktadır, adam yetiştirmek ile profesör unvanı imâl etmek arasında bir fark gözetilmekte midir, adam yetiştirirken kendinizi ihmâl edip etmediğinizi düşündünüz mü gibi sualler gündeme gelmekte ve cevabını beklemektedir.

Esasen itiraf etmek gerekirse artık maarifin gayesi “adam olmak” değil, iyi bir dünyevî imkânın kapısını açabilecek veya vesilesi olabilecek diplomaya vâsıl olmaktır. Üniversite hocalarının da bu mesleği dünyevî maksatlarla seçtikleri ve ancak pek cüzî bir kısmı için ilmin ve yetişmenin hedef teşkil ettiği ve ilk fırsatta ilmi bırakıp daha dünyevî, yani kazançlı memuriyetlere geçtikleri basit gerçekler olarak ortadadır ve kısaca “ar devri değil, kâr devridir” ve “dünyaya on kere gelinmemektedir.”

Talebelerin hocaları için malzeme toplamak, çeviri yazı yapmak, makale yazmak ve kütüphanelerde süreli yayın ve kaynak taraması yapmak gibi çeşitli vazifeleri bulunmaktadır ve bu zahmetleri karşısında bir çay ile bile mükâfatlandırılmadıkları da bilinmektedir. Başka bir vazifeleri ise hocanın yerine derslere girmeleri ve “prof.” tarifesinden hocalarına para kazandırmalarıdır. Beş sene hocasının yerine felsefe dersine giren araştırma görevlileri bulunduğu bilinmektedir.

Hâlbuki yerine vekil hoca sokma meselesi on asır önce tartışılmış ve şartları tespit edilmiştir. “Öğretmen bizzat kendi öğretmelidir yahut yerine tayin edeceği kimsenin ücretini vermelidir. Ve tayin ettiği de kendi kadar yetkili olmalıdır.” Acaba araştırma görevlisini kendisi kadar bilgili ve kifayetli kabul eden herhangi bir hoca Türk üniversitelerinde var mıdır?

İşin başka bir tarafı ise ağabeyler ve arkadaş takımları tarafından, yurt içinde ve dışında yazılan tezlerdir. Bu gibi tezleri yapanlardan bazıları bu tezleri bastırmama basiretini de göstermektedirler. Bu vakanın tam bir tespitini yapmak imkânı bulunmamakla beraber üniversite mahfillerinde bol miktarda sohbeti yapılmaktadır. Esasen bu iş üniversite imtihanlarına girişteki yardımlaşmalardan başlamaktadır. Doçentlik ve profesörlük unvanlarına yayın hazırlığı devresinde de bu gibi yardımlaşmaların varlığı bilinmekte ve bazen bir telefon ile meslektaş dostlardan, artık o sıradaki modaya göre, meselâ “Ermeni sorunu” hakkında bir yazı, “bir çay ısmarla da içelim” rahatlığıyla talep edilebilmektedir.

Üniversitede sadece hocaların talebelerini değil talebelerin de hocalarını, yeni yayınları hususunda isti،mâl ve istismar ettikleri görülen hususlardandır.

Hoca-talebe ilişkilerinde bazen da şaşırtan münasebetler ve bir mana verilemeyen vakalar dikkati çekmektedir. Meselâ metin kısmı 29 sayfa olan bir yüksek lisans tezinin kapağına, tez sahibi talebenin ismine ilâveten bir profesör ile bir yardımcı doçentin isminin nasıl sı^ır^^ildiğini anlamak mümkün olamamıştır. 29 sayfalık metin bu üç ismin ağırlığına nasıl dayanabilmiştir ve bu işteki marifet veya keramet nedir? Bu sualin cevabı merak edilmektedir.

Ancak bu meselede bir başka husus ise hocaların desteğiyle yapılmış olan doktora veya doçentlik tezlerinin zeki talebeler tarafından neşredilmemesidir. Zeki ve basiretli talebeler, bu neşir hukukunda bazen tezlerini toplama ve saklama fealiyetinde de bulunmaktadırlar.

7″ Refik yazar, refika profesör olur:

Üniversitelerdeki en dikkate değer dedikodulardan biri de hısım-akraba, baba-evlat ve bilhassa karı- koca ilişkileridir. Bu hususun sadece meslektaşlar arasında konuşulması, yalnız herhangi bir delile d^؛mdırılamaması tabiîdir. Yalnız ilim ^yatımızdaki bu ilişkilerin kirli tarafı daima gündemde bir dedikodu malzemesi olarak varlığını devam ettireceğe benzemektedir. Farklı alanda çalışan akrabalar için bir mesele olmamakla beraber aynı alanda çalışanların bu dayanışması hakkında yolabilecek pek bir şey de bulunmamaktadır.

8″ Muhtarlık ile rektörlük arasında:

Memleketimizde ilim hayatı muhtarlık ile rektörlük çıkmazından kurtulamamaktadır. Buradaki büyük felâket ilmin bir hayat tarzı ve hayatın tek hedefi hâline -pek az kişi istisnasıyla- gelememesi ve ilim adamlığının (?) daha akademik hayatın ilk zamanlarında bile ilk fırsatta terk edilmesidir. Makama sahip olma arzusu, bir makale veya kitap yazma veya okuma arzusunun yanında çok küçük ve güdük Almaktadır. Şu sıralarda bürokraside senelerdir bir makam işgal edenler hakkında yapılacak bir araştırma çok dikkate değer neticeler verebilir. ا94ل senesinde aynı zamanda mebus olan profesörler için iki meslekten birini seçmek mecburiyeti getirildiğinde, Fuat Köprülü de dâhil olduğu hâlde, hiçbir ilim adamı üniversiteyi seçmemiş ve ilim hayatına dönmemişti. Kısaca siyasetin veya makamların cazibesi her zaman ilmin cazibesinden daha baskın olmuştur ve uzun bir müddet de bu durum değişmeyecekmiş gibi görünmektedir. Makam ve idari vazifelere aşırı düşkünlüğün bir delili olarak bizzat ilim adamları tarafından tanzim edilen biyografileri çok büyük bir ibret vesilesi olabilir.

9- Bakkal dükkânı yerine üniversite ya da kitap ticareti ve ders ücreti meselesi؟

“At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır” sözünden alınabilecek bir ilhamla “âlim ölür mal kalır” da diyebiliriz. Köyde bakkal dükkânı çalıştıracak olanların üniversitedeki makamlarını kitapçı dükkânı gibi çalıştırmaları çok rastlanan hâdiseler arasındadır. Odasına yığdığı kitaplarından her sene talebelerine doğrudan satış yaparak azami kâr ve gelir temin eden hocaların durumu nedense hiç mesele olmaz. Sanki vatanî bir vazife eda edercesine kendi adına mecmua çıkaran ve yine bu mecmuaları talebelerine büyük bir kararlılıkla ve istikrarla satan profesörler de dikkati çekmektedir. Kitap satın almayan öğrencileri derslerine soksa da imtihanlarına sokmayan ve ilimden çok para kazanma hırsına sahip olan ve bu arada havlu, nevresim ve arsa ticareti yapan hocaların efsaneleri hâlâ hatırlanmaktadır.

Bu kitap ticaretine üniversitelerin kitap neşriyatına yeteri kadar değer vermemeleri veya gündemlerinden çıkarmaları sebep olmaktadır. Şu anda Türk üniversitelerinin kitap satış büroları ve bir neşriyat programları ve hatta, pek azı hariç, bir kütüphane kurma ve geliştirme programları bulunmamaktadır. Şu sıralarda sadece İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları ile dikkati çekmekte ve bilhassa kıymetli tercümeler basmaktadır.

Bu arada bir ikazda bulunmak gerekirse, hiçbir talebe elinden para alan hocasına hürmet duymaz ve talebesinden para alan bir hoca hiçbir şekilde örnek olamaz. Hocaların her türlü kitabını üniversiteler veya diğer resmî kurumlar basmalıdır ve her üniversitede talebelere gerekebilecek resmî veya gayr-ı resmi neşriyatı satan birer kitap satış bürosu açılmalıdır. İşini aşk değil kâr duygusuyla benimseyen insanların manevî değil nakdî kaygılarla hareket etmesini anlamak da zor değildir.

Burada hatırlatılması gereken başka bir husus da ders ücretleri meselesidir. Bu noktada iki mesele ortaya çıkmaktadır. Birincisi yapılmayan dersler ve bilhassa beş- on dakikalık sohbet şeklinde yapılan doktora ve yüksek lisans dersleri için haksız ders ücretleri almak; İkincisi ise daha çok yaygın bir şekilde profesörlerin üzerlerine aldıkları derslere asistanları veya yeni ismiyle araştırma görevlilerini vekâleten derslere sokmalarıdır. Bu ikinci durumda asistanın ilmi kadar ders yapılmakta ama profesör tarifesiyle ders ücreti tahakkuk ettirilmekte ve ödenmektedir. Hâlbuki hocalık ve kocalık tarih boyunca vekâleti olmamış iki meslektir ve bizzat ifası ve icrası gerekmektedir.

Bu vesile ile bilhassa köy menşeli ilim adamlarının bu kazanç hırsından kurtulamadıkları ve gündemlerindeki birinci maddenin para kazanmak olduğunu ifade etmek gerekir. Bu gibi ilim adamlarına, Ârafta; köy ile şehir arasında kaldıkları için, kasaba ulemâsı demek gerektiği de açıktır. Bir insan aşkından ibarettir. İlk aşkı kazanmak olan bir üniversite hocasına, her gün bir kitap yazsa bile, asla ilim adamı denemeyeceği muhakkaktır. Bu basit bir gerçek olarak ortadadır.

10″ Akademik unvanın istimâli ve istismarı:

Akademik unvanların ilim dünyası dışında, hem de seneler boyunca kullanılması son senelerde çok görülen bir durum olmuştur. İlim faaliyetine günde bir saat bile ayırmaksızm ve hiçbir ilmî çalışmaya fırsat bulmaksızın ilim unvanlarını kullanmak ne kadar ahlâkî bir tavırdır? Bu sualin hiç tartışılmaması çok dikkate değer bir ahlâk zaafıdır. Bir ilim kazanıldıktan sonra ilânihaye muhafaza edilebilir mi veya hiçbir ilmî çalışmada bulunmaksızın kendiliğinden, mayalanmış bir tarhana hamuru gibi, çoğalabilir ve kıvama kavuşabilir mi gibi sualleri düşünmek gerekir.

Burada bir beyti de zikretmenin tam sırasıdır:

Bir gün okuyup yazmasam meşk elden gider Bir gün çalıp söylemesem aşk elden gider

Şu veya bu şekilde bir akademik unvana kavuşanların ilk fırsatta idari ve siyasî makamlara geçtikten sonra da bu unvanları başka sahada isti‘mâl ve daha doğrusu istismar etmeleri memleketimizde çok yaygındır ve bir Amerikan ilim adamının gösterdiği samimiyetin ülkemizde de örneğinin görüleceğine dair en ufak bir ümit ışığı bulunmamaktadır. Henry Rosovsky hatıralarına başlarken şöyle bir itirafta bulunuyor: “Eskiden ekonomisttim. Ekonomisttim diyorum, çünkü on bir yıl boyunca sadece yöneticilik yapmışsanız, zor bir bilim dalında yeniden tam üyelik iddiasında bulunamazsınız.” Bu itirafı memleketimizde yapacak samimiyette bir ilim adamı bulmak çok zor, daha doğrusu imkânsızdır.

Kırk senedir akademi dışında gezenlerin hâlâ akademik unvanları niçin her fırsatta kullandıkları veya istismar ettikleri anlaşılamamaktadır. Burada ilim hayatına katkıda bulunan adamları ilimden geçinenlerden ayırmak için ilk takıma ‘ilim adamı’, İkincilere de ilimden geçinenler manasına ‘ilimci’ denilmesi (börekçi, simitçi gibi) daha doğru olabilir.

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*