EZD-İ ŞENUE kabilesinden Dımâd, Mekke’ye gelmiş,
Beytullah’ın etrafında dolaşıp tavâf ettikten sonra müş
riklerin ileri gelenleri arasına oturup konuşmaları dinlemeye
başlamıştı.
Mecliste bulunanlardan Ebû Cehil şöyle diyordu:
– Bu adam, birliğimizi parçaladı, ileriye âit ümitlerimizi
suya düşürdü. Ölenlerimizin dalâletle öldüğünü,
imansız öldükleri için azabta kalacaklarını iddia ediyor.
Ne yapacağımızı bilemez olduk. Bilmem ki ne çare düşünsek?
Ümeyye atıldı:
– Sen de işi o kadar büyütme. Bu adam delinin biridir.
Sözlerine fazla kıymet vermeye değmez. Ben onun deli
olduğuna asla şüphe etmiyorum.
Bu sözleri dinleyen Dımâd, Resûlüllah’ı daha önceleri
de tanımış, onunla iyi dostluk kurmuştu. Söylenenlere
bakınca ciddî şekilde üzüldü. Kendi kendine söylendi:
– Ben hastalara okuyan biriyim. Gidip şu eski dostuma
da okuyayım. Belki Allah benim okumamla ona şifa
verir. Delilikten kurtulur. Çok iyi insandı o.
O gün akşama kadar Resûlüllah’ı arayan Dımâd, bir
yerde rastlayamadı. Ertesi sabah yine aynı niyetle araştırmasına
devam ederken Kâbe’nin yanında namaz kılarken
buldu. Varıp yanına oturdu. Samimî bir dille şöyle teklifte bulundu:
– Ey Abdülmuttalib’in torunu, dön de dinle beni, dedi.
Resûlüllah:
– Seni dinliyorum, ne diyorsun? deyince, samimî bir
dille konuştu:
– İşittiğime göre sende ruh hastalığı varmış. İstersen
seni tedavi edeyim, hastalığın gittikçe büyümesin. Sakın
benim bilgimden şüphe etme. Ben çok kimseleri tedavi ettim,sıhhate
kavuşturdum. Kavmin sende böyle bir hastalığın
bulunduğundan bahsediyor. Bundan dolayıdır ki,
onların birliğini parçalamış, ümitlerini kırmışsın. Bunları,
ancak hasta olanlar yapar, diyorlar. Senin adına, söylenenlere
çok üzüldüm.
Tebessüm eden Resûlüllah Aleyhisselâm, Dımâd’ın
yüzüne mânâlı mânâlı baktıktan sonra “dinle Dımâd!” diye
fasih bir üslûpla konuşmaya başladı.
– Bütün varlıkların hamdi Allah’a mahsustur. Ben
dahi O’na hamd eder, yalnız O’ndan yardım isterim. O Allah’ın
hidâyete erdirdiğini kimse dalâlete atamaz. Dalâlete
terkettiğini de kimse hidâyete erdiremez Şunu iyi bilin
ki Allah birdir. Şeriki ve benzeri yoktur. Ben buna şahidlik
ettiğim gibi, Muhammed de Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna
da şahidlik ederim. Bunda da şek yoktur!… Sen
bunları iyi düşün Dımâd!…
Arapça fasih bir üslûp içinde Resûlüllah’m mübarek
dudakları arasından dökülen bu cümleleri dinleyen Dı-
mâd, tuhaflaşmaya başladı. Sanki cümleler onu büyülemişti.
Kendini tutamayıp rica etti:
– Ey Abdülmuttalib’in torunu, ne olur bu söylediklerini
bir daha tekrar eder misin? Bunlar nasıl sözler, ne biçim
cümleler?
Resûlüllah Hazretleri sözlerini tekrar edince, Dımâd
daha fazla tutunamadı: -Vallahi bunlar bir hasta, bir aeıı sozu oımauıgı gıuı,
Mr şâir, bir edebiyatçı sözü de değildir. Bu sözlerde İlâhî
rir mâna, semavî bir koku hissetmekteyim.
Dımâd daha fazla bekleyemedi:
– Uzat elini ey Allah’ın Resûlü, sana bîat edeceğim, dikerek
hemen orada İslâm’a girdi, şehâdet kelimesini söyledi.
İyi kalbli, saf niyetli Dımâd’ın Resûlüllah’ı iyi etmek
üzere giriştiği teşebbüsü sonunda kendisinin iyi olması,
güzel bir netice oldu. Sonra kabilesine dönen Dımâd, bu
hâdiseyi her yerde anlatıp Resûlüllah’ı övmekten geri kalmadı.
Müslümanların bir gazâ ordusu Dımâd’ın kabilesinden
geçmiş, develerinden bir miktarını ganimet malı olarak
almış, bir de su kırbası götürmüşlerdi.
Kumandan askerlere sordu:
– Geçtiğimiz kabileden bir şey alan oldu mu?
– Bâzı develerle bir su kırbası almışlar, denince şöyle
emir verdi:
– Develeri de, su kırbasını da hemen iâde edin. Çünkü
bu kabile Dımâd’ın kabilesidir. Onun şerefine kabilesi
korunmalıdır.
Bunu işiten kabile halkı da İslâm’a iltihak etti. Güzel
muâmele, güzel netice verdi
DIMÂDTN İSLÂM’A GİRİŞİ
03
Mar