DESTAN; Alm. 1. Erzahlende Versdichtang (f),
2. (Helden-) Epos (n), Fr. Epique İng. Epic. Milletlerin
inanç, fazilet ve millî kahramanlık mâcerâlarının
manzum hikâyeleri. Kelime asıl olarak
Farsça “dâstân’dan gelmektedir. Türk dilinde destan
şeklini alarak, Türkçeleşmiş bu edebî türün
dışında, “dillere destan olmak”, tâbirinde görüldüğü
gibi, başka mânâ da kazanmıştır. Batı dillerinde
târihten önce veya târihin kuruluşu asırlarında
söylenmiş efsânelere lejand (legande), daha
çok târih devirlerindeki kahramanlar veya kahramanlıklar
üstüne söylenmiş efsânelere de epope
(epopee) denir. İlâhî dinlerin bozulduğu zamanlarda
tanrılar veya tanrılaştırılan insanlar hakkında
söylenerek zamanla inanış hâline gelen efsâneyede mitos (mythos) denir. Mitoloji ise, mitosları inceleyen
ilmin adıdır. Türkçede bunların hepsine
birden destan denir.
Destanlara konu olan millî mâcerâlar çok defâ
târihten önceki devirlerde veya târihin kuruluş
asırlarında başlar, bâzan târih boyunca devâm
eder. Destanların teşekkülünde efsânelerin ve efsâne
devirlerinin büyük tesiri olur. Bir masal atmosferinin
hâkim olduğu destanların kahramanlan
arasında tanrılar, tanrıçalar, gün ışığından, su köpüğünden
yaratılmış, bir hayvandan veya ağaç
kovuğundan meydana gelmiş mukaddes insanlar,
olağanüstü mahlûklar, korkunç canavarlar, devler,
periler gibi varlıklar bulunur.
Destanlar, gerek târih, gerek fikir ve sanat bakımından
büyük değer taşırlar. Târihi aydınlatır, fikir
ve sanat eserlerine kaynak olurlar. Bâzı milletlerin
hayâtı, târihten önceki zamanlara uzanır.
Bunların târihlerinin başlangıcını bulmak mümkün
değildir. Destanlar, böyle milletlerin ilk çağlarını
bir takım mitolojik menkıbeler hâlinde anlatırlar.
Bununla berâber destan, târih demek değildir. Destanlarla
gerçek târih arasındaki münâsebeti tesbit
için; “Destanlar, halk gözüyle görülen, halk psikolojisiyle
duyulan ve halk hayâlinde masallaştırılan
târihlerdir.” denilebilir. Ayrıca destan; bir
târih kitabı veya târih belgesi olmaktan çok, kökü
târihe dayanan, ilhâmını târihten alan bir halk edebiyâtı
verimidir.
Destanlarda milletlerin türlü inançları, dinleri,
tanrı veya tanrılar karşısındaki davranışları,
iyilikleri ve fazîletleri yanında kötülükleri ve ahlâk
düşüklükleri, hayâtı, dünyâyı, olayları anlayış,
kavrayış ve yorumlama farklılıkları bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkar. Bu bakımdan milletlerin eski
devirlerini tanımada önemli ipuçları verirler.
Daha Eski Yunan devrinden başlayarak destanlarda
anlatılan kişi ve olaylar pekçok sanat vefikir eserine konu olmuştur. Eski Yunan şiiri ve tiyatrosunun
belli başlı konusu Yunan mitolojisi ve
unsurlarıdır. Bu konular milâttan sonraki asırlarda
da Lâtin şâiri Seneca (M.S. 1. asır), Fransız
şâiri Voltaire (M.S. 18. asır), İtalyan bestekârı Sacehini
(1735-1786), Alman şâiri Geothe (1749-
1832), Fransız Racine (1639-1699) gibi edebiyâtçılar
ve günümüz yazarları tarafından tekrar tekrar
ele alındığı gibi, resim, müzik, mîmârî, heykeltraşlık
gibi diğer sanat şûbelerinin de vazgeçilmez
konularından birisi olmuştur. Yunan mitolojisinde
adı geçen tanrı, tanrıça, kral, kraliçe ve diğer
kahramanları tasvir için Avrupa milletlerince
mîlât başından bu yana, bilhassa rönesans ve sonrasında
yapılan tapmak, heykel, tablo ve bestelerin
sayısını tesbit imkânsız gibidir. Bu sebeple
Eski Yunan ve Roma putperestliğinin temel unsurlarının,
Avrupa sanat dünyâsında şaşılacak ölçüde
hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Destanların bir başka önemi de milletlerin büyük
işler yapmak için kendilerine güven duymalarında,
türlü sosyal ve târihî sebeplerle uzaklaştıkları
millî benliklerine dönmelerinde, yeniden
büyük millet olarak, hürriyet ve istiklâllerini korumak
için kıyam etmelerinde rol oynamalarıdır.
Bu bakımdan destanlar millîdir. Bunun tipik misâllerinden
birisi İran destan şâiri Firdevsî’nin
Şehnâmesi ve bu eserde Farsça ile anlatılan İran-
Acem destanı gösterilir. Şehnâme için “Otuz yıldan
çok sıkıntı çektim. Fakat bu Farsça ile Acem’i
dirilttim.” diyen Firdevsî’den sonra bir kalkınma
hamlesine girişen İran dil, kültür ve edebiyâtının
kısa zamanda şarkın en büyük klâsiklerinden olduğu
bir vâkıadır. Bir başka örnek Almanya’dan
verilerek Nibelungen destanı hatırlatılır. On sekizinci
yüzyılın ikinci yarısında Grimm ve Schlegel
kardeşlerin eski Cermen masallarını karıştırarak Siegfried
isimli Alman destan kahramanını halka
yeniden tanıtmaları ve sevdirmesiyle başlayan hareket
Wagner’in dört bölümlük Nibelungen halkası
isimli bir opera bestelemesi ve Bavyera Kralı İkinci
Louis’in Bavyera Dağlarından birinde Walhala
adıyla sun’î bir Olympos yaptırmasına kadar uzandı.
Bütün bu benzeri çalışmaların Alman milletini
her yönden harekete geçirip, Almanların büyük
bir milliyet ve medeniyet kurmalarında birinci
derecede vazîfe gördüğü kabul edilir. Bu açıdan
hareketle, İran’da Firdevsî heykeli, rejimlerin
değişmesine rağmen, Fars milliyetçiliğinin bir
sembolü olarak her zaman ayakta durmaktadır.
Her milletin destanı yoktur. Bir milletin tabiî
destanı olabilmesi için o milletin halk hayâlinin efsâneler
uydurmaya elverişli bulunduğu en eski ve
iptidâî devirlerde yaşamış olması lâzım geldiği
gibi, târihinde de unutulmaz tabîat olayları, büyük
savaşlar, göçler, istilâlar, yeni coğrafyalarda vatankuruluşları gibi halk hayat ve hâfızasım nesiller
boyu meşgul edecek hâdiseler bulunmalıdır. Çünkü
târih öncesi çağlar, acı tatlı bütün gerçeklerin
türlü hayallerle süslenip efsâneleştiği çağlardır.
Destanlar, târih boyunca milletlerin halk şâirleri
tarafından gerek dil, gerek nazım yapısı bakımından
önce iptidâî terennümler hâlinde söylendi.
Destan türküleri, halk arasında yayılıp söylenirken
yeni ilâvelerle zenginleşip büyüyerek bir
tek şâirin değil, bütün bir milletin ortak eseri hâline
geldi. Her yeni ağız, her yeni hayâl, destanlara
yalnız vak’a olarak değil, dil ve söyleyiş bakımından
da gittikçe güzelleşen parçalar kattı. Zaman
ilerledikçe destan gelenekleri zenginleşen milletlerin
aydınları arasında büyük destan şâirleri yetişti.
Bunlar halk hâfızasında derin izler bırakan
destan şiirlerini toplayıp, asıllarına sâdık kalarak
dil ve üslup güzellikleri içinde bir bütün hâlinde
söylerler. Böylece milletlerin efsânevî târihî mânâsında
millî destanları ortaya çıkar. Esâsen millî
destanlar, destan devirleri geçtikten sonraki devirlerinde
millî mâzilere karşı uyanan derin sevgi
ve özleyiş çağlarında yazılır. Yine böyle çağlarda
böyle sebeplerle toplanır. Eski Yunanlıların Homeros’u,
İranlIların Firdevsî’si millî destan şâirlerinin
en tipik misâllerindendir. Türklerin bütün
destanlarını toplayarak onları tek bir destan hâline
getirecek bir destan şâiri henüz çıkmamıştır.
Türk târihinin akışı da dikkate alınarak denilebilir ki: “Türkler, destan devri yaşamaktan, yeni
destanlar söylemekten, eski destanları derleyip
toplamaya vakit bulamamışlardır.” Bu yüzden ele
geçen destan parçaları bir bütünlük göstermezler.
Türk destanları, İslâmiyetten önce ve sonra
olmak üzere iki büyük kısımda toplanır. Bu destanların
bir kısmı halk dilinde yaşayan destanların
derlenip toplanmasıyla elde edilmiş, bâzılarına
eski Çin kaynaklarında, Arap, İran târih ve edebiyâtına
âit el yazması eserlerde rastlanmıştır.
Türk destanlarının pek çoğu teşekkül ettikleri târihten
sonra yazıya geçirilmiştir. Ancak destanlar,
halk dilinde asırlarca yaşayıp yeni vak’alarla birleştiğinden
yazıya geçişteki bu gecikmeler bâzan
onların lehinde olmuştur. Türk destanları gönülleri
asırların vak’alan için çarpmış olan Türklerin
duygu, görgü ve hâtıralarıyla süslüdür. Târihin
birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık
vak’aları bu destanlarla birbiriyle kaynaşmış
ve târih içinde Türk fazîlet ve kahramanlığını
hülâsa eden birer örnek olmuştur.
Türk destanlarını, Türk uluslarının (boylarının)
çeşitli coğrafyada ortaya koydukları destanlar olarak
ele almak gerekir. Bunlar İslâmiyetten önce ve
sonra olmak üzere iki şekilde ortaya çıkmışlardır.
Destanlar, istisnâları dışında, daha ziyâde eskiden
beri görülen ve bir mîrâs olarak târihe intikâl
eden Türk- İran düşmanlığını işlerler. Bunun
uzantısı olarak İslâmiyetin kabûlünden sonra bile
ortaya çıkar. Osmanlı Devletinin batıya çıktığı
her seferde, buna karşı her zaman bir İran-Hıristiyan
devletleri ittifakı ile karşılaşılır.
İslâmiyetten önceki destanların başında Saka
(Şu), Alp Er Tunga, Afrasyap, Oğuz Kağan gelir.
Bunun yanında Dede Korkud Hikâyeleri destânî
özellik gösterirler ve İslâmî bir renge bürünmüşlerdir
(Bkz. Dede Korkud Hikâyeleri). Göktürk
destanları içinde, Gök Börü, Börü, Asena ve Ergenekon
destanları vardır. Türeyiş ve Uygur Göç
destanları da Uygur Türklerine âittir.
Ayrıca cemiyette ortaya çıkan hâdiseler karşısında
ferdî olarak uzun şiirlerin destan olarak ele
alındığı görülmektedir. Bu manzûmelere Âşık Sadık’ın
Mehrali Bey’i ile Ispartalı Seyrânî’nin
Vak’a-i Hayriyye’si örnek gösterilebilir. Bunlar
arasında züğürtlüğü, Erzincan depremini, salgın
hastalıklarla gelen felâketi konu edinenler de vardır.
Hâdiseler herkes tarafından bilinip, duyulduğu
için, dillerde dolaşmış ve şuyû bulmuş (yayılmış)
olmasıyle de “dillere destan oldu” gibi bir deyimi
de kendiliğinden getirmiştir.
Türk destanları da; Saltuk Buğra Han Destânı,
Kırgız Türklerinin destanı olan Manas, Cengiznâme,
Battalgâzî Destânı gibi destanlardır.
Ayrıca Oğuz Destânıfnda, İslâm inancına ve terbiyesine
adapte edilmiş bir şekil vardır.Türk destânlarınm hemen hepsinde ışık, ağaç,
mâden ve mâden isimleri, bozkurt, kadın, at, su
sevgisi, aksaçlı ihtiyarlar, kopuz gibi millî ve bediî
unsurlara rastlanır. Ayrıca destanlar eski devirlerde
kamlar tarafından kopuzla çalınıp söylenirdi.
DESTAN
06
Kas