Ruhların, madde kalıbına girmeden evvel yaratıldıkları
bir gerçektir. Murad-ı İlâhi böyle zuhur etmiş ve insan
evvela mânâ (ruh) cevheri olarak halk edilmiştir.
Bu varlığa ilk hitap, “Ben sizfn Rabb’ınız değil miyim?”
dir Böylece güzellerin güzeline, gerçeklerin gerçeğine,
canların canına kara sevda, bu seyir zevkinde başlamıştır.
Bu öyle bir sevda ve muhabbettir ki, madde âleminde
“hayır sen yoksun, ben varım” diyerek ilâhlık iddiasında
bulunan Nemrut’lar, Firavun’lar ve hatta madde ve mânâ
âlemini aydınlatan biricik hakikat güneşi Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in karşısına çıkan Ebu Cehil bile O “Güzel”e, O
“Hüsn-ü Mutlak”a ve “Gerçek”e, “Evet Sen bizi yaratansın”
demiş, O’nun uluhiyetini tasdik, kendi aczini kabul
etmiştir.
Vaktaki, Allah (c.c.) murad-ı ilâhi’sine tevafuk olarak bir
imtihan sırrı için insanı, denemek üzere bu denî âleme,
dünyaya göndermiştir. İnsan ile, kul olmağa söz verdiği
Rabb’ı arasına çok muazzam bir perde çekilmiş, O “Güzel”,
O “koku”, O “nida” bir çok perdelerle perdelenmiş, kendini
gizlemiştir. Gizlemiştir ama, acaba O’nun vecd sarayından
- 5 –
kopan ruh ne hale gelmiştir? Elbette altın kafes içirie konulan
kuş gibi “ah vatan, ah!” diyerek “Kâlu Belâ”nın
hasretini çekegelmiştir.
Allah (c.c.), Adil-i Mutlak olduğu için, halk ettiği insanın
özünü, cevherini yani ruhunu kendi haline bırakmamış,
mâşukuna, sevgilisine kavuşsun diye ona din yolu ile muazzam,
mutantan, müzeyyen bir cadde açmıştır. O cevherde
itiraz kuvveti nefis olduğu için de; şımarmasın, yanılmasın,
düşmesin, kaybolmasın diye yine insan cinsinden ve
fakat seçilmiş, sevilmiş, takdir ve tasdik edilmiş peygamberlerini,
peygamberlerinin yolundan giden velilerini göndermiştir.
Bu sebepten olacak ki, ilk insan aynı zamanda peygamber
olarak gönderilmiştir. Zaman içinde, nefis şeytanla
anlaşmış, insanı ruhunun yolundan saptırmış; kendine,
peygamberine ve kul olmak için söz verdiği Rabb’ma ters
düşürmüştür.
Etle kemiğin, zatla sıfatın, gece ile gündüzün birbirinden
ayrılmadığı gibi sahibinden ayrılmayan ruh, sosyal plânda
sahibinden koparılması karşısında acı acı feryadı basmıştır.
Kendi cinsinden olan ve onu “Mutlak Kudret” e götüren
peygamberlerin açtığı yolda nefis ve şeytanla işbirliği yapan
insan, muazzam bir boşluğa düşmüş, bu terslik devam ettiği
müddetçe de bu ızdırap sürmüştür. Peki ne olmuştur? Bir
“hak”, bir de “bâtıl” diye iki yol zuhur etmiş, bu iki yol aynı
zamanda kâinatın iki ezelî direği haline gelmiştir. Bu iki ezelî
direk, tabiat sahnesinde her zaman birbirine ters düşmüşlerdir.
Şimdi meseleye bir de sosyolojik açıdan bakalım:
İnkâr fırtınası ile kendisine gösterilen yolu terk eden
insan, tabiat sahnesinde kendine çeşitli çıkış yolları seçmiş;
sistemler, rejimler, metodlar geliştirmiştir. Totemizm, feodalizm,
kapitalizm ve en sonunda da komünizm… Evet insan,
bunları ve daha birçok prensipleri tatbik etmiş ve fakat - 6 –
hiçbirinde de mutlak huzur ve aradığını bulamamıştır. Her
yeni icat ettiğine bir ilâh gibi sarılmış, onun için canını bile
vermiş ama karşılığında aradığını bulamamanın hasreti
içinde arayışa devam etmiştir.
O halde bugün, fertlerin şahsi bunalımlarından kurtulma
çabaları, sosyal plânda olan rejim değişiklikleri, kendinden
kaçan insanın bilmeden kendini arama seferberliğidir.
Hemen şunu ifade edelim ki, bu caddeler çıkmaz sokak;
mülkün sahibinin yoluna dönülmedikten, caddedeki kılavuzlara
gönül verilmedikten sonra bu arayış bitmeyecektir.
Çünkü ruh sahibini arıyor. Onu kafesten uçurup hürriyetine
kavuşturmak gerek…#