Osmanlı Padişahları

HATIRALARLA ABDULHAMİT HAN

HATIRALARLA ABDULHAMİT HAN Abdülhamîd Han

“Hiçbir fani ihtirasım yoktur. Şu son günlerimde tek gayem, vatanı selâmet ve huzur içinde görmektir. Tecrübe, devlet hayatında büyük mazhariyettir. Ben hizmet arz etmezsem Allah ve tarih huzurunda mesul ve menfur olurum. Vebal, mani olanın olsun…”

Sultan Abdülhamid Han’ı Selânik’ten İstanhul’a ulaştıran Ali Fethi Okyar anlatıyor…

Loreley İstanbul limanına yanaşınca, Alman sefirini oldukça kalabalık maiyeti ile karşılar bulduk. Hayret!.. Ne Sadrazam Kâmil Paşa’nm kendisi, ne de vazifelendirdiği bir nazır, ne de Padişah Beşinci Sultan Mehmed Reşad’ın karşılamaya vazifelendirdiği salâhiyetli saray erkânı vardı. Sadece bir kaymakamın (yarbayın) kumandasında bir bölük asker ve sâbık hakanı Beylerbeyi Sarayı’na götürecek olan çatana…

“Hakîm Osmanlı şairi Koca Ragıb Paşa’nm, insan karakterini, kendisi de bir sadrazam, yani başbakan olarak, politika hayatını ve politikacıyı ölçü alan, şu ibretli beytini hatırladım:
Ahibbâ şîve-i yağmada meblıut eyler a‘dâyı

Hudâ göstermesin âsâr-1 izmihlâl bir yerde

(A llah kimseyi düşürmesin ; yoksa, böyle bir durum oldumu , en yakın dosyan , onun malını, mülkümü , şeref ve sânını yağma etmekte düşmanlara taş çıkartır.. Yani düşmanlar bile, dostların bu kötü harek etleri karşısın da şaşakalırlar.)

“Yol süresince sık sık huzura davet edildim, üç buçuk sene sürmüş mutlak bir göz hapsinin öğrenmesi- ne imkân vermediği memleket meselelerini ayrıntılarıyla öğrenmek istiyordu… Olup bitenleri dinledikçe keder ve hayretinin çehresini sardığını gördüm. Baikan Savaşı’nın çıktığı günlerde Hariciye Nazırı olan Asım Bey’i şahsiyet olarak evvelâ hatırlayamadı, sonra hayran olduğum hafızası ile kim olduğunu anladı ve dedi ki:

‘Devlet ekâbiri arasında Hıristiyan olanların kendi hem cins ve dindaşlarıyla evlenmeleri tabiîdir. Fakat bir Müslüman Türk’ün ecnebi kadınla hayatını birleştirmesini tabiî görmedim ve müdahale etmemekle beraber tasvib de etmedim.

Fakat onları, mümkün olduğunca karar mevkiinden uzak tutmaya çalıştım. Nitekim halen Paris sefiri olduğunu sizden öğrendiğim Rıfat Paşa’nm zevcesi Fransız olduğu için, onu ancak İngiltere kralının şahsî ricası üzerine Londra’ya sefir olarak göndermiştim. Bu Asım Bey1 in zevcesinin de babasının Rum, annesinin Rus olduğunu öğrenince sefaret dahi vermemiş, merkezde bırakmış idim. Demek Hariciye Nazırı olmuş!..’

“Dudaklarında acı bir tebessümle başını salladı ve gözleri gözlerimde içini çekti:

‘Selanik’ten ayrılırken bana çoğu bugün memleketin başına felâket getirmiş mevzuları sormuş, ben de düşündüklerimi ve tavsiyelerimi anlatmış, siz de bunları yazmıştınız. Arkadaşlarınıza emanet etmiş olduğunuzdan şüphe etmem. Hadiselere bakıyorum ve anlıyorum ki, benden sonra memleket, yeni hiçbir mevzu ile karşılaşmamış. Bunların çoğu da bana maziden devredilmişti. Otuz üç sene, hiçbirisi vatan ve millet için bugünkü kadar facialı mecra almadı. Fakat görüyorum ki verdiğim cevaplar kabule şayan görülmemiş.’

1

“Bu vebalinizin bedelini korkarım memleket daha uzun zaman ödeyecek!..”

