Osmanlıda Sanat
Pek yakın zamana, hatta Meşrutiyet’e kadar (H. 1324), Bahçekapı Sebili’nin önüne ve arka tarafındaki Bargirciler Sokağı’na konulan tahtadan pis sedirlerin üzerine dizilen kâseler, tencereler ve etrafına sıralanan her tabakadan halkın sabırsızlıkları bu kötü işin en açık örnekleriydi. Eski şeyhülislâm Hayri Efendi Hazretleri’nin devrinde Meclis-i Mebûsan tarafından çıkartılan fetva üzerine İstanbul’daki imaretlerden Şehzade, Fatih, Nuruosmanî, Lâleli, Üsküdar İmaretleri hariç diğerleri kapatıldı ve bunlardan bazısının yerlerine medrese ve vakıf hanlar yaptırıldı ki söz konusu olan Hamidiye İmareti’nin yerine de Dördüncü Vakıf Han adıyla bugün gördüğümüz han yaptırılmıştır.
İmaretleri kapatıp ortadan kaldırmak kadar yanlış bir iş olmadığını, şu dünya savaşında, düşkün ve muhtaçları doyurma hususundaki zorluk ve olağanüstü mecburiyet çok açık bir şekilde kanıtlamıştır. İmaretlerin kötüye kullanıldıklarını biz de biliyoruz; yapılması gereken iş bunları ıslah etmek ve düzene koymaktı; yok etmek değildi. İnsan, faydalı bir müessese meydana getirir, onun varlığını sürdürmesi ve uzun ömürlü olması için de birtakım kayıtlar, şartlar ve hükümler koyar; o kayıt ve şartların güzel bir biçimde idare edilmesi için müracaat edilecek bir yer gösterir. Bizde Evkâf Nezareti, hayır eserlerinin insaniyet için edindiği yüce amaçlarını idareyle görevli olması gereken makamdır.
Üzüntü vericidir ki, son zamanlarda bazı eğri bakışlar ve çarpık anlayışlar büsbütün başka bir zihniyetle hareket ederek bu gibi hayır kuruluşlarının gereksizliğine kanaat getiriyorlar. Hâlbuki, hüküm bunların değil, bu hayır kuruluşlarını yaptıranların manevî şahsiyetlerinindir. Sözün kısası, ilgili memurların görevi ancak ve ancak bunları düzenlemek ve tamir ettirmektir. Hamidiye İmareti ile, bitişiğinde bulunmuş olan okulu, çeşme ve sebili, civarındaki yüce medreseyi yaptıran, Azak Denizi’ndeki Özi Kalesi’nin düşmesinden duyduğu elemle, felç inerek vefat eden cennet- mekân Sultan Birinci Abdülhamid Han’dır. Rivayete göre, adı geçen Padişah, kendisinden önce gelen atalarının hayır eserlerinin bir benzeri olarak İstanbul’da bir de büyük bir cami yaptırmaya niyet etmişken, seçilecek yer, cami ve mescitlerle dolu olduğunu dikkate alarak bu fikrinden vazgeçmiş ve o zamanın ihtiyacına göre, Yeni Cami adıyla bilinen Valide Camii civarında bir imaret yaptırmaya karar vermişti. O tarihte görevden uzaklaştırılmış olan Maktul İbrahim Paşazade, Reisülküttap İsmail Rauf Paşa’nın^ boş duran arsasına bu imaretin yapılmasını emretmişti. İnşaa 23 Şaban 1190 günü başlanmış, 1 Zilkade 1191 günü tamamlanmıştır. Temel atma töreninde Karavezir lâkabıyla tanınan Sadrazam Silâhdar Seyyid Mehmed Paşa ile Şeyhülislâm es-Seyyid Mehmed Şerif Efendi hazır bulundukları gibi, açılış töreninde de adı geçen sadrazam, şeyhülislâm, defterdar, yeniçeri ağası hazır bulunarak dualar, övgüler edildikten sonra bu işte hizmeti olanlar hil’atler, kürkler ve çeşitli hediyelerle ödüllendirilmişlerdi. Bina emini, padişahın imrahoru Mustafa Ağa idi.49° Binanın tarih manzumeleri Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin oğlu, zamanın es-Seyyid Mehmed Şerif Efen- di’nin kardeşi meşhur şairlerimizden Fitnat Zübeyde Hanım’ındır. Bu güzel manzumeler, o tarihte rei- •sülhattatîn olan Mehmed Es’ad Yesârî Efendi^1 tarafından yazılmıştı. Bahçekapı’daki malûm yerde, H. 1333 yılına kadar bir bütünlük arz eden sebil, çeşme, imaret, kütüphane ve medrese Sultan Üçüncü Ahmed zamanında, yani milâdî on sekizinci asırda para kazanmak amacıyla İstanbul’a doluşan birtakım cahil mimar ve mühendisler eliyle İstanbul’a getirilip Sultan Üçüncü Selim devrine kadar süren ve Osmanlı mimarisinde bir duraklama ve düşüş devrini teşkil.eden rokoko denilen tuhaf Avrupa mimarîsi tarzında yapılmıştır. Bu mimarî tarzının seçkin özelliklere sahip olan Osman- lı mimarîsi tarzına ve dolayısıyla millî zevkimize ne kadar yabancı ve bu itibarla bakana ne kadar sıkıntı verdiğini söylemeye gerek görmem. Bu tarzın memleketimizde sürdürülmesi kesinlikle arzu edilmez; bununla birlikte, bu tarz da ülkemizin medeniyet tarihine geçmiş, geçmişe mal olmuş olduğundan, memleketin medeniyet tarihi itibarıyla bunların yok edilmesine de izin verilmemelidir. Bu gibi hayır kurum ve
kuruluşları ile ilgilenen bazı memurlar ve hatta mimarlarımızın fırsat buldukça “Bu Avrupa tarzındadır, rokoko (Rococo)’dur” diyerek yıkılmaları için uğraşmalarını, ülke tarihine karşı bir tecavüz sayanlar az değildir. Hatta, türbenin tam karşısında ve köşedeki okulun altındayken Dördüncü Vakıf Han’ın inşası sebebiyle takımıyla, Soğuk Çeşme karşısındaki Zeynep Sultan Camii’nin köşesine taşınarak orada yeniden yapılan sebilin, eski yerinde kurulması ve işgal ettiği küçücük yerin, yaptıran hayırsever kişinin niyetindeki samimiyete, hayır sahibine ve toprağına hürmeten maddî çıkarlara feda edilmemesini o tarihte vakıflar müsteşarlığında bulunanlardan birine tesadüfen ve bazı anlayışı geniş mimarlarımıza yana yakıla söylemişsem de “vefanın mühürlü sayfasını kim okur, kim dinler!” Frenk tarzındadır cevabıyla sözlerim etkili olmadı ve o noktada memleketin tarihî topografyası karmakarışık bir hâle getirildi
İmaretle okul caddeye paralel olmak üzere düzensiz bir uzunluk şeklindeydi ve yaklaşık iki bin beş yüz adım dörde bölünmüş yeri kaplardı. Valide Camii, yani Köprübaşı’ndaki Yeni Camii tarafındaki yan tarafın bir kısmına imaret kapısı yapılmış, kalan kısmı ise okul binasıyla doldurulmuştu. Önceleri, Hamidiye Caddesi’nin genişletilmesi esnasında okulun altında ve köşesinde bulunan sebil, Hamidiye Türbesi tarafındayken, bundan önceki yerine taşınmış ve Vakıf Han’ın inşası sebebiyle de Zeynep Sultan Ca- mii’nin köşesine kaldırılmıştı. İmaretin iki kapısı vardı: Biri Bahçekapı tarafına, diğeri ise sebilin arkasına, Sirkeci yönüne açılıyordu. Bahçekapı tarafındaki büyük kapının üzerinde, “İnnemâ nut’imiküm livechillâhi lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ”* ayet-i çelilesi yazılıydı ki sosyal bilimlerin karşılıksız bir medenî kanunudur. İslâm dininin tertemiz hükümleri bu yüce kanunu bin yıldan fazla bir zaman önce ortaya koyarak insanoğluna herhangi bir karşılık beklemeksizin hizmet etmekteki ululuğu ve manayı iyice anlatmıştır. Sirkeci istikametine bakan tarafında bir çeşme vardı ki bunlar takımıyla beraber Zeynep Sultan Ca- mii’nin köşesine taşındı. Bu çeşmelerin suyu, Kırkçeşme suyundandır. Yapılışı basit ve aşırı süsten uzak, ait olduğu dönemin süslemesine sahip, yalnız kapısının olduğu taraf ve sol tarafındaki çeşme mermer sütunlarla ve nefis celî hatlarla süslenmişti. Sebilhane ile kapının ve çeşmenin mermer süslemeleri, Top- kapı Saray-ı Hümayun’undaki aynı dönemin süslemeleriyle kıyaslanabilir. Bu fakir yazar, çocukluğumda, bir süre yeni postanenin arka tarafında Acımusluk Yokuşu’nun köşesindeki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa İlkokulu’nda okuduğum gibi, Hamidiye Türbesi Kabristanı’na bitişik ahşap Damat İbrahim Paşa Okulu’nda ve sonraları yenilenmek suretiyle yapılan yıkık Birinci Abdülhamid İlkokulu’nda, rahmetli Hoca Mustafa Efendi’den hat öğrenmiş ve Kur’an-ı Kerim’i okumuştum. Sultan Birinci Abdülhamid Han’ın kurduğu bu okul da padişahın buradaki diğer hayır eserleri gibi yıkılarak, Beyoğlu’ndayken, Bostancı’ya nakledilip gerçekten zarif ve muhteşem bir şekilde yapılan Kuloğ- lu Camii’nin yanına inşa edilerek cennet-mekân “Sultan Birinci Abdülhamid Han Hazretleri’nin İlkokuludur” namı verilmiştir. Bostancı’daki okul, doğrusunu söylemek gerekirse öğrencilerin sağlık hizmetlerinin görülmesi hususundaki kurallara ve şartlara uygun bir şekilde ve dış görünüş itibarıyla çok hoş bir tarzda yaptırılmıştır. Binayı yaptıran muhterem Padişahın tabiat ve şefkatindeki yüceliğe bakın ki sıcaklığın çok olduğu günlerde susuzlara verilmek üzere yapılan sebilde kar dahi bulundurulmasını emretmişti. Bir şu insaniyetli fikri düşünmeli, bir de Evkâf-ı İslâmiye şartlarını hiçe sayanların hareketlerini göz önüne getirmeli. Yeni postanenin arka tarafına bakan çeşmenin kemeri üzerinde Nedim’in güftesiyle manzum bir kitabe vardı; bundan birkaç yıl önce, görevli memurların dikkatsizliği yüzünden düşüp parça parça olmuştur. Çeşme ve sebilin üstündeki ilkokulun, sokak içerisinde Basiret Ham’nın kapısına karşı, kapısı üzerindeki kitabe şudur:
Hazret-i Hân Ahmed’in dâmâd u sadrazâmı Âsaf-ı zî-şânı İbrâhîm Pâşâ-yı celîl
Mazhar-ı tevfik-i destûr-ı mekârim-pîşe kim Eylemiş tedbîrine takdîrini Bârî delîl
Eyleyip ta’mîr-i lutf-ıla gönüller Ka’besin Kıldı hükm-i ismini icrâ o hem-nâm-ı Halîl
İlme rağbet gösterip bu mekteb-i ferhundeyi Kıldı ihlâs-ıla ihyâ bî-nazîr ü bî-adîl
Defter-i hayratına yazdı kirâm-ı kâtibîn Mekteb-i zîbâ-yı İbrâhîm Pâşâ-yı celîl 1138
Hamidiye İmareti’ne Fitnat Hanım’ın söylediği, nefis bir talik hattıyla yazılmış olan levha, haber vermem üzerine Evkâf-ı İslâmiye Müzesi’ne aldırılmıştır:
Cenâb-ı Hazret-i Abdülhamîd Hân’ın kim Cihâna misi ü adîlin getirmedi devrân
Nola olursa Sikender o şâh-ı zî-şânın Gedâ-yı kemter-i dergâh-ı devleti şâyân
Keşîde sofra-i in’âmı kehkeşân-âsâ Sımât-ı cûduna dil-sîr cümle halk-ı cihân
Derinde kâse be-kef bir gedâsıdır Fağfur Nevâl-i matbahınm rîze-çînidir hâkân
Hulûs-ı pâk-ile eltâf-ı Hakk’a mazhar olup Muvaffak oldu aceb hayra ol şeh-i zî-şân
Binâ edince bu âlî imâreti kıldı Revân vâlide vü cedd-i pâkini şâdân
Bunun gibi nice hayrâta eyleyip tevfîk Hatâdan eyleye mahfüz zâtını Yezdân
Sürür u şevk-ıla tahtında eyleyip dâim Adûların ide makhûr Hazret-i Mennân
Hulûs-ı kalb-ile subh u mesâ Fitnat* Duâ-yı devlet ü iclâlin eyle vird-i zebân
Düşerse bir düşer el-Hak bu resme bir târîh Zihî imâret-i vâlâ-yı pâdişâh-ı zamân 1191
Hamidiye Medresesi ve Kütüphanesi
Hamidiye Caddesi’nin bir köşesinde bu hayır kurumlarını yaptıran hürmetli padişahın türbesi, karşısında üst tarafta büyükçe kütüphane vardır. Medresenin kapısı, Yıldız Hamamı’nın olduğu sokakta ve hamama bitişiktir. Ana giriş kapısının üzerinde aşağıda verilecek olan manzum kitabe vardır. Medresenin içerisi, hicrî on ikinci asırda yaygınlaşan batı mimarî tarzının ürünü tuhaf başlıklı otuz tane mermer sütunla, karşılıklı ve sıralı revaklarla süslü olup öğrencilere ayrılmış dairevî şekilde yirmi bir oda vardır. Her odanın altında kömür, odun koymak için yirmi bir tane de bodrum bulunur. Medresenin
ortası, benzerleri gibi avlu olup, ortasında bir de şadırvan vardır. Şadırvanın mimarlık açısından bir kıymeti yoktur. Medresenin bir de güzel dersanesi olup, buraya dört sütun üzerine oturtulmuş kubbeli bir daireden geçilir. Kapısı üzerinde celî hatla “Ve fevka küllü zî ilmün alîm”* ayet-i çelilesi yazılıdır. Medresenin giriş yönünde yukarı tarafında yer alan kütüphaneden oldukça geniş bir yere geçilir ki, burası gerektiğinde öğrencilerin dinlenmelerine ayrılmış olup adeta mehtabı seyretmek için yapılmış bir köşk görünümündedir. Kütüphanenin kapısı üzerinde şu tarih yazılıdır:
Ekmel-i pâdişahân Hân Hamîd-i Âdil Fazl-ı Hakk-ıla edip adi binâsın teşyîd
Kâm-yâb oldu makâsıdla zamânında fuhûl Bu kütüphânenin ihyâsın edince temhîd
Bendesi mazhar-ı eltâf u atâsı Hayrî Levha manzûme-i evsâfın ederken tesvîd
Geldi bâ-lutf-ı Hudâ hâtıra bir hoş târîh Yümn-i câvid ola dârü’l-kütüb-i Şâh-ı Hamîd 1194
Medrese ile kütüphaneye, Mekke kadılığından azledilen Eyyûb Efendi-zade es-Seyyid Yahya Tevfik Efendi’nin söylediği güzel tarih şudur:
Pâdişâh-ı Âl-i Osman sâye-i Rabb-ı Mecîd Hazret-i Abdülhamîd Hân sâhib-i re’y-i sedîd
Matla’-ı dîvân-ı şevketdir fürüğ-ı devleti Ferd-i zâtı gûyiyâ Şehnâme’de beytü’l-kasîd
Medrese mektep imâret hem kütüphâne sebîl Yaptırıp aldı duâ-i hayr-ı ahrâr u abîd
Medrese sûrette ammâ hey’et-i matbûası Muhtasar mecmûa-i nâdîdedir gâyet müfîd
Bârekallâh bir muallâ medrese yaptırdı kim Vaz’-ı erkânı müesses tâk-ı vâlâsı meşîd
Mesken ü me’kel kütüb-âmâdedir özr etmeyip4?2 Tâlibân tahsîl-i ilme eylesin sa’y-ı mezîd
Hasbetenlillâh edip ilm-i şerîfe i’tibâr Enbiyâ vârislerine etti ikrâm-ı ekîd
Binde bir ancak düşer Tevfîk ona târîh-i tâm Ehl-i ilme medrese yaptırdı Şeh Abdülhamîd 1194
Sebilin üstündeki ilkokula Lütfullah Efendi’nin yazdığı tarih şudur:
Şâhenşeh-i âlî-himem hâkân-ı memdûhu’ş-şiyem Gerdûn-vakâr u Cem-haşem Sultân-ı İskender abîd
Kur’ân’a kılmış iktidâ münkâd-ı emr-i Kibriya Ammâ ki olmuş muktedâ şâhâna ol zât-ı vahîd
Ol pâdişâh-ı pür-kerem dünyâyı kıldı muğtenem Hayrâta sa’y etti bu dem tarh eyleyip resm-i cedîd
Yazdı kalem Lütfî gibi târîh-i tâm-ı atyebi Sıbyâna yaptı mektebi Şâh-ı cihân Abdülhamîd 1191
Sebilin üzerindeki tarih manzumesi:
Gays-ı midrâr-ı kerem cedvel-i enhâr-ı himem Menba’-ı cûy-ı atâ menhel-i ihsân u safâ
Husrev-i dâd-meniş Hazret-i Sultân Hamîd Etti bârân-ı adâletle cihânı irvâ
Zer ü sîmi su gibi sarf ederek kılmıştır Dest-i ihsânı bu ser-çeşme-i sâfı icrâ
Ola her katresi bir bahr-i amîk-ı gufrân Sâkî-i kevser ile haşr ede ukbâda Hudâ
Jâle-i adli ile buldu tarâvet âlem Açılıp gülmededir gonca-i tab’-ı zuafâ
Dolanıp dergehin ol şâh-ı adâlet-câhın Yüz sürer pâyine cûlar gibi ashâb-ı safâ
İlm-i şevketi serv-i çemen-i nusret olup Aka tîginden onun su gibi hûn-ı a’dâ
Görüp itmâmını âsâr-ı cihândârînin Bendesi Hayrî-i hoş-gûy-ı sadâkat-peymâ
Vasfın imlâda zebân-ı kalemi ahreş iken Nâgehân yâver olup mu’ciz-i ilhâm-ı Hudâ
Yazdı târihin onun nutka getirdi la’Ii Kevserin aynı değil mi bu sebîl-i zîbâ 1191
Valide Camii tarafındaki çeşmenin üzerinde yazılı manzume:
Ol hüsrev-i kudsî-sıfât icrâ edip azb-i fürât Leb-teşnesi âb-ı hayât şerminden olmuş nâ-bedîd
Atşân eder cüst-ü-cû sûyu cihânda sû-be-sû Fermânını mânend-i cû icrâ ede Rabb-ı Mecîd
Lutfu kazıp mermerde nâm oldu enâm içre be-nâm Yazdı iki târîh-i tâm her biri mümtâz ü vahîd
Rûh-ı Hüseyni şâd eyle mâ-i safâyı ver dile Zemzem akıttı cûd-ile şâh-ı cihân Abdülhamîd 1191
Okul tarafındaki çeşmenin üzerindeki manzume:
Zıll-i Hudâ-yı Müsteân şâhenşeh-i kevn ü mekân Bâ-bende onun hüsrevân ihsânını eyler ümîd
Feyz-i zülâl-i meşrebi sîrâb eder her matlabı Devrinde çarhın kevkebi her biri hurşîd-i saîd
Mir’at-ı tab’-ı enveri hurşîd olur reşk-âveri Ef’âl-i hayrın masdarı ol tab’-ı pür-nûr u reşîd
Rûh-ı Hüseyni şâd edip feyzden istimdâd edip Bu çeşmeyi bünyâd edip atşânı kıldı müstefîd
Dördüncü Vakıf
Evkâf-ı Hümayun Nezareti, inşaat mühendisliği bilgisiyle çizilen resim ve plân üzerine seksen dokuz bin lira karşılığında İtalyalı Dinare’ye ihale edilmek suretiyle yıkılan Hamidiye İmareti yerine zemin katı hariç beş kat üzerine yapılan Dördüncü Vakıf Han’ın binası sağlam, caddeye bakan yüzü yüksek ve son zamanlarda devlet tarafından yaptırılan binalar arasında gerçekten abidelerden sayılacak kıymette bir eserdir. Şu kadar ki, binanın caddeye bakan yüzüyle Yeni Cami’ye bakan yüzü ve deniz tarafı, binanın geneliyle ahenkli ve uyumlu değildir. Ancak, Avrupa’nın birçok yerinde olduğu gibi bu büyük bina da, daha geniş bir yerde yapılmış olsaydı tabiî ki daha muhteşem görünürdü. Caddenin genişliği ve kuşatıcıIığıyla uyuşmayan bir yükseklikte yapılan bu han, şehir tarafında yer alan yerlerin hava akımına engel olduğu gibi, deniz tarafından da şehrimizin tabaka tabaka yükselen doğal manzarasına kısmen engel olmaktadır. Zaten Amphiteâtre dedikleri, adeta meşhur Babil şehrinin asma bahçeleri gibi tabaka tabaka yükselen büyük şehirlerde, özellikle sahilden şehrin genel görünüşündeki