Genel

EVLİYA ÇELEBİ

EVLİYA ÇELEBİ

evliye celebi

evliye celebi

SEYAHATNAMEDEN

iyana’da bîr ameliyat

yana şehrinin kenarlarında yedi yerde hastane vardır. Ama, hepsinin büyüğü îstefani Kilisesinin hastanesidir. Bizzat Kral hasta olsa ora-ı gelir, Çünkü büyük hekimler buradadır. Hepsi siyah elbise ve baş-rına eflâtun şapka giyerler. Ama, buranın hekimleri beyazlar ve baş-rına güderiden yedi dilimli bir cins takke giyip elleri daima eldivenin çıkmaz. Çünkü elleri daima yumuşak olup hastaların nabızlarını :tar tutmaz, dertlerini anlayarak ilâç ederler. Hattâ Raab Suyu Savanda kralın akrabasından birinin kellesine bir kurşun vurup içeride kalış. Yaralı ne ölür, ne de ilâçtan fayda görüp iyileşir. Nihayet Kral:

«Benim ecdadımın hastanelerinde bu kadar ücret alır kâmil cerrah-r var. Elbette bu akrabama bir deva etsinler. Yoksa cümlesinin geçinirini keserim» deyince îstefani Kilisesinin cerrahbaşısmın tedaviye gi-şeceğini duyarak cerrahbaşıya varıp ahbap oldum. O sırada yaralıyı ^tirdiler ve dört ayaklı ve ipekli bir sedir üstüne yatırdılar. Ama, başı dana kabağı, gözleri Mardin ayvası, bumu Mora patlıcanı gibi şişmiş, ’emen hekimbaşı hazır bulunanları dışarıya çıkardı. Bir yardımcısı, bir e ben sıcak camlı bir odada kaldık. Yaralıya bir fincan safran gibi bir j içirdi. Kendisinden geçip bayıldı. Odanın içinde bir mangal ateş ya-arak bir köşeye koydu. Hemen hekimbaşının yardımcısı yaralıyı ku-ığına alıp cerrah yaralının başında takke kenarı olan yerin etrafına diz ağı gibi bir tasma kayış bağladı. Bline keskin bir ustura alarak önüne turdu. Herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı ya-ından deriyi biraz yüzdü.

Kafa kemiği bembeyaz göründü ve bir damla kan akmadı. Cerrah afamn şakak denilen yerinden delerek bir demir mengene soktu. Mengeneyi burdukça herifin kellesi, derisi çizilen yerinden takke gibi alkmaya başladı. Yaralı bu sırada biraz kımıldadı. Nihayet kellenin ka-ağı diş diş kenet yerinden açılarak beyni göründü. Kellenin içi kulak-ır arasına kadar sulu kan ve sümük gibi bazı karışık şeylerle dolu olup eynininyanında tüfek kurşunu duruyordu. Meğer, beş dirhemlik çak-laklı tüfek kurşunu imiş. Beyninin yanında, kırmızı kana bulaşmış ıalde idi. Hemen cerrah bana :

Gel, bak gör şu insanoğlunun bir ekmek parçası için girdiği hali…» de-rince ağzıma, burnuma mendilimi tutarak ileriye vardım ve kellenin ;ine baktım. Rabbin azameti!… Garip, insanın beyni kafanın içinde anki tavuk yumurtasından yavrusu henüz çıkmış gibi. Bir kuş yavru-u gibi büzülmüş durur. Ama, üzerinde bir kalın deriden zarfı, yani be-raz bir zarı var.

lerrahbaşı ağzıma mendil tuttuğumu görünce sebebini sordu: cBeiki bakarken öksürür veya aksırırım. Nefes alıp verirken herifin kelesine rüzgâr girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım» cevabını ver-lim. Cerrah:

<Aferin. İşte sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstad cerrah olurdun ve ;enin böyle dikkatle seyir edişinden bu dünyada çok şey görmüş olduğunu bildim» dedi. Sonra hemen bir küçük maşa ile yaralının beyninin /anındaki kurşunu alarak san sünger gibi bir şeyle kurşunun bu kadar ı.amandanberi durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve san sularla cerahatleri temizledi. Süngeri şarapla yıkadı. Kafanın içini ve beyninin etrafını tertemiz silerek kafatasmı yerine koydu. Tepesinden ve çenesinin altından yassı kayışlarla sıkı sıkı sardı. Sonra ortaya bir kutu çıkardı. Hemen kafanın kesilen derilerini birbirine yapıştırıp o kutudan iribir karıncayı cımbızla alarak derinin kesik yerine yaklaştırdı. Kannca iki tarafı karşılıklı ısırınca makasla hayvanın belinden kesince kanncanın başı iki deri kenarlarım ısıra kaldı. Ondan sonra ikinci karıncaya aynı şeyi yaptırdı. Böylece bir kulaktan bir kulağa kadar seksen kanncanın başlarına yaralının başını ısırtıp deriyi böyle dikti. Sonra merhemler sürerek sardı. Herifin kollarına, ellerine, göğsüne ve gerdanına, velhasıl mümkün olan yerlerine anberli macun sürdü. Sonra ortaya yemek geldi.

Yedik. Bir saat geçince herif gözlerini açarak yemek istedi. Badem sübyesi ve tavuk ezmesi içirdiler ve beş miskal (yaklaşık olarak yirmi beş gram) şarap verdiler. Ben, yedi gün müddetle hastaneye devam ettim. Sekizinci gün herif iyileşerek hastanenin içinde gezinmeye başladı. On beşinci gün ise, Kralın huzuruna çıktı.
Seyahatname’nin dil zenginliği

Evliya Çelebi’nin dili, XVII. yy yazarlarınınkinden oldukça ırklıdır: O, belirli kurallara bağlı, süslü «kitabî» üsluptan olabil-iğince uzaklaşmaya çalışmıştır. Büyük ölçüde de bunu başarmış-ır. Çelebi, anlatısını oluştururken konuşma dilinin canlılığından e kıvraklığından başarılı bir biçimde yararlanmıştır. Seyahatna-te’nin dil ve anlatımının sürükleyici, içeriğinden çok bu özellik-en kaynaklanır.

Seyahatname, XVII. yy Osmanlı Türkçesinin zengin sözvarlığı-u (kelime, deyim, atasözü, tekerleme, vb.) içerir. Çelebi, Arapça re Farsça kelime ve tamlamaları kullanmış olsa da, Seyahatna->ıc’nin bütününde Türkçenin egemenliği kendini hep hissettirir. Seyahatname, aym zamanda XVII. yy Osmanlı Türkçesinin ses, >içim, sözdizim ve anlam özelliklerini de yansıtır.

Özel adlar yönünden de zengin bir kaynak olan Seyahatna-ne’de Evliya Çelebi, Türklerin fethettiği yöreleri gezerken, bura-ardaki kasaba, köy, dağ, tepe, ırmak, göl, köprü vb.’yi Türkçeleş-irilmiş adlarıyla anar…
ÇAĞININ TANIĞI BİR GEZGİN VE YAZAR

Hemen bütün gezi yazarlarının olduğu gibi, Evliya Çelebi’nin yaşamını da hep «tanıklık etme» düşüncesi yönlendirmiştir denilebilir. Evini sırtında taşıyan, hiç evlenmemiş olan bu «çelebi» gezginin, yaşadığı çağı kendi gözlem ve izlenimleriyle tanıtmak, başta gelen amacı olmuştur. Çağının tanığı olmak isteyen bir yazarın ilk uyması gereken de yaşadıklarıyla anlattıklarının paralellik göstermesi, birbirleriyle olabildiğince örtüşmesidir. Başkalarından aktardıkları bir yana bırakıldığında, Evliya Çelebi’nin anlattıklarının doğrululuğuna ve gerçekliğine tanıklık edecek pek çok kaynak vardır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si birinci elden gözlem ve yaşantıları içerdiği, kendi döneminin renkli bir tutanağı olduğu için de başlı başına bir kaynak değeri taşır.

Evliya Çelebi, çok geniş bir coğrafyayı belirli bir zaman dilimi içinde gerçekçi bir biçimde aktarabilmek için oldukça özgür davranmıştır. Ancak bu özgürlüğü onu olağanüstülüklerin alanına sü-rüklememiştir. Çelebi, gezi yazısı (seyahatname) türünün genel ilke ve kurallarına uyarak kendi kurgusunu oluşturmuştur.

İstanbul’dan çıkıp Osmanlı coğrafyasının çeşitli yörelerine yaptığı yolculuklarını anlattığı Seyahatname’de Evliya Çelebi’nin insancıl yönü de ortaya çıkar: Evliya Çelebi, sadece görüp yaşadıklarını aktarmakla kalmaz; yer yer eleştirir; birtakım uyarılarda bulunur; geçmiş ve bugünün bilgisini kaynaştırıp aktarırken bunu niçin yaptığını sezdirir. Seyahatname, günceli saptamaktan öte bütün Osmanlı halkına yönelik bir çağrıyı da içerir: yaşadığının farkına varmak ve bundan büyük zevk almak. Osmanlı devleti coğrafyasını bütünlüğü içinde görüp göstermek isteyen Evliya Çelebi, çeşitli unsurların bir araya toplandığı renkli, canlı Osman-lı dünyasında yaşamaktan büyük muduluk duymuştur. Ancak Osmanlı halkı, onu ne kadar okudu ve anladı?

Osmanlı Devleti’nin belirli bir yüzyılını dahi olsa tanımanın en kısa yolu, Evliya Çelebi’nin tanıklığından (Seyahatname) geçer (A.H. Tanpınar). Seyahatname’de bugün bile canlılığı, yaşarlığı hissedilen pek çok sahne yer almaktadır.

GÜÇLÜ BİR ANLATI USTASI

Evliya Çelebi için, hayatının sanki iki amacı vardı: birincisi sürekli olarak gezip dolaşmak, yeni yerler görmek, değişik insanlar ve kültürlerle tanışmak; İkincisi gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını yazıya geçirmek. Seyahatname’den elde edilen ilk izlenim budur. Evliya Çelebi’nin yetkin bir gözlem gücü, kuvvedi bir hafızası, zengin bir hayal gücü olduğu da hemen fark edilir. Evliya Çelebi’nin anlatısı büyük ölçüde gözleme dayanır. Ancak Çelebi gözlemlerini aktarırken araya yer yer kendi yorumlarını katmadan da edemez. Bu yorumlarında da bireysellikten çok sanki halkın sağduyusu ön plana çıkmış görünür. Belki gördüklerinden ve onları anlatmaktan duyduğu muduluğu, halkıyla paylaşmak istediği için böyle bir söylem geliştirmiştir. Özellikle yabancı ülkelerde (mesela Viyana’da) gördüğü değişiklik ve güzelliklerle kendinden geçer; duygularını karşılaştırmalar yaparak veya hikâye üslubu içinde aktararak okuruyla (dinleyeniyle) paylaşmak ister.

Evliya Çelebi’nin olayları ele alıp yorumlayış biçimi genellikle sevecendir; bir savaşı, isyanı, olumsuzluğu anlatırken bile bu tavrını değiştirmez. Belleğine topladığı gerçekleri hayal gücünün de yardımıyla yeniden biçimlendirir, gerekli gördüğünde araya küçük hikâyeler katar. Böylece geleneksel hikâyeciliğin sınırları içine girer.

Evliya Çelebi’nin anlatısında, Dede Korkut ve meddah hikâyelerinin izlerini bulmak mümkündür. Özellikle savaşları anlattığı bölümlerde, Çelebi, belirli bir coşku yaratmak amacıyla «destansı» söyleyişten yararlanır (Fatih’in İstanbul’u kuşatması, Azak savaşı, vb.). Evliya Çelebi, Seyahatname’de çokluk geleneksel hikâyeci kimliğiyle görünür. Bir «meddah» tavrıyla olup bitenleri anlatır; kişilerini konuşturur, taklider yapar, zaman zaman abartmalara başvurur (Turhal ovasındaki ekinlerin sapının adam pazısı kalınlığında olması, vb.); araya «absürd» sayılabilecek hikâyecikler sıkıştırır (Sivas’ta bakire bir kızın fil doğurmasına ilişkin abartılı hikâyesi).

Evliya Çelebi’nin mizahî yönü de oldukça güçlüdür. Ancak Çelebi, mizahı kırıcılık çizgisine vardırmaz; şaka, takılma aşamasında dengelemeye çalışır (bilginlerin Arapça sanıp okuyamadıkları bir kelimeyi, bir yarı okumuşun okuyup anlamlandırmasının konu edinildiği olay, vb.). Frenklerin Süleymaniye Camii’ni hayranlıkla seyretmelerini komik biçimde anlatır, fakat onlarla alay etmez. Aynı şekilde Viyana gezisinde gördükleri karşısında düştüğü şaşkınlığı anlatırken de mizahtan yararlanır. □

 

Evliya Çelebi’nin Seyahatname s’

ilk (üstte) ve son (altta* sayfzz”
AYRICA BAKINIZ

* [b^nşü divan edebiyat – Eânsl; Türk edebiva-
EVLİYA ÇELEBİ

Türk gezi edebiyatının kuşkusuz en büyük, en özgün yazan Evliya Çelebi’dir. Resmî görevleri (memur, asker) ile gezilerini hep bir arada gerçekleştiren Evliya Çelebi’nin gezi notlarından oluşturduğu Seyahatname’si, özellikle XVII. yy Osmanlı dünyasının siyasal, toplumsal, kültürel ve sanatsal haritasını gözler önüne serer. Seyahatname, aynı zamanda Arap ülkeleri, Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkasya’yı da çeşitli yönleriyle tanıtan ansiklopedik bir eser olarak da kabul edilmektedir.
Evliya Çelebi’nin temsili bir resmi (Münis Fehim).
Bir kıtadan öbürüne, macera dolu bir yaşam süren Evliya Çelebi, aym zamanda keyifli bir yazarlık serüveni de geçirmiştir. Konuşur gibi yazan, yaşadıklarıyla yazdıklarını hep örtüştürmeye özen gösteren Evliya Çelebi, inandırıcılığını büyük ölçüde bunlara borçludur.

Türk gezi edebiyatı, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’siyle klasik bir örneğe kavuşmuştur. Evliya Çelebi, bir halk romanı havası veren eserinde, klasik divan nesrinden (inşa’dan) uzak durmuş, çokluk XVII. yy halk diline yaslanarak sürükleyici, yer yer alaycı ve eğlenceli bir üslup yaratmıştır.

BİR GEZGİNİN SERÜVEN DOLU YAŞAMI

Evliya Çelebi, 25 mart 1611’de İstanbul’da doğmuştur. Aslen Kütahya’lı olan ailesi fetihten (1453) sonra İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Çelebi’nin söylediğine göre İstanbul’dan başka Kütahya, Bursa ve Manisa’da da mülkleri vardı. Çelebi, ailenin soykütüğü-nü Hoca Ahmed Yesevî’ye kadar çıkanr; ancak uzmanlar, bunu doğru olarak kabul etmemektedir. Babası Mehmed Zıllî (1534-1648), Kanunî Sultan Süleyman’ın çeşitli seferlerine katılmış, II. Selim döneminde Kıbrıs fethinde (1570-1571) hazır bulunmuş, padişaha Magosa’nın anahtarlarını sunmuş, I. Ahmed döneminde Kâbe’nin altın oluklarını yaparak Hicaz’a götürmüş, Sultanahmet Camii’nin tezyinatında çalışmıştır. Sarayın kuyumcubaşısı olan Mehmed Zıllî, güzel konuşması ve şairliğiyle padişahların musahipliğine kadar yükselmiştir. Abaza olan annesi, I. Ahmed döneminde saraya getirilmiş, burada Mehmed Zıllî ile evlendiril-miştir. Annesinin sadrazam Melek Ahmed Paşa ile akraba olması, Evliya Çelebi’ye sonraları çeşitli hizmetlerde kolayca görev almasını sağlamıştır.

Evliya Çelebi, sıbyan mektebinden sonra Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nde müderris Ahfeş Efendi’den ders görmüş, «Cinci Hoca» adıyla da tanınan Hüseyin Efendi (öl. 1648) ile burada dostluk kurmuştur. Bu arada babasından da kuyumculukla ilgili bilgiler edinmiştir. Enderun’daki öğrenimi sırasında da Gü-ğümbaşı Mehmed Efendi’den «hat», musahip Derviş Ömer Gül-şenî’den «musiki», Keçi Mehmed Efendi’den Arapça dilbilgisi, babasının dostu Evliya Mehmed Efendi’den de «tecvit» dersleri aldı. Mehmed Zıllî, bu dostluk nedeniyle oğluna «Evliya» adını vermişti. Sevimli kişiliği, mizah gücü, musiki bilgisi ve sesinin güzelliğiyle sarayda kendine sağlam bir yer edinen Evliya, IV. Mu-rad’m da ilgisini çekmişti. Sarayda dört yıl kaldıktan sonra Sipahiler zümresine katıldı (1638).

Evliya Çelebi’de uzak ülkelere gitme, ilginç serüvenler yaşama isteği genç yaşlarında başladı. Babasından ve tanıdıklarından dinlediği gezi serüvenleri bu isteğini giderek artırdı. Kendi anlattığına göre 1630’da bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş, elini öperken çok heyecanlanıp «şefaat ya Resulallah!» diyeceği yerde «seyahat ya Resulallah» deyivermiş; Hz. Muhammed de onu hem şefaatle, hem de seyahatla müjdelendirmiş, Arap komutanı Sa’d ibni Ebu Vakkas da (öl. 678) kendisine, dünya gezgini olacağını bildirerek, gezip gördüğü yerlerle ilgili büyük bir eser yazmasını tavsiye etmiş. Çelebi, daha sonra bu rüyasını Kasımpaşa Mevlevîhanesi şeyhi Abdullah Dede’ye tabir ettirmiş, ondan da benzer öğütler almış.

Evliya Çelebi, gezilerine İstanbul’dan başladı; İstanbul’un hemen her semtinde kahvehanelere, meyhanelere, tekkelere girip çıktı, saz ve söz âlemlerine katıldı. Sonra da bunlarla ilgili gözlemlerini ayrıntılarıyla yazıya geçirmeye başladı. Sipahiler zümresine katıldıktan sonra, 1640’ta kısa bir Bursa ve İzmit gezisi yaptı. Trabzon valiliğine atanan Ketenci Ömer Paşa ile Trabzon’a gitti. 1641’de Azak kalesinin Rus Kazakları’ndan geri alınması için Hü-
seyin Paşa komutasında düzenlenen sefere katıldı. Kış nedeniyle Azak alınamayınca Kırım hanı Bahadır Giray Han’la Kırım’a döndü, bir süre Bahçesaray’da kaldı. Azak kalesinin almışından (1642) sonra İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı; bindiği gemi Karadeniz’deki fırtınada battı, güçlükle İstanbul’a döndü. 1645’te Yusuf Paşa komutasındaki ordu ile Girit (Hanya) seferine katıldı. İstanbul’a döndükten bir süre sonra Erzurum beylerbeyi Defter-zade Mehmed Paşa’yla birlikte Erzurum’a gitti (1646). Azerbaycan, Gürcistan ve Revan yörelerini dolaştı. Vardar Ali Paşa (öl, 1648) ayaklanması sırasında bir ara Celalîlere tutsak düştü. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra İstanbul’a döndü (1648). Bu arada babasını kaybetti. Şam beylerbeyi Murtaza Paşa’mn hizmetine girdi; Suriye ve Filistin dolaylarım gezdi. Murtaza Paşanın Sivas valiliği sırasında da Orta ve Doğu Anadolu’nun birçok yerlerini dolaşarak vergi topladı. İstanbul’a döndükten (1650) sonra sadrazam Melek Ahmed Paşa’nın musahibi oldu. Melek Ahmed Paşa’nın Özi beylerbeyliği sırasında Rumeli’yi, Van beylerbeyliği sırasında da Doğu Anadolu’nun birçok yöresini dolaştı. Rakoczi (II. György) üzerine yapılan sefere katıldı (1657). Kırım hanı IV. Mehmed Giray Hanın hizmetine girip Güney Rusya’ya yapılan akmlarda yer aldı. Köse Ali Paşa’mn Varad seferi sırasında (1660). Bosna eyaletini dolaştı, Venedik topraklarına kadar uzandı. Fazıl Ahmed Paşa’mn ordusuyla birlikte Nemçe seferine çıktı (1663). Elçi Kara Mehmed Paşa’yla birlikte Viyana’ya gitti (1665). İmparator I. Leopold’dan izin alarak Avusturya içindeki çeşitli yerleri dolaştı. Evliya Çelebi, eserinde İspanya, Danimarka, Hollanda gibi ülkeleri dolaştığını söylüyorsa da, uzmanlar bunu pek mümkün görmemektedirler. Macaristan’dan Eflak ve Boğdan yoluyla Kırım’a geçti; Dağıstan’ı ve Hazar kıyılarım dolaştı. İstanbul’a 1668’de döndü. Aym yılın sonlarına doğru Selanik, Tesalya ve Mora’dan Girit’e geçti, Kandiye’nin (İraklion) fethine katıldı. Yunanistan’daki isyanın bastırılmasından sonra Arnavutluk’a geçti; buradaki gezilerini tamamlayıp İstanbul’a döndü (1670). Bir yıl sonra Şam beylerbeyi Hüseyin Paşa’mn da katıldığı kafileyle Hicaz’a giden Evliya Çelebi, oradan Mısır’a geçti; uzun süre Mısır’da kaldı. Sonra Sudan ve Kuzey Habeşistan gezilerine çıktı.

Evliya Çelebi’nin ölüm tarihi ve yeri konusunda bugüne kadar sağlam bilgiler elde edilememiştir. Bazı araştırmacılar, onun 1682’den sonra Mısır’da veya İstanbul’da ölmüş olabileceği konusunda birtakım varsayımlar ileri sürmüşlerdir.

SEYAHATNAME: ÖZEL BİR ANSİKLOPEDİ

Evliya Çelebi, 1630’dan başlayıp ölümüne kadar sürdürdüğü gezileriyle ilgili notlarım (gözlem, yaşantı, izlenim, vb.) 10 ciltlik Seyahatname adlı eserinde toplamıştır. Seyahatname’nin 1. cildinde İstanbul ve çevresi; 2. cildinde Mudanya, İznik, Bursa, Trabzon dolayları; 3. cildinde Şam yolculuğu sırasında gezip gördüğü yerler, Edime, Bulgaristan; 4. cildinde Van yolculuğu sırasında gezip gördüğü yerler, İran ve Irak; 5. cildinde Tokat, Gelibolu, Boğdan, Belgrad, Lehistan, Üsküp; 6. cildinde Macaristan ve Romanya; 7. cildinde Avusturya, Kırım, Dağıstan, Kıpçak diyarı; 8. cildinde Girit, Selanik ve Rumeli, 9. cildinde Batı Anadolu, Ege adaları, Mekke ve Medine; 10. cildinde Mısır, Sudan ve Habeşistan anlatılmıştır. Evliya Çelebi, anlatısını oluştururken sadece kendi gözlem, yaşantı ve izlenimleriyle yetinmemiş, başkalarından dinlediklerini, çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan aldığı notlarım da yer yer eserine aktarmıştır.

XVII. yy Osmanlı dünyasından zengin kesitler sunan Seyahatname, ansiklopedik bir kaynak durumundadır. Evliya Çelebi, eserinde gezip gördüğü yerlerin (şehir, eyalet, kasaba, köy, vb.) coğrafî özelliklerini (coğrafî konumunu, iklimini, ekonomisini, vb.) gözler önüne serer; tarihî ve mimarî eserlerini çeşitli özellikleriyle tanıtır; insanlarının yaşama biçimini, gelenek ve göreneklerini, tipik özelliklerini sergiler; bu insanların dillerinden ve söyleyiş özelliklerinden söz edip aktarma ve karşılaştırmalar yapar; tanık olduğu veya bizzat katıldığı siyasî ve tarihî olayları renkli bir dille anlatır; devlet, bilim, sanat, kültür adamlarıyla ilgili tanıtıcı bilgiler verir… Ancak Evliya Çelebi klasik bir tarihçi, coğrafyacı, sanat tarihçisi, etnograf, biyografi yazarı değildir. Eserinde bu kadaı zengin malzemenin yer alması, Evliya Çelebi’nin gözleme, öğ renme ve aktarma yeteneği güçlü bir gezgin olmasıyla açıklana bilir ancak.

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si 1896-1938 tarihleri arasmdc 10 cilt halinde basılmıştır. Reşat Ekrem Koçu, Mustafa Niha Özön, Zuhuri Danışman, Nihal Atsız gibi uzmanlar da Seyahatname’ den seçtikleri metinleri sadeleştirerek yayımlamışlardır.
SEYAHATNAMEDEN

iyana’da bîr ameliyat

yana şehrinin kenarlarında yedi yerde hastane vardır. Ama, hepsinin büyüğü îstefani Kilisesinin hastanesidir. Bizzat Kral hasta olsa ora-ı gelir, Çünkü büyük hekimler buradadır. Hepsi siyah elbise ve baş-rına eflâtun şapka giyerler. Ama, buranın hekimleri beyazlar ve baş-rına güderiden yedi dilimli bir cins takke giyip elleri daima eldivenin çıkmaz. Çünkü elleri daima yumuşak olup hastaların nabızlarını :tar tutmaz, dertlerini anlayarak ilâç ederler. Hattâ Raab Suyu Savanda kralın akrabasından birinin kellesine bir kurşun vurup içeride kalış. Yaralı ne ölür, ne de ilâçtan fayda görüp iyileşir. Nihayet Kral:

«Benim ecdadımın hastanelerinde bu kadar ücret alır kâmil cerrah-r var. Elbette bu akrabama bir deva etsinler. Yoksa cümlesinin geçinirini keserim» deyince îstefani Kilisesinin cerrahbaşısmın tedaviye gi-şeceğini duyarak cerrahbaşıya varıp ahbap oldum. O sırada yaralıyı ^tirdiler ve dört ayaklı ve ipekli bir sedir üstüne yatırdılar. Ama, başı dana kabağı, gözleri Mardin ayvası, bumu Mora patlıcanı gibi şişmiş, ’emen hekimbaşı hazır bulunanları dışarıya çıkardı. Bir yardımcısı, bir e ben sıcak camlı bir odada kaldık. Yaralıya bir fincan safran gibi bir j içirdi. Kendisinden geçip bayıldı. Odanın içinde bir mangal ateş ya-arak bir köşeye koydu. Hemen hekimbaşının yardımcısı yaralıyı ku-ığına alıp cerrah yaralının başında takke kenarı olan yerin etrafına diz ağı gibi bir tasma kayış bağladı. Bline keskin bir ustura alarak önüne turdu. Herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı ya-ından deriyi biraz yüzdü.

Kafa kemiği bembeyaz göründü ve bir damla kan akmadı. Cerrah afamn şakak denilen yerinden delerek bir demir mengene soktu. Mengeneyi burdukça herifin kellesi, derisi çizilen yerinden takke gibi alkmaya başladı. Yaralı bu sırada biraz kımıldadı. Nihayet kellenin ka-ağı diş diş kenet yerinden açılarak beyni göründü. Kellenin içi kulak-ır arasına kadar sulu kan ve sümük gibi bazı karışık şeylerle dolu olup eynininyanında tüfek kurşunu duruyordu. Meğer, beş dirhemlik çak-laklı tüfek kurşunu imiş. Beyninin yanında, kırmızı kana bulaşmış ıalde idi. Hemen cerrah bana :

Gel, bak gör şu insanoğlunun bir ekmek parçası için girdiği hali…» de-rince ağzıma, burnuma mendilimi tutarak ileriye vardım ve kellenin ;ine baktım. Rabbin azameti!… Garip, insanın beyni kafanın içinde anki tavuk yumurtasından yavrusu henüz çıkmış gibi. Bir kuş yavru-u gibi büzülmüş durur. Ama, üzerinde bir kalın deriden zarfı, yani be-raz bir zarı var.

lerrahbaşı ağzıma mendil tuttuğumu görünce sebebini sordu: cBeiki bakarken öksürür veya aksırırım. Nefes alıp verirken herifin kelesine rüzgâr girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım» cevabını ver-lim. Cerrah:

<Aferin. İşte sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstad cerrah olurdun ve ;enin böyle dikkatle seyir edişinden bu dünyada çok şey görmüş olduğunu bildim» dedi. Sonra hemen bir küçük maşa ile yaralının beyninin /anındaki kurşunu alarak san sünger gibi bir şeyle kurşunun bu kadar ı.amandanberi durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve san sularla cerahatleri temizledi. Süngeri şarapla yıkadı. Kafanın içini ve beyninin etrafını tertemiz silerek kafatasmı yerine koydu. Tepesinden ve çenesinin altından yassı kayışlarla sıkı sıkı sardı. Sonra ortaya bir kutu çıkardı. Hemen kafanın kesilen derilerini birbirine yapıştırıp o kutudan iribir karıncayı cımbızla alarak derinin kesik yerine yaklaştırdı. Kannca iki tarafı karşılıklı ısırınca makasla hayvanın belinden kesince kanncanın başı iki deri kenarlarım ısıra kaldı. Ondan sonra ikinci karıncaya aynı şeyi yaptırdı. Böylece bir kulaktan bir kulağa kadar seksen kanncanın başlarına yaralının başını ısırtıp deriyi böyle dikti. Sonra merhemler sürerek sardı. Herifin kollarına, ellerine, göğsüne ve gerdanına, velhasıl mümkün olan yerlerine anberli macun sürdü. Sonra ortaya yemek geldi.

Yedik. Bir saat geçince herif gözlerini açarak yemek istedi. Badem sübyesi ve tavuk ezmesi içirdiler ve beş miskal (yaklaşık olarak yirmi beş gram) şarap verdiler. Ben, yedi gün müddetle hastaneye devam ettim. Sekizinci gün herif iyileşerek hastanenin içinde gezinmeye başladı. On beşinci gün ise, Kralın huzuruna çıktı.
Seyahatname’nin dil zenginliği

Evliya Çelebi’nin dili, XVII. yy yazarlarınınkinden oldukça ırklıdır: O, belirli kurallara bağlı, süslü «kitabî» üsluptan olabil-iğince uzaklaşmaya çalışmıştır. Büyük ölçüde de bunu başarmış-ır. Çelebi, anlatısını oluştururken konuşma dilinin canlılığından e kıvraklığından başarılı bir biçimde yararlanmıştır. Seyahatna-te’nin dil ve anlatımının sürükleyici, içeriğinden çok bu özellik-en kaynaklanır.

Seyahatname, XVII. yy Osmanlı Türkçesinin zengin sözvarlığı-u (kelime, deyim, atasözü, tekerleme, vb.) içerir. Çelebi, Arapça re Farsça kelime ve tamlamaları kullanmış olsa da, Seyahatna->ıc’nin bütününde Türkçenin egemenliği kendini hep hissettirir. Seyahatname, aym zamanda XVII. yy Osmanlı Türkçesinin ses, >içim, sözdizim ve anlam özelliklerini de yansıtır.

Özel adlar yönünden de zengin bir kaynak olan Seyahatna-ne’de Evliya Çelebi, Türklerin fethettiği yöreleri gezerken, bura-ardaki kasaba, köy, dağ, tepe, ırmak, göl, köprü vb.’yi Türkçeleş-irilmiş adlarıyla anar…
ÇAĞININ TANIĞI BİR GEZGİN VE YAZAR

Hemen bütün gezi yazarlarının olduğu gibi, Evliya Çelebi’nin yaşamını da hep «tanıklık etme» düşüncesi yönlendirmiştir denilebilir. Evini sırtında taşıyan, hiç evlenmemiş olan bu «çelebi» gezginin, yaşadığı çağı kendi gözlem ve izlenimleriyle tanıtmak, başta gelen amacı olmuştur. Çağının tanığı olmak isteyen bir yazarın ilk uyması gereken de yaşadıklarıyla anlattıklarının paralellik göstermesi, birbirleriyle olabildiğince örtüşmesidir. Başkalarından aktardıkları bir yana bırakıldığında, Evliya Çelebi’nin anlattıklarının doğrululuğuna ve gerçekliğine tanıklık edecek pek çok kaynak vardır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si birinci elden gözlem ve yaşantıları içerdiği, kendi döneminin renkli bir tutanağı olduğu için de başlı başına bir kaynak değeri taşır.

Evliya Çelebi, çok geniş bir coğrafyayı belirli bir zaman dilimi içinde gerçekçi bir biçimde aktarabilmek için oldukça özgür davranmıştır. Ancak bu özgürlüğü onu olağanüstülüklerin alanına sü-rüklememiştir. Çelebi, gezi yazısı (seyahatname) türünün genel ilke ve kurallarına uyarak kendi kurgusunu oluşturmuştur.

İstanbul’dan çıkıp Osmanlı coğrafyasının çeşitli yörelerine yaptığı yolculuklarını anlattığı Seyahatname’de Evliya Çelebi’nin insancıl yönü de ortaya çıkar: Evliya Çelebi, sadece görüp yaşadıklarını aktarmakla kalmaz; yer yer eleştirir; birtakım uyarılarda bulunur; geçmiş ve bugünün bilgisini kaynaştırıp aktarırken bunu niçin yaptığını sezdirir. Seyahatname, günceli saptamaktan öte bütün Osmanlı halkına yönelik bir çağrıyı da içerir: yaşadığının farkına varmak ve bundan büyük zevk almak. Osmanlı devleti coğrafyasını bütünlüğü içinde görüp göstermek isteyen Evliya Çelebi, çeşitli unsurların bir araya toplandığı renkli, canlı Osman-lı dünyasında yaşamaktan büyük muduluk duymuştur. Ancak Osmanlı halkı, onu ne kadar okudu ve anladı?