“Havsalasının alamadığı asıl mevzu, ordunun, bu kadar kısa zaman içinde, bu kadar fecî bir yenilgiye nasıl uğramış olduğu idi. Hayran olduğum hafıza kuvveti ile Rumeli’ndeki cepheleri, müdafaa mıntıkalarını, ordu temerküz mihraklarını bîr bir sayarak bunların başında kimlerin bulunduğunu sordu. Fırka (tümen) kumandanlarına kadar büyük kısmını tamyordu. 1897 Osmanlı-Yunan muharebesini hatırlatarak dedi ki:

‘Ben, hiçbir ecnebî devletin hakkımızda samimî olmadığını ve sadece aralarındaki rekabetin o mesele üzerindeki tecellisi ile dostluklarını tayin ettiklerini acı tecrübelerle bilirim. Saltanata geçtiğim günlerde, o meş’ûm Rus muharebesi kaçınılmaz halde idi. Daha sonra, onlar ve diğer devletlerle muharebe, aynı derecede mukadder görüldüğü ahvalde bile, karşımıza kimlerin ne zaman çıkacağı meçhul olduğu için silahlı ihtilâfların daima haricinde kalmaya çalıştım ve muvaffak da oldum. Yunan Muharebesi’nde ordumuz, bütün Balkan devletleriyle tek başına başa çıkabilecek kuvvette olduğunu isbat etmişti. Meşrutiyet’in ilânından sonra şahsî servetimi dahi memnuniyetle Orduyı Hümâyun’ıın kudret ve kuvvetlenmesine tahsis ettim. O halde ne oldu bu orduya? Nasıl oldu da, dos- tudüşmam hayrette bırakan, tarihinde görülmemiş mağlubiyetlere uğradı ve uğruyor? Bu sualin cevabını, daima tekrarladığım bir tavsiyeme kulak asmamanızda arayınız:

Ben sizlere daima orduyu siyasetin haricinde tutunuz dedim. Bu vebalinizin bedelini korkarım memleket daha uzun zaman ödeyecek.’

2

“Vatanın karşılaştığı hadiseler bana hak verdi

“Beylerbeyi Sarayı’na çıkan Sultan Hamid, Selanik’te Alâtini Köşkü’nde geçirdiği üç sene altı ay, altı gün sürmüş gözaltındaki siyasî sürgün hayatı içinde öğrenemediği memleket meselelerini, Loreley Alman harp gemisindeki İstanbul’a dönüşü yolculuğunda esas çizgileriyle dinlemişti. Hayatımda hiçbir izahın, bana bu kadar azap vermediğini söylemek isterim.
“Tahmin ediyorum ki daha yolda, Balkan Harbi’nin aldığı feci durumu öğrendiği zaman, kararlaştırdığı arzusunu, kendisinden müsade almak ve ayrılmak hazırlığı içinde iken açıkladı:

‘Sizden dinlediklerim beni cidden elem-nâk (elemli) etmiştir. Mülk ve milletin, karşısında olduğu tehlike ile dil-hûnum (içim kan ağlıyor). Otuz üç seneye yaklaşmış tecrübelerim var. Belki hadiselerin icabı, belki şahsî mizâcımla çok zaman ferdî kararlar aldım. Bundan nâdim (pişman) de değilim. Ne yazık ki vatanın karşılaştığı hadiseler bana hak verdi. Keşke nâdim olsa idim de, memleket böyle felâket karşısında kalmasa idi… Ne ise… Şimdi arzum şudur: Münhasıran millet ve vatana nâfı (faydalı) olmak halis gayesi ile, iktidar mevkiinde olanlar, kanaat ve tavsiyelerime ihtiyaç görürlerse hizmete hazırım. Bu hissimin menfî şekilde telâkki edilmesine asla mahal yoktur. Ben kâfi derecede, hatta tarihimizde ecdad-ı izamımdan az hakana nasip olmuş şekilde uzun müddet icra-i saltanat ettim. Hiçbir fani ihtirasım yoktur. Şu son günlerimde tek gayem, vatanı selâmet ve huzur içinde görmektir. Tecrübe, devlet hayatında büyük mazhariyettir. Ben hizmet arz etmezsem Allah ve tarih huzurunda mesul ve menfur (nefret edilen) olurum. Vebal, mani olanın olsun… Hemen gitmeyiniz, biraz bekleyiniz, size zat-ı şahaneye takdim edilmek üzere bir arîza vereceğim. Elinizle vermenizi rica ediyorum.’

Sultan Hamid, kardeşi Sultan Reşad için daima “zat-ı şahane” tabirini kullanırdı. Henüz yerleşmediği ve çalışma odasını tanzim etmediği için, üzerinde saltanat işareti olmayan, sadece tuğra şeklinde ismi hakkedilmiş parşömen bir kâğıda, müsvedde yapmadan, çizinti ve değişikliksiz, yarım sahifeden fazla yazdı. O yaşta ve o şartlar içinde bu ifade maharetine hayran kalmıştım.

“Bir daha göz gezdirmeden aynı işareti taşıyan zarfına koydu ve kapattı. Zarfın üzerinde şu cümleler vardı: “Zat-ı şahanelerinin südde-i saadetlerine (padişahımızın saadetli kapısına).”

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir