kemalat teferruatta saklıdır
Duyguların suyu diyebileceğimiz gözyaşı; ayrılık, hasret, yalnızlık, çaresizlik, sevinç gibi duyguların oluşturduğu yoğunluğunun ifadesi olarak dışa yansır. İnsanoğlunun tepkilerini ifadede özel bir yere sahip olan gözyaşının dini ve tasavvuf! hayatta da önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde az gülmek, çok ağlamak tavsiye edilir. İnce ve hassas kalp övülürken, kaba ve duygusuz kalp taşa benzetilerek yerilir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sık sık ağladığı ve ağlamayı teşvik ettiği, sahabelerin de sık sık gözyaşı döktükleri bilinmektedir. Hz. Âdem aleyhisselâm, işlediği zelleden dolayı yeryüzüne indirilince pişmanlık gözyaşlarıyla Allah Teâlâ’dan af diler. Hz. Yakub aleyhisselâm, Yusuf aleyhisselâm için o kadar çok ağlar ki sonunda gözleri rahatsız olur. Hz. Davud aleyhisselâmın günlerce ağladığı rivayet edilir.
Hassas kalpliliğin ve devamlı mahzun olmanın bir bakıma düstur sayıldığı tasavvuf düşüncesine mensup ilk zahid ve mutasavvıflar arasında çok ağlama sebebiyle meşhur olmuş kimseler vardır. Gerçek âlemde yaşanan sıkıntıların ifadesi olan gözyaşı; şairin muhayyilesinde göz pınarlarından dökülen tuzlu ve ılık bir su olmaktan çıkıp zihinde görsel ve işitsel çağrışımlara yol açan bir estetik bir objeye dönüşür.
Sevgili için dökülen yaşlar bu dünyada çilenin ifadesi olsa da, ahirette bunun mükâfatı alınacaktır. Gözlerinden seller akıtan âşık, ahirette buna karşılık bulamayınca gözyaşlarıyla adeta mahşer alanını sele verecektir. Çünkü dünyadayken çektiği sıkıntılara ve halkın kınamalarına aldırmayan âşığın yegâne gayesi Hakk’ın rızasını kazanmaktır.
Âşık, aşkı uğruna dünyasından vazgeçmiş; akıl sahiplerinin değer verdiği şeylere yüz çevirmiştir. Istırabından dolayı durmadan ah edip ağlayan âşığın halini anlamayanlar onu kınarlar. Bu sebeple âşık, melâmet mülkünün sultanı sayar. Çünkü onun şimşek gibi çakan ahi, altın taç; inci gibi gözyaşları da fildişi bir tahttır. Gözyaşı, âşığı maddi âlemin kesafetinden bir taht gibi kaldırıp yükseltir. “Biyolojik “ben”den yükseğe kalkarak manevî “ben”in daha yüksek bir mertebesine ulaşmak, gündelik ömrü yücelikten geçen yola ve ebediyetin saltanatına hazırlamaktadır..