Osmanlı Devleti’nin belirli bir yüzyılını dahi olsa tanımanın en kısa yolu, Evliya Çelebi’nin tanıklığından (Seyahatname) geçer (A.H. Tanpınar). Seyahatname’de bugün bile canlılığı, yaşarlığı hissedilen pek çok sahne yer almaktadır.

GÜÇLÜ BİR ANLATI USTASI

Evliya Çelebi için, hayatının sanki iki amacı vardı: birincisi sürekli olarak gezip dolaşmak, yeni yerler görmek, değişik insanlar ve kültürlerle tanışmak; İkincisi gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını yazıya geçirmek. Seyahatname’den elde edilen ilk izlenim budur. Evliya Çelebi’nin yetkin bir gözlem gücü, kuvvedi bir hafızası, zengin bir hayal gücü olduğu da hemen fark edilir. Evliya Çelebi’nin anlatısı büyük ölçüde gözleme dayanır. Ancak Çelebi gözlemlerini aktarırken araya yer yer kendi yorumlarını katmadan da edemez. Bu yorumlarında da bireysellikten çok sanki halkın sağduyusu ön plana çıkmış görünür. Belki gördüklerinden ve onları anlatmaktan duyduğu muduluğu, halkıyla paylaşmak istediği için böyle bir söylem geliştirmiştir. Özellikle yabancı ülkelerde (mesela Viyana’da) gördüğü değişiklik ve güzelliklerle kendinden geçer; duygularını karşılaştırmalar yaparak veya hikâye üslubu içinde aktararak okuruyla (dinleyeniyle) paylaşmak ister.

Evliya Çelebi’nin olayları ele alıp yorumlayış biçimi genellikle sevecendir; bir savaşı, isyanı, olumsuzluğu anlatırken bile bu tavrını değiştirmez. Belleğine topladığı gerçekleri hayal gücünün de yardımıyla yeniden biçimlendirir, gerekli gördüğünde araya küçük hikâyeler katar. Böylece geleneksel hikâyeciliğin sınırları içine girer.

Evliya Çelebi’nin anlatısında, Dede Korkut ve meddah hikâyelerinin izlerini bulmak mümkündür. Özellikle savaşları anlattığı bölümlerde, Çelebi, belirli bir coşku yaratmak amacıyla «destansı» söyleyişten yararlanır (Fatih’in İstanbul’u kuşatması, Azak savaşı, vb.). Evliya Çelebi, Seyahatname’de çokluk geleneksel hikâyeci kimliğiyle görünür. Bir «meddah» tavrıyla olup bitenleri anlatır; kişilerini konuşturur, taklider yapar, zaman zaman abartmalara başvurur (Turhal ovasındaki ekinlerin sapının adam pazısı kalınlığında olması, vb.); araya «absürd» sayılabilecek hikâyecikler sıkıştırır (Sivas’ta bakire bir kızın fil doğurmasına ilişkin abartılı hikâyesi).

Evliya Çelebi’nin mizahî yönü de oldukça güçlüdür. Ancak Çelebi, mizahı kırıcılık çizgisine vardırmaz; şaka, takılma aşamasında dengelemeye çalışır (bilginlerin Arapça sanıp okuyamadıkları bir kelimeyi, bir yarı okumuşun okuyup anlamlandırmasının konu edinildiği olay, vb.). Frenklerin Süleymaniye Camii’ni hayranlıkla seyretmelerini komik biçimde anlatır, fakat onlarla alay etmez. Aynı şekilde Viyana gezisinde gördükleri karşısında düştüğü şaşkınlığı anlatırken de mizahtan yararlanır. □

 

Evliya Çelebi’nin Seyahatname s’

ilk (üstte) ve son (altta* sayfzz”
AYRICA BAKINIZ

 divan edebiyat – Eânsl; Türk edebiva-
EVLİYA ÇELEBİ

Türk gezi edebiyatının kuşkusuz en büyük, en özgün yazan Evliya Çelebi’dir. Resmî görevleri (memur, asker) ile gezilerini hep bir arada gerçekleştiren Evliya Çelebi’nin gezi notlarından oluşturduğu Seyahatname’si, özellikle XVII. yy Osmanlı dünyasının siyasal, toplumsal, kültürel ve sanatsal haritasını gözler önüne serer. Seyahatname, aynı zamanda Arap ülkeleri, Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkasya’yı da çeşitli yönleriyle tanıtan ansiklopedik bir eser olarak da kabul edilmektedir.
Evliya Çelebi’nin temsili bir resmi (Münis Fehim).
Bir kıtadan öbürüne, macera dolu bir yaşam süren Evliya Çelebi, aym zamanda keyifli bir yazarlık serüveni de geçirmiştir. Konuşur gibi yazan, yaşadıklarıyla yazdıklarını hep örtüştürmeye özen gösteren Evliya Çelebi, inandırıcılığını büyük ölçüde bunlara borçludur.

Türk gezi edebiyatı, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’siyle klasik bir örneğe kavuşmuştur. Evliya Çelebi, bir halk romanı havası veren eserinde, klasik divan nesrinden (inşa’dan) uzak durmuş, çokluk XVII. yy halk diline yaslanarak sürükleyici, yer yer alaycı ve eğlenceli bir üslup yaratmıştır.

BİR GEZGİNİN SERÜVEN DOLU YAŞAMI

Evliya Çelebi, 25 mart 1611’de İstanbul’da doğmuştur. Aslen Kütahya’lı olan ailesi fetihten (1453) sonra İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Çelebi’nin söylediğine göre İstanbul’dan başka Kütahya, Bursa ve Manisa’da da mülkleri vardı. Çelebi, ailenin soykütüğü-nü Hoca Ahmed Yesevî’ye kadar çıkanr; ancak uzmanlar, bunu doğru olarak kabul etmemektedir. Babası Mehmed Zıllî (1534-1648), Kanunî Sultan Süleyman’ın çeşitli seferlerine katılmış, II. Selim döneminde Kıbrıs fethinde (1570-1571) hazır bulunmuş, padişaha Magosa’nın anahtarlarını sunmuş, I. Ahmed döneminde Kâbe’nin altın oluklarını yaparak Hicaz’a götürmüş, Sultanahmet Camii’nin tezyinatında çalışmıştır. Sarayın kuyumcubaşısı olan Mehmed Zıllî, güzel konuşması ve şairliğiyle padişahların musahipliğine kadar yükselmiştir. Abaza olan annesi, I. Ahmed döneminde saraya getirilmiş, burada Mehmed Zıllî ile evlendiril-miştir. Annesinin sadrazam Melek Ahmed Paşa ile akraba olması, Evliya Çelebi’ye sonraları çeşitli hizmetlerde kolayca görev almasını sağlamıştır.

Evliya Çelebi, sıbyan mektebinden sonra Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nde müderris Ahfeş Efendi’den ders görmüş, «Cinci Hoca» adıyla da tanınan Hüseyin Efendi (öl. 1648) ile burada dostluk kurmuştur. Bu arada babasından da kuyumculukla ilgili bilgiler edinmiştir. Enderun’daki öğrenimi sırasında da Gü-ğümbaşı Mehmed Efendi’den «hat», musahip Derviş Ömer Gül-şenî’den «musiki», Keçi Mehmed Efendi’den Arapça dilbilgisi, babasının dostu Evliya Mehmed Efendi’den de «tecvit» dersleri aldı. Mehmed Zıllî, bu dostluk nedeniyle oğluna «Evliya» adını vermişti. Sevimli kişiliği, mizah gücü, musiki bilgisi ve sesinin güzelliğiyle sarayda kendine sağlam bir yer edinen Evliya, IV. Mu-rad’m da ilgisini çekmişti. Sarayda dört yıl kaldıktan sonra Sipahiler zümresine katıldı (1638).

Evliya Çelebi’de uzak ülkelere gitme, ilginç serüvenler yaşama isteği genç yaşlarında başladı. Babasından ve tanıdıklarından dinlediği gezi serüvenleri bu isteğini giderek artırdı. Kendi anlattığına göre 1630’da bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş, elini öperken çok heyecanlanıp «şefaat ya Resulallah!» diyeceği yerde «seyahat ya Resulallah» deyivermiş; Hz. Muhammed de onu hem şefaatle, hem de seyahatla müjdelendirmiş, Arap komutanı Sa’d ibni Ebu Vakkas da (öl. 678) kendisine, dünya gezgini olacağını bildirerek, gezip gördüğü yerlerle ilgili büyük bir eser yazmasını tavsiye etmiş. Çelebi, daha sonra bu rüyasını Kasımpaşa Mevlevîhanesi şeyhi Abdullah Dede’ye tabir ettirmiş, ondan da benzer öğütler almış.

Evliya Çelebi, gezilerine İstanbul’dan başladı; İstanbul’un hemen her semtinde kahvehanelere, meyhanelere, tekkelere girip çıktı, saz ve söz âlemlerine katıldı. Sonra da bunlarla ilgili gözlemlerini ayrıntılarıyla yazıya geçirmeye başladı. Sipahiler zümresine katıldıktan sonra, 1640’ta kısa bir Bursa ve İzmit gezisi yaptı. Trabzon valiliğine atanan Ketenci Ömer Paşa ile Trabzon’a gitti. 1641’de Azak kalesinin Rus Kazakları’ndan geri alınması için Hü-
seyin Paşa komutasında düzenlenen sefere katıldı. Kış nedeniyle Azak alınamayınca Kırım hanı Bahadır Giray Han’la Kırım’a döndü, bir süre Bahçesaray’da kaldı. Azak kalesinin almışından (1642) sonra İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı; bindiği gemi Karadeniz’deki fırtınada battı, güçlükle İstanbul’a döndü. 1645’te Yusuf Paşa komutasındaki ordu ile Girit (Hanya) seferine katıldı. İstanbul’a döndükten bir süre sonra Erzurum beylerbeyi Defter-zade Mehmed Paşa’yla birlikte Erzurum’a gitti (1646). Azerbaycan, Gürcistan ve Revan yörelerini dolaştı. Vardar Ali Paşa (öl, 1648) ayaklanması sırasında bir ara Celalîlere tutsak düştü. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra İstanbul’a döndü (1648). Bu arada babasını kaybetti. Şam beylerbeyi Murtaza Paşa’mn hizmetine girdi; Suriye ve Filistin dolaylarım gezdi. Murtaza Paşanın Sivas valiliği sırasında da Orta ve Doğu Anadolu’nun birçok yerlerini dolaşarak vergi topladı. İstanbul’a döndükten (1650) sonra sadrazam Melek Ahmed Paşa’nın musahibi oldu. Melek Ahmed Paşa’nın Özi beylerbeyliği sırasında Rumeli’yi, Van beylerbeyliği sırasında da Doğu Anadolu’nun birçok yöresini dolaştı. Rakoczi (II. György) üzerine yapılan sefere katıldı (1657). Kırım hanı IV. Mehmed Giray Hanın hizmetine girip Güney Rusya’ya yapılan akmlarda yer aldı. Köse Ali Paşa’mn Varad seferi sırasında (1660). Bosna eyaletini dolaştı, Venedik topraklarına kadar uzandı. Fazıl Ahmed Paşa’mn ordusuyla birlikte Nemçe seferine çıktı (1663). Elçi Kara Mehmed Paşa’yla birlikte Viyana’ya gitti (1665). İmparator I. Leopold’dan izin alarak Avusturya içindeki çeşitli yerleri dolaştı. Evliya Çelebi, eserinde İspanya, Danimarka, Hollanda gibi ülkeleri dolaştığını söylüyorsa da, uzmanlar bunu pek mümkün görmemektedirler. Macaristan’dan Eflak ve Boğdan yoluyla Kırım’a geçti; Dağıstan’ı ve Hazar kıyılarım dolaştı. İstanbul’a 1668’de döndü. Aym yılın sonlarına doğru Selanik, Tesalya ve Mora’dan Girit’e geçti, Kandiye’nin (İraklion) fethine katıldı. Yunanistan’daki isyanın bastırılmasından sonra Arnavutluk’a geçti; buradaki gezilerini tamamlayıp İstanbul’a döndü (1670). Bir yıl sonra Şam beylerbeyi Hüseyin Paşa’mn da katıldığı kafileyle Hicaz’a giden Evliya Çelebi, oradan Mısır’a geçti; uzun süre Mısır’da kaldı. Sonra Sudan ve Kuzey Habeşistan gezilerine çıktı.

Evliya Çelebi’nin ölüm tarihi ve yeri konusunda bugüne kadar sağlam bilgiler elde edilememiştir. Bazı araştırmacılar, onun 1682’den sonra Mısır’da veya İstanbul’da ölmüş olabileceği konusunda birtakım varsayımlar ileri sürmüşlerdir.

SEYAHATNAME: ÖZEL BİR ANSİKLOPEDİ

Evliya Çelebi, 1630’dan başlayıp ölümüne kadar sürdürdüğü gezileriyle ilgili notlarım (gözlem, yaşantı, izlenim, vb.) 10 ciltlik Seyahatname adlı eserinde toplamıştır. Seyahatname’nin 1. cildinde İstanbul ve çevresi; 2. cildinde Mudanya, İznik, Bursa, Trabzon dolayları; 3. cildinde Şam yolculuğu sırasında gezip gördüğü yerler, Edime, Bulgaristan; 4. cildinde Van yolculuğu sırasında gezip gördüğü yerler, İran ve Irak; 5. cildinde Tokat, Gelibolu, Boğdan, Belgrad, Lehistan, Üsküp; 6. cildinde Macaristan ve Romanya; 7. cildinde Avusturya, Kırım, Dağıstan, Kıpçak diyarı; 8. cildinde Girit, Selanik ve Rumeli, 9. cildinde Batı Anadolu, Ege adaları, Mekke ve Medine; 10. cildinde Mısır, Sudan ve Habeşistan anlatılmıştır. Evliya Çelebi, anlatısını oluştururken sadece kendi gözlem, yaşantı ve izlenimleriyle yetinmemiş, başkalarından dinlediklerini, çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan aldığı notlarım da yer yer eserine aktarmıştır.

XVII. yy Osmanlı dünyasından zengin kesitler sunan Seyahatname, ansiklopedik bir kaynak durumundadır. Evliya Çelebi, eserinde gezip gördüğü yerlerin (şehir, eyalet, kasaba, köy, vb.) coğrafî özelliklerini (coğrafî konumunu, iklimini, ekonomisini, vb.) gözler önüne serer; tarihî ve mimarî eserlerini çeşitli özellikleriyle tanıtır; insanlarının yaşama biçimini, gelenek ve göreneklerini, tipik özelliklerini sergiler; bu insanların dillerinden ve söyleyiş özelliklerinden söz edip aktarma ve karşılaştırmalar yapar; tanık olduğu veya bizzat katıldığı siyasî ve tarihî olayları renkli bir dille anlatır; devlet, bilim, sanat, kültür adamlarıyla ilgili tanıtıcı bilgiler verir… Ancak Evliya Çelebi klasik bir tarihçi, coğrafyacı, sanat tarihçisi, etnograf, biyografi yazarı değildir. Eserinde bu kadaı zengin malzemenin yer alması, Evliya Çelebi’nin gözleme, öğ renme ve aktarma yeteneği güçlü bir gezgin olmasıyla açıklana bilir ancak.

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si 1896-1938 tarihleri arasmdc 10 cilt halinde basılmıştır. Reşat Ekrem Koçu, Mustafa Niha Özön, Zuhuri Danışman, Nihal Atsız gibi uzmanlar da Seyahatname’ den seçtikleri metinleri sadeleştirerek yayımlamışlardır.
SEYAHATNAMEDEN

iyana’da bîr ameliyat

yana şehrinin kenarlarında yedi yerde hastane vardır. Ama, hepsinin büyüğü îstefani Kilisesinin hastanesidir. Bizzat Kral hasta olsa ora-ı gelir, Çünkü büyük hekimler buradadır. Hepsi siyah elbise ve baş-rına eflâtun şapka giyerler. Ama, buranın hekimleri beyazlar ve baş-rına güderiden yedi dilimli bir cins takke giyip elleri daima eldivenin çıkmaz. Çünkü elleri daima yumuşak olup hastaların nabızlarını :tar tutmaz, dertlerini anlayarak ilâç ederler. Hattâ Raab Suyu Savanda kralın akrabasından birinin kellesine bir kurşun vurup içeride kalış. Yaralı ne ölür, ne de ilâçtan fayda görüp iyileşir. Nihayet Kral:

«Benim ecdadımın hastanelerinde bu kadar ücret alır kâmil cerrah-r var. Elbette bu akrabama bir deva etsinler. Yoksa cümlesinin geçinirini keserim» deyince îstefani Kilisesinin cerrahbaşısmın tedaviye gi-şeceğini duyarak cerrahbaşıya varıp ahbap oldum. O sırada yaralıyı ^tirdiler ve dört ayaklı ve ipekli bir sedir üstüne yatırdılar. Ama, başı dana kabağı, gözleri Mardin ayvası, bumu Mora patlıcanı gibi şişmiş, ’emen hekimbaşı hazır bulunanları dışarıya çıkardı. Bir yardımcısı, bir e ben sıcak camlı bir odada kaldık. Yaralıya bir fincan safran gibi bir j içirdi. Kendisinden geçip bayıldı. Odanın içinde bir mangal ateş ya-arak bir köşeye koydu. Hemen hekimbaşının yardımcısı yaralıyı ku-ığına alıp cerrah yaralının başında takke kenarı olan yerin etrafına diz ağı gibi bir tasma kayış bağladı. Bline keskin bir ustura alarak önüne turdu. Herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı ya-ından deriyi biraz yüzdü.

Kafa kemiği bembeyaz göründü ve bir damla kan akmadı. Cerrah afamn şakak denilen yerinden delerek bir demir mengene soktu. Mengeneyi burdukça herifin kellesi, derisi çizilen yerinden takke gibi alkmaya başladı. Yaralı bu sırada biraz kımıldadı. Nihayet kellenin ka-ağı diş diş kenet yerinden açılarak beyni göründü. Kellenin içi kulak-ır arasına kadar sulu kan ve sümük gibi bazı karışık şeylerle dolu olup eynininyanında tüfek kurşunu duruyordu. Meğer, beş dirhemlik çak-laklı tüfek kurşunu imiş. Beyninin yanında, kırmızı kana bulaşmış ıalde idi. Hemen cerrah bana :

Gel, bak gör şu insanoğlunun bir ekmek parçası için girdiği hali…» de-rince ağzıma, burnuma mendilimi tutarak ileriye vardım ve kellenin ;ine baktım. Rabbin azameti!… Garip, insanın beyni kafanın içinde anki tavuk yumurtasından yavrusu henüz çıkmış gibi. Bir kuş yavru-u gibi büzülmüş durur. Ama, üzerinde bir kalın deriden zarfı, yani be-raz bir zarı var.

lerrahbaşı ağzıma mendil tuttuğumu görünce sebebini sordu: cBeiki bakarken öksürür veya aksırırım. Nefes alıp verirken herifin kelesine rüzgâr girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım» cevabını ver-lim. Cerrah:

<Aferin. İşte sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstad cerrah olurdun ve ;enin böyle dikkatle seyir edişinden bu dünyada çok şey görmüş olduğunu bildim» dedi. Sonra hemen bir küçük maşa ile yaralının beyninin /anındaki kurşunu alarak san sünger gibi bir şeyle kurşunun bu kadar ı.amandanberi durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve san sularla cerahatleri temizledi. Süngeri şarapla yıkadı. Kafanın içini ve beyninin etrafını tertemiz silerek kafatasmı yerine koydu. Tepesinden ve çenesinin altından yassı kayışlarla sıkı sıkı sardı. Sonra ortaya bir kutu çıkardı. Hemen kafanın kesilen derilerini birbirine yapıştırıp o kutudan iribir karıncayı cımbızla alarak derinin kesik yerine yaklaştırdı. Kannca iki tarafı karşılıklı ısırınca makasla hayvanın belinden kesince kanncanın başı iki deri kenarlarım ısıra kaldı. Ondan sonra ikinci karıncaya aynı şeyi yaptırdı. Böylece bir kulaktan bir kulağa kadar seksen kanncanın başlarına yaralının başını ısırtıp deriyi böyle dikti. Sonra merhemler sürerek sardı. Herifin kollarına, ellerine, göğsüne ve gerdanına, velhasıl mümkün olan yerlerine anberