ma’rûf-i kerhî; Büyük velîlerden. Adı- Ma’rûf bin Fîrûz, künyesi Ebû Mahfûz’dur. Doğum târihi bilinmemektedir. 815 (H.200) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kabri Bağdat’tadır. Kabri başında yapılan duâ makbul ve müstecabdır. Bağdat’ın Kerh beldesinden olduğu için Kerhî denilmiş ve Ma’rûf-ı Kerhî diye tanınmıştır. Sofiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. İranlı Hıristiyan bir anne ve babanın çocuğu iken, Hıristiyanlığı öğrenmesi için bir râhibe gönderildi. Kardeşi îsâ onun İslâm’a gelişini şöyle anlatmaktadır: “Ben ve kardeşim Ma’rûf okula gidiyorduk. Hıristiyan idik. Hıristiyan râhip, çocuklara (Hâşâ) Allahü teâlâ üçtür: Baba, Oğul, Ruh’ül kudüs derdi. Kardeşim Ma’rûf, Allah birdir birdir diye bağırırdı. Râhib onu her tarafı yara bere içerisinde bırakacak şekilde döverdi.
Bu hal uzun zaman devâm etti. Nihâyet bir gün her tarafını parçalar şekilde dövünce kaçtı. Ve bir daha dönmedi. Bunun üzerine annem ona olan sevgisinden her gün gözyaşı dökerdi. “Eğer Allahü teâlâ oğlumu geri gönderirse, o hangi dinde ise ben de o dîne gireceğim” derdi. Annesi böyle ağlayıp gözleri yollan beklerken, evden kaçan Ma’rûf-ı Kerhî kendi hâlini şöyle anlatmaktadır: “Ayaklarım şişmiş, elbiselerim parçalanmış bir halde Kûfe’ye geldim. Bir mescide gittim. Orada mübârek, yüzü nur saçan bir zâtın etrâfında bir kısım insanlar halka olmuş, onun anlattıklarını dinliyorlardı. Cemâat o zâtı öyle dinliyordu ki, sanki başlarının üzerinde kuş vardı da kaçmasın diye hareketsiz duruyorlardı. O zâta yaklaştım ve dinledim. Şöyle diyordu: “Kim Allahü teâlâdan tamâ men yüz çevirirse, Allahü teâlâ da ondan tamâmen yüz çevirir. Kim kalbiyle Allahü teâlâya kavuşmayı arzu eder ve O’na koşarsa, Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılar. Bütün herkesin kalbinde O’nun muhabbeti hâsıl olur,
O’na gelirler. Derdlere ve belâlara sabır eden kimseye de rahmetini ihsân eder” Bu zât Muhammed ibni Semmâk idi. Onun bu sözleri kalbime çok tesir etti ve beni yaratan Allahü teâlâya yöneldim. Benim gizli ve açık her şeyimi bilen, Rabbime kavuşmağı istedim. Allahü teâlâ da duâmı kabûl buyurdu. Bu sırada İbn-i Semmâk âniden sustu. Sonra insana çok tesir eden bir sesle “Bağdatlı genç nerede?” diye sordu. Oradaki cemâat bana baktı. Çünkü orada benden başka yabancı yoktu. Beni Şeyh İbn-i Sem- mâk’a götürdüler. İbn-i Semmak başımı okşadı ve; “Merhabâ ey Rabbini arayan kişi! Merhabâ ey Allah’ın sevgisine ve muhabbetine kavuşan kişi!” dedi. Bu sözleri işitince, babama beni kötüleyen râhibi hatırladım ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine “Sen ağlıyor musun?” dedi. “Evet efendim” dedim ve râhibin sözünü hatırladım. Çünkü o râhip hep hakâret ederek beni babama kötülerdi. Tam bu sırada; “Râhibin sözü mü?.” diye sordu. Ben buna çok hayret ettim. Bunu nasıl biliyor
du. “Evet” dedim. Bana; “Allahü teâlâya duâ et. Senin duân müstecâbtır (kabûl olur)” buyurdu ve ben de Allahü teâlâya duâ ettim. Daha sonra râhibin Müslüman ve sâlih olup sâlihler arasına karıştığını öğrendim. Sonra İbn-i Semmâk beni İmâm-ı Ali Rızâ’ya götürdü. Durumu ona anlattı ve onun elinde Müslüman oldum.” Müslüman olan ve ilim tahsil eden Ma’rûf-ı Kerhî, uzun seneler sonra memleketine döndü. Büyük bir sabırla onu bekleyen annesi bağrına bastıktan sonra hangi din üzeresin diye sordu. Ma’rûf, İslâm dîni üzereyim deyince annesi; “Eş- hedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhamme- den abdühû ve resûlüh” diyerek îman ile şereflendi. Bunun üzerine bütün âile Müslüman oldu. Ma’rûf-ı Kerhî dînin emirlerini gözetmekte, ibâdette, haram ve şüphelilerden kaçmada çok meşhûr idi. İmâm-ı Ali Rı- zâ’nın hizmetinde bulunmuş, onun çocuklarıyla beraber yaşamış ve ehl-i beytten bilinm iştir. İmâm-ı Ali Rızâ; “Ma’rûf, huy ve muhabbet bakımından ehl-i beyttendir. Fakat ırk ve neseb bakımından değil. Muhakkak 0 kerem ve izzet bakımından, Selmân-ı Fârisî’nin ceddimize ilhak edilip ehl1 beytten sayıldığı gibi, o da bize dâhil edilmiştir” buyurmuştur. Ma’rûf-ı Kerhî, Dâvûd-i Tâî hazretlerinden feyz almış olup; büyük velîlerden Sırrî-yi Sekatî de, Ma’rûf-ı Kerhî’den ders ve feyz alarak yetişti. Hârûn Reşîd ile aynı zamanda yaşadı. Muhaddis olup, zamânının meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs dinlerdi. Ma’rûf-ı Kerhî, Bekir bin Huneys, Rabi’ bin Sa- bîh ve bir çok âlimden hadîs öğrendi. Halef bin Hi
şâm, Zekeriyyâ bin Yahyâ el-Mervezî, Yahyâ bin Ebî Tâlib ve bir çok hadîs âlimi de Ma’rûf-ı Kerhî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Ma’rûf-ı Kerhî (rahme- tullahi aleyh), Bağdat’ın imâmı ve zâhidi lakabını aldı. Dinde imâm olup, fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm ilimlerinde büyük âlimdir. Bütün bu ilimlerde hüccet, senet idi. İctihad ma- kâmına erişmişti. Abdülazîz bin Mansûr diyor ki: “Babamdan işittim: “Biz Ahmed bin Hanbel ile berâber idik, Ma’rûf-ı Kerhî’den bahsedildi. Orada olanlardan bâzıları onun ilmi zayıfdır dediler. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel (rah- metullahi aleyh); “Böyle konuşmayın. Siz Ma’rûf’un kavuştuğu ilimden bir şeye kavuşabildiniz mi?” diye cevap vererek onları susturmuştu. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, Ma’rûf-ı Kerhî’ye mürâcaat ederler ve bir çok meseleleri ondan öğrenirlerdi.” Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel, Ma’rûf-ı Kerhî’nin yanına geldiler. Yahyâ bin Maîn, Ma’rûf-ı Kerhî’ye secde-i sehvi sormak istiyordu. Ahmed bin Hanbel, Yahyâ’ya; “Sus!” dedi. Fakat o susmadı ve; “Yâ Ebel-Mah- fûz, secde-i sehv hakkında ne dersin?” diye sordu. Ma’rûf-ı Kerhî; “Kalbin namazdan gâfil olup, namazdan başka bir şeyle meşgûl olmasından dolayı bir cezâdır” deyince, Ahmed bin Hanbel; “Bu ne güzel ve ne mânâlı bir cevaptır” buyurdu. Kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Cömertlik ve kerem sâhibi olup, sağlığında ve vefâtından sonra da yardım yapan dört büyük velîden biridir. Bunlar; Ahmed bin Hanbel, Ma’rûf-ı Kerhî, Bişr-i Hafî ve Mansûr bin Ammâr’dır.
Ma’rûf-ı Kerhî bir gün namaz kılmak için ikâmet okudu ve sonra Muhammed bin Ebî Tevbe’nin öne geçip namaz kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı, müezzinlik yaptı. Muhammed bin Ebî Tevbe imâmlık yapmaktan çekindi ve; “Eğer bu namazı kıldırırsam başka namaz kıldırmam” dedi. Ma’rûf-ı Kerhî bu sözü beğenmedi ve; “Nefsinden konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını düşünmek (başka bir namaz vaktine kadar yaşayacağım diye konuşmak) tûl-i emel (uzun arzû) sahibi olmaktır. Tûl-i emel sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü tûl-i emel, hayırlı amel yapmaya mâni olur” buyurdu. “Dünyâ dört şeyden ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya isyân ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur. Yemek ise insanın kalbini katılaştırır” buyurdu. Sır- rî-yi Sekatî buyurdu ki: “Ma’rûf-ı Kerhî’yi şöyle söylerken işittim: “Kim kibirli olur, kendini büyük görürse Allahü teâlâ onu yere vurur; kim Allahü teâlâ ile münâzea ederse (karşı gelirse) Allahü teâlâ ona gazâb eder. Kim Allahü teâlâya tevekkül eder O’na sığınır ve güvenirse; Allahü teâlâ onun yardımcısı olur. Kim Allahü teâlâya tevâzû ederse, Allahü teâlâ onu yükseltir.” Ma’rûf-ı Kerhî’ye “Dünyâ sevgisi kalbden nasıl çıkar?” diye sorulduğu zaman; “Allahü teâlâya karşı hâlis sevgi, tam bir muhabbet ve hüsn-i muâmele yâni Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmak ve men ettiklerinden sakınmak ile” cevâbını verdi. “Mertliğin alâmeti üçtür: Hilafsız tam bir vefâ, istenmeden vermek ve
kendisine cömertlik, iyilik yapılmadan başkalarını medh etmek” buyurdu. Bir adam Ma’rûf-ı Kerhî hazretlerine gelerek; “Ey efendim! Benim Allahü teâlâya nasıl kavuşacağımı bana öğretir misin?” dedi. Ma’rûf-ı Kerhî onun elinden tuttu ve pâdişâhın kapısına getirdi. Kapının önünde ayağı kırık bir adam vardı. Soru soran zâta o kimseyi gösterip; “İşte bunun gibi olursan Allahü teâlâya vâsıl olursun” buyurdu. Bununla, ayağının ikisi de kırık bir köle, efendisinin kapısının önünde nasıl durur hiçbir yere ayrılmazsa; bir kul da Allahü teâlânın kapısında her an bekler. Hiç ayrılmaz ve is- yân etmezse, Allahü teâlâya kavuşur demek istedi. Bir kimse gelip kendisinden kalbinin yumuşaması için duâ etmesini istedi. Ona; “Ey kalbleri yumuşatan Allah’ım! Ölüm benim kalbimi yumuşatmadan sen benim kalbimi yumuşat” diye duâ et buyurdu. Sırrî-yi Sekatî hazretleri; “Kavuştuğum bütün nîmetlere Ma’rûf-ı Kerhî hazretlerinin bereketiyle kavuştum” buyurdu. Bağdat ahâlisi ve bütün Müslümanlar tarafından devamlı hürmet edilirdi. Kabri, duâların kabûl edildiği, hastaların şifâ bulduğu bir yerdir. Duâla- rın kabûl edildiği herkes tarafından tecrübe edilmiştir. İmâm-ı Yâfiî de bunu bildirmektedir. Ma’rûf-ı Kerhî, talebesi Sırrî-yi Sekatî’ye buyurdu ki: “Eğer Allahü teâlâya duâ eder ve bir şey istersen, O’na benim ismimi vesîle et, benim hürmetime iste!” Muhammed bin Mansûr Tûsî haber veriyor: “Bağdat’ta Ma’rûf-ı Ker- hî’nin huzûruna gittim. Yüzünde bir yara izi gör
düm. “Dün burada iken yüzünüzde bir şey yoktu. Bu nedir bir şey mi oldu?” diye sordum. “Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma, sana yarayanı sor” dedi. “Allah aşkına söy- ,le!” dedim. Şöyle anlattı: “Bu gece namaz kılıyordum. Mekke’ye gidip Kâ- be’yi tavaf etmek istedim. Su içmek için zemzem kuyusuna gittim. Ayağım kaydı ve yüzüm oraya çarptı. Bu iz ondandır.” Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri herkese merhamet eder ve herkesin ıslâhı için çalışırdı. Birgün abdest almak için Dicle’ye gitti. Kur’ân-ı kerîm ve seccâdesini namaz kıldığı yerde bıraktı. Bir kadın gelip bunları alıp giderken Ma’rûf arkasından koştu ona yetişti ve yüzünü görmemek için başını eğip; “Kur’ân-ı kerîm okuyan çocuğun var mı?” diye sordu. Kadın hayır deyince; “Kur’ân-ı kerîmi bana ver, seccâde senin olsun” buyurdu. Kadın onun bu güzel hareketine çok şaşırdı. Her ikisini de oraya bıraktı. Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri; “Seccâ- deyi al, sana helâl ettim” buyurdu. Kadın utanarak hemen oradan uzaklaştı gitti. Bir gün, talebeleriyle Dicle kenarındaki bir hurmalıkta oturuyorlardı. Dicle’nin yukarısından bir kayık geldiğini gördüler. Kayıkta bir kaç erkek içki
içiyor, nâra atıyordu. Bu nâhoş manzara karşısında talebeleri; “Efendim duâ edin de, Allahü teâlâ bunları bu nehirde boğsun ve insanlar onların zararlarından kurtulsunlar” dediler. Şöyle buyurdu: “Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyâda neşelendirdiğin gibi âhirette de neşelendir” Talebeleri bu duânın mânâ ve sırrını anlamadıklarını söylediler. Bunun üzerine; “Benim söylediğimi (Allahü teâlâ) bilir. Bekleyin şimdi görürsünüz” buyurdu. O topluluk Ma’rûf-ı Kerhî’yi görünce sazlarını kırdılar, şaraplarını döktüler ve titremeye başladılar. Ma’rûf’un el ve ayaklarına kapanıp tövbe ettiler. Ma’rûf-ı Kerhî; “Gördüğünüz gibi herkesin istediği oldu; ne onlar boğuldu, ne de bir kimse onlardan rahatsız oldu” buyurdular. İbn-i Merdeveyh şöyle anlatır: “Biz Ma’rûf-ı Kerhî ile berâber oturduk. Yüzünden nur fışkırıyordu. O nur yayılarak her tarafı aydınlatıyordu. Kendisine; “Yâ Ebâ Mah- fûzl Senin suyun üzerinde yürüdüğünü işittim” dedim. Bunun üzerine; “Benim aslâ su üzerinde yürümem diye bir şey yoktur. Fakat bir tarafa geçmek istediğim zaman, nehrin iki kenarı birleşir o zaman geçerim” buyurdular.” ‘
Muhammed bin Mu- hallid dedi ki: “Haşan bin Abdülvehhâb’a Ma’rûf-ı Kerhî’nin hayatı okunuyordu. Buyurdu ki: “Ma’rûf-ı Kerhî’nin suyun üzerinde yürüdüğünü söylerler. Eğer bana onun havada yürüdüğü söylenilse; onu tasdik ederim.” Bir gün abdesti bozuldu. Hemen oracıkta teyemmüm etti. “İşte Dicle, niçin teyemmüm ettiniz” dediklerinde; “Oraya gidinceye kadar acabâ yaşayabilir miyim? Ölü- verirsem abdestsiz olmı- yayım” dedi. Halîl Sayyâd anlatır: “Oğlum Muhammed kaybolmuştu. Annesi ve ben şaşkına dönmüştük. Ma’rûf-ı Kerhî’ye geldim ve; “Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin aklı başından gitti” dedim. “Ne istiyorsun buyurdu?” “Allah’a duâ edin de, çocuğumuzu bize iâde etsin” dedim. “Yâşehrinde idim, birden kendimi burada buldum” dedi.” Âmir bin Abdullah el- Kerhî anlatır: “Benim Hıristiyan bir komşum vardı. Birgün bana geldi ve; “Ey Ebâ Âmir, benim senin üzerinde komşuluk hakkım vardır. Senden bir ricâm var. Beni, bir evlat vermesi için duâ etmesini istemeye Allahü teâlânın sevgili bir kuluna götürmedin” dedi. Bu
nun üzerine komşumu Ma’rûf-ı Kerhî’ye götürdüm. Onun durumunu ve ricâsını anlattım. Ma’rûf-i Kerhî de onu İslâm’a dâvet etti. Müslüman olmasını istedi. Komşum; “Yâ Ma’rûf, benim hidâyetim senin elinde değildir. Ancak Allahü teâlâ hidâyet eder, bir kimseyi doğru yola kavuşturur. Ben senden duâ istemeğe geldim. Müslüman olmağa gelmedim” dedi. Bunun üzerine Ma’rûf-ı Kerhî ellerini kaldırdı; “Allah’ım senden bu kimseye anne ve babasına itâatkâr bir evlât vermeni istiyorum. Anne ve babası da onun elinde Müslüman olsun” diye duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl etti ve bu kimsenin bir oğlu oldu. Bu çocuk zamanındaki çocuklardan ve akranlarından çok akıllı ve çok zekî oldu. Büyüdüğü zaman babası onu bir râhi- be götürdü. Ona Hıristiyanlığı ve İncil’i öğretmesini istedi. Râhip onu önüne oturttu. Kendisine bir yazı tahtası verdi ve; “Benim okuduğumu, söylediğim şeyleri söyle” dedi. Bu çocuk; “Hayır söylemem, dilim teslisi söylemeye (Allah üçtür demeye) kapalıdır. Kalbim ise, Allahü teâlânın sevgisiyle meşgûldür” dedi. Râhip; “Ey oğlum ben sana bunu sormadım” dedi. Çocuk; “Peki neyi sordun?” dedi. Râ
hip; “Ben sana, benden sorup öğrenmek ve anlamak istediğin şeyi sordum” dedi. Bunun üzerine çocuk; “Aklımın kabûl edeceği, zihnimin ve kalbimin idrak edeceği şeyi bana öğret” dedi. Râhip; “Ey oğlum, ELİF de” diyerek alfabenin ilk harfini söyledi. Çocuk şiirle şöyle dedi: “(Lafza-i celâlin başındaki) vasıl elifi her kalbi, ezelî ve ebedî sıfatlar sâhibi olan sevgiliye (Allahü teâlâya) vasletti, kavuşturdu.” Râhip; “Oğlum BE de” diye söyledi. Çocuk yine şiirle; “BE, Allahü teâlânın BEKÂ (sonu olmamak) sıfatının harfidir” dedi. Râhip, SE, CİM, HA ve bütün harfleri söyledi. Çocuk da hepsine manzum ve o harflerle ilgili Allahü teâlânın sıfatlarını anlatan şiirlerle cevap verdi. Bu cevapları duyunca râhip şaşırıp kaldı. Kalbinde bir ürperti duydu ve kendisini bir titreme aldı. İslâm dîninin dışındaki bütün dinlerin bâtıl olduğunu anladı. Râhipteki bu değişikliği gören genç;
Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten bir Allah’a yemin ederim ki,
O’nun kapısından başka bir kapıya giden, mutlak zarar etmiştir.
Allah’ın rızâsından başka bir şeyi maksûd edinenler yolunu şaşırmıştır.
Hakîki maksad, Allahü teâlânın rızâsıdır. O’ndan başkasına gidenlere yazıklar olsun.
Af ve ihsân eden Allahü teâlâ, O’ndan başkasından ne zarar gelir ne fayda.
Hâlık-ı âlem Allahım ne âlâdır, ne âlâ kul isyân eder de, yine örter o aliyy-ül-âlâ.
Alemde kendisinden başka rab olmayan Allah, her noksanlıktan münezzehtir.
Sever kendisinin emirlerine, nehiylerine uyanları ol münezzeh.
beyitlerini söyledi. İşittiği sözler karşısında rahibin aklı başından gitti. Bu çocuğun kendinden konuşmadığını ve bu hikmetli sözleri söyletenin Allahü teâlâ olduğunu anladı. İşte tam bu sırada içinden gelerek; “Eşhedü en- lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden ab- dühû ve resülüh” diyerek îman etti. Sonra çocuğun elinden tutarak babasına getirdi. Babası oğlunun râhiple beraber geldiğini görünce, ona doğru yöneldiler. Râhibe bakınca yüzünde bir nur parladığını gördü. Râhibe; “Oğlumun zekâsını nasıl buldun?” diye sordu. Râhip; “Onun sözlerine kulak ver” dedi. Sonra söylediklerini babasına anlattı. Babası; “Muhtaçlara yardım eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bunlar ondan değildir. Bunlar Ma’rûf-ı Kerhî’nin duâsı bereketiyledir. Onun kerâmetidir” dedi.Sonra;”Ey oğlum, senin vâsıtan la bizi Cehen- nem’den kurtaran Allahü teâlâya hamdederim. Muhakkak ki biz çok kötü bir halde idik, îmânsız idik” dedi ve Kelime-i şe- hâdet getirip, îman etti. Sonra bütün âilesi de Müslüman oldu. Evlerindeki haçları kırdılar. Allahü teâlâ, Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri vasıtasıyla bunlara hidâyet nasîb etti ve Cehennem ateşinden kurtardı.
Sırrî-yi Sekatî anlatır: “Ma’rûf-ı Kerhî’yi rüyâm- da gördüm. Arşın altında durmuş, gözü açık, hayran, hareketsiz, kendinden geçmiş bir haldeydi. Bu sırada gaibten “Bu Ma’rûf’tur. Benim muhabbetimden mest ve hayran olmuştur. Beni görmeyince, kendine gelmez nidası geldi” buyurdu.” Ma’rûf-ı Kerhî, Ramazan ayından başka bir ayda, nâfile oruç tutarke Bağdat çarşısından geçiyordu. İkindi vakti bir su dağıtıcısı; “Benim suyum- dan içene Allahü teâlâ rahmet etsin” diye bağırıyordu. Hazreti Ma’rûf, sucunun elindeki bardağı alıp içti. Talebeleri dedi ki: “Efendim siz oruçlu değil miydiniz?” “Evet oruçlu idim. Fakat bu su dağıtıcısının duâsı üzerine nâfile orucu bozdum” buyurdu. Ma’rûf-ı Kerhî vefât edince, kendisini rüyâda gördüler; “Allahü teâlâ, sana nasıl muâmele eyledi?”
dediler, “O su dağıtıcısının duâsı ile daha fazla ihsâna kavuştum” dedi. Ma’rûf-ı Kerhî hastalanıp yatağa düştüğü zaman Sırrî-yi Sekatî hazretleri vasiyetini sordu. “Vefât ettiğimde şu gömleğimi sadaka olarak ver. Çünkü dünyâya geldiğim gibi gitmek isterim” buyurdular. Ma’rûf-ı Kerhî herkese iyi muâmelede bulunduğundan vefât ettikten sonra Hıristiyanlar ve Yahûdi ler onun kendilerinden olduğunu iddiâ ettiler. Müs- lümanlar ise; “O bizden- dir” dediler. Bu iddiâlar olurken hizmetçilerinden biri gelip; “Efendimizin bize şöyle bir vasiyyeti var “Benim cenâzemi yerden kim kaldırırsa ben o zümredenim” buyurdu” diye haber verdi. Hıristiyan ve Yahûdiler geldiler. Mübârek cenâzesini yerden kal- dıramadılar. Müslümanlar cenâzesini kaldırdılar ve oraya defnettiler. Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri, ne Cennet arzusundan, ne de Cehennem arzusundan dolayı ibâdet etti. O yalnız Allahü teâlâya olan aşkından ve muhabbetinden dolayı ibâdet etti. Allahü teâlâ da onu en yüksek makamlara yükseltti ve aradaki perdeleri kaldırdı. Hem Hak teâlânın hem de halkın sevgilisi oldu. Ma’rûf-ı Kerhî’ye; “Muhabbet nedir?” diye sordular. Cevâben buyurdu ki:
“Muhabbet, öğrenmek ve öğretilmekle elde edilen bir şey değildir. Ancak Allahü teâlânın bir ihsânı ile elde edilir. Buyurdu ki: “Kulun mâlâya’nî boş ve faydasız konuşması, Allahü teâlânın onu zelil ve yalnız bırakmasının alâmetidir.” “Tasavvuf, hakîkatları almak ve halkın elinde olan dünyâ malından ümidini kesmektir, uzaklaşmaktır.” “Evliyanın üç alâmeti vardır: Düşüncesi Hak ola, işleyeceği işi Hak ile işleye, meşgûliyeti dâima Hak ile ola.” “Üstün olmak sevdâ- sında olan, ebedî olarak felâh bulmaz, kurtulamaz.” “Suâlsiz ve karşılıksız vermeğe çalış.” “Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd ederse; hayırlı amel kapısını açar söz kapısını kapar. Kişinin işe yaramaz söz konuşması bedbahtlıktır. Kötülük murâd ettiğinde bunların aksini yapar.” “Amelsiz Cennet’i istemek ve emir olunduğunu yapmadan rahmet ummak, câhillik ve ahmaklıktır.” “Sâlihler için çokluğun, sıddîklar için azlığın önemi yoktur.” “Dilini (başkalarını) kötülemek ve aşağıla
maktan koruduğun gibi, medh etmekten de koru.” “İlim sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde, bütün mü’minlerin kalbi onun olur (yâni bütün mü’minler onu sever).” “Dişi hayvana bile bakmaktan sakınınız.” “Kim öldükten sonra unutulmak istemezse, güzel (amel) işlesin ve isyân etmesin Allahü teâlâ mü’min- lerden bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir. Sur üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cen- net-i âlâya koşarlar. Onları melekler karşılar ve onlara; “Siz kimsiniz?” derler. Onlar, “Mü’minlerdeniz, Ümmet-i Muhammedde- niz, Ümmet-i Kur’ândanız” derler. Melekler, “Siz Sırâ- tı gördünüz mü?” derler. “Hayır” diye cevap verirler. “Siz Haşrı gördünüz mü?” “Hayır” “Siz Allahü teâlâyı gördünüz mü?” “Biz O’nun nûrunu gördük” “Peki siz dünyâda ne amel yapardınız?” “Biz O’na kulluk ettik. O’ndan başka her şeyden yüz çevirdik. Allahü teâlâ bize hesâba çekilecek bir dünyâlık vermedi” derler.” “Kim mü’min kardeşinin bir aybını örterse, Allahü teâlâ onun bu işinden dolayı bir melek yaratır, onun elinden tutar ve o melekle berâber Cennet’e girer.”
“Her kim günde üç kere “Allah’ım, Muhammed ümmetini ıslâh et” diye duâ ederse âbidlerden sayılır.” Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri kendi kendine dövünür; “Ey nefs, hâlis ol ki halâs (kurtuluş) bulasın” buyurur ve ağlardı.
1) Câmiu Kerâmâti’l-Evliya; c.2, s.266 2) Hadâikü’l-Verdiyyefi Hakâiki Ecillâi’n-Nakşibendiyye; s.42 3) Hilyetü’l-Evliya; c.8, s.360 4) Tezkiretü’l-Evliya; s.241 5) Tabakatü’s-Sûfiyye; s.83 6) Vefeyâtü’l-A’yân; c.5, s.231 7) Nefehâtü’l-Üns; s.92 8) Risâle-i Kuşeyrî; s.60, 61 9) Min A’lâm-iI-Âriftn; s.67 10) Târih-i Bağdâd; c.13, s.199 11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1108 12) Kıyâmet ve Âhiret; (7. Baskı) s.334 13) Rehber Ansiklopedisi; c.ll, s.264 14) Tabakât-ül-Evliya; c.280 15) Dirâsât fi’t-Tasavvuf-il-İslâmiy- ye; s.115 16) Sıfat-üs-Safve; c.2, s.210 17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.2 93
ma’rûf-i kerhî
11
Kas