wiki

AHMED BİN HAS3B

Evliyânm büyükle­ rinden. Çok ibâdet etmekte, haram ve şüb- helıîerden sakınmakta zamanının önde gelenlerinden olan Ahmed bin Halil bin Harb en-Nişâbûrî’nin (r.a.; künyesi, Ebû

Abdullah’dır. Faziletleri ve büyüklüğü her­ kes tarafından bilinir ve kabûl edilirdi. Yahyâ bin*Muâz-ı Râzî (r.a.; vefât etti­ ğinde, başının, Ahmed bin Harb’in (r.a.) ayaklarının ucuna gelecek şekilde defnedil

mesini vasıyyet etmiştir. Ahmed bin Harb, Süfyân bin Uyeyne ve başka zâtların soh­ betlerinde bulunup ilim öğreçndi, kendisin­ den de İmâm-ı Nesâî rivâyette bulundu. 234 (m. 848) târihinde vefât etti. “Kitâb-üz Zühd, Kitâb-üd Duâ, Kitâb-ül Kesb, Kitâb- ül Hikmeti ve Menâsik” isimli eserleri vardır.

Bir defasında annesi bir tavuk kızartıp, oğluna “Gel kendi evimizde büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bundan ye” dedi. Hz. Ahmed bin Harb “Birgün bu tavuk, kamşu- muzun damına uçup oradan bir kaç dâne yedi. Halbuki o komşumuz, ahlâkı bize uymayan ve kazancı şübheli olan birisidir. Bunun için o tavuktan yiyemıyeceğım” dedi.

Birgün bir dostundan mektup aldı. Fakat cevap yazacak vakti olmadığı için, bir talebesine: Dostumuzun mektubuna cevap yazıp de ki, “Bizim cevap yazacak vaktimiz yok. Onun içm bize mektup yazma. Hep Allahü teâlâ ile meşgûl ol. V esselâm”.

Büyük zâtlardan biri, şöyle anlatıyor. “Bir defasında Ahmed bin Harb’in (r.a.) sohbet ettiği meclise uğradım, öyle güzel, tatlı ve te’sirli sözler söyliyerek kalbimi nûrlandırdı ki, şu anda aradan kırk sene geçtiği halde o nûr ve zevk kalbimden hiç eksilmedi.”

ömründe hiçbir gece uyumadı. Kendi­ sine geceleri bir miktar istirahat etseniz, diyenlere “önünde Cennet ve Cehennem­ den başka bir yer olmayan ve hangisine gideceğini de bilemiyen kimsenin nasıl uykusu gelir?” buyurdu.

Ahmed bin Harb’in (r.a.) Behram isminde ateşperest bir komşusu vardı Bu Behram bir defasında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarım alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb bu durumu haber alınca, yanında bulunanlara, “Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyor ise de komşumuzdur” dedi. Behram’m evine geldiler. Behram kendilerini hür­ metle karşıladı. Ahmed bin Harb’in (r.a.; elini öpüp çok saygı gösterdi İkrâmlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan birşeyler yemek için gelmiş olabileceklerini düşünerek aynca yemek hazırlamak istedi. Ahmed bin Harb “Zahmet etmeyiniz. Malı­ nızın çalındığını duyduk. Üzülebileceği- nizi düşünerek, hâlinizi, hatırınızı soralım diye geldik” buyurdular. Behram, “Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor; Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yansım aldılar, diğer yansı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar” dedi. Bu sözler Ahmed bm Harb’in

çok hoşuna gitti ve “Bu sözleri yazın. Bun­ vardı. Birgün bu bağda bir miktar üzüm dan îmân kokusu geliyor” dedi. Behram’a yedi. Hocasının bağdan üzüm yediğini “Niçin ateşe tapıyorsun?” diye sordu. Beh- gören Ahmed bin Harb, “Efendim bu bağ,

raçn, “Ona tapıyorum ki yarın beni yakma­ bir gün, haber Verilip izin alınmadan vak­

sın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın” diye cevap verdi. Hz. Ahmed bin Harb “Çök yanılıyor­ sun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf olan bir şey başkasına nasıl kuvvet verebi­ lir? Bir parça toprağı bile kendinden ata­ maz. Seni Allaha nasıl kavuşturur. Ateş câhildir. Birşey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aym anda yakar ve hangisinin daha iyi.olduğunu bil­ mez. Sen,ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığım gör” buyurdu. Beh- ram ateş getirdi. Ahmed bin Harb (r.a.) velini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Beh- ram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hisse­ derek, “Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim” dedi. Ahmed bin Harb “Sor” buyurdu. Beh- ram dedi ki: “Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin nzık verdi? Mâdem ki nzık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?” Ahmed bin Harb (r.a.) şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ kendini tanımalan için insanlan yarattı. Razzâk (ziyâdesiyle nzık verici) olduğunu bilsinler diye onlara nzık verdi. Kahhâr olduğunu anlamalan için onlan öldürür. Kudretini tanımalan için onlan tekrar diriltir.” Behram bunlan duyunca “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü erme Muhammeden abdühil ve Resûlühü99diyerek müslüman oldu.

Ahmed bin Harb (r.a.) bir gün tefekküre teşvik ve alıştırmak için çocuklanndan birine dedi ki, “Yavrum! Bir şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya, “Yâ Rabbi! İhtiyâ­ cım olan falan şeyi bana ihsân et; diye duâ et.” Çocuk “Peki efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım” dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de, “Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin” diye tenblh etti. Bu hâl bir müddet böyle devam etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Birgün evde kimse yok iken, çocuk âdeti üzere, deliğin yanma gidip yemek istedi. Allahü teâlâmn izniyle o delikten yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığım sordular. Çocuk, “Her zamanki aldığım yerden” dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb (r.a.), çocukta hakîki tevekkülün teşekkül ettiğini:anladı.

Ahmed bin Harb Yahyâ bin Muâz’ın talebesi idi. Yahyâ bin Muâz’m bir bağı

fın suyu ile sulanmıştı” dedi. Yahyâ bin Muâz, hemen tövbe etti. Vakfın malını izin­ siz kullanmanın mes’ûliyetinin ağırlığını düşünerek bir daha o bağdan hiç üzüm yemedi.

Bizanshlar devrinde, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlâmn varlığını da inkâr

ediyor, “Herşey kendi kendine var olmuştur” diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her ilimden cevap veriyordu.

Hıristiyanlardari hiçkimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalmz şu kadar var ki, “Dünyânın bir yaratıcısı oldu­ ğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, ben bu daV amdan vaz geçerim” diyordu. Kar­ şılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlup edi­ yor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirle­ rini kanştınyordu.

Bu doktorun karşısında Hıristiyan âlemi âciz kalmıştı. Durumu krallanna anlattılar. Buna ancak müslümanlann cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halifesi, Me’mûn’a bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda, “Size gön­ derdiğimiz bu doktor dehı^dir. Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Sizin yanı­ nızda, bununla münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlup edecek bir âlim bulu­ nursa çok iyi olur” yazmaktaydı. Abbâsî halifesi âlimlerini ve müşavirlerini topla­ yıp, onlara danıştı. Orada bulunan İslâm âlimleri dediler ki, “Ey halife! önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim.” Ertesi gün, üçyüz kişilik bir kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idra- nm köyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime ait olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkâra doktorun önüne koydular. Doktor Önce şişelere, sonra da orada bulunan insanlann yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan bu falancamn, bu da falanca-

nmdır diye tek»tek saydı. Şişelerin üzerle­ rindeki işâretlere baktılar ki, hepsi dediği gibi idi. İki kişinin idrannı kanştırdığı şişe­ lerdeki idrarlara da bakıp, “Bu falanca ile filancanın idrandır. Onlarda şöyle şöyle

hastalıklar vardır. İlaçlan da şunlardır” dedi. Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşmp bilgisi karşısında âciz Jcalmıştı. Sonra Bağdad’da onunla münâ­ zara edecek bir kişi bilmiyoruz dediler. İçle­ rinden birisi, “Büyük ‘âlim, evliyâmn üstünlerinden olan Nişâbûrlu Ahmed bin

Ahmed bin Harb’m yanma birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki, “Siz münâzara meclisini falan saatte, halifenin

sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana niçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.” Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halife ona sordu, “Niçin geç kaldınız?” O da, “Abdest için Dicle nehri kenarına git­ tim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim” dedi. Halife, “Ne gördünüz ki?” “Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangoz- suz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olma­ dan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım” buyurunca inkârcı doktor, “Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez” dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi, “Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?” O da “Olmaya­ cak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz” Hz. Ahmed bin Harb ise “Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, ya’nî ustası, bir yapıcısı olmadan bir sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağ­ lamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, san’at erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir” buyurdu, inkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü Başını kaldırdı ve kendi kendine, “insan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkâra olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır” deyip müslüman olmak istedi. Hz. Ahmed bin Harb ona “kelime-i şehâdet” söyletip ma’nâsını öğretti. Böylece bir insamn inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuş­

masına vesile oldu. ikinci kimse de, ufak bir arâzi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir ki, yeryüzü, kendi hâl lisanı ile o kimseye

“Ey insan! Münâkaşasım yaptığınız bu yerin sizden önceki sâhiblerinin nerede olduklarını niye düşünmüyorsun9” der.

“Bızlere ne kadar şaşılır ve hayret edilir ki, gölge denilince hemen güneşin varlığı aklımıza gelir de, Cennet denilince akla Cehennemin geleceği ve ondan korunmak çâreleri düşünüleceği yerde, yine de ondan gâfil oluruz,”

“Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına; itâat eden, her işinde Allahü teâ- lânın rızâsını gözeten, insanları gıybet etmeken, dedi-kodu yapmaktan, koğucu- luktan dilini koruyan, kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musibetlere karşı sabreden bir kadın, hakîkaten çok iyi bir kadındır.”

“Bir kimse, evlendiği, kırk yaşma gel­ diği, saçma ak düştüğü hâlde ve hacca gidip Beytullah’ı ziyâret ettiği halde hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan şeylerle geçirmesi ne kadar çirkindir.”


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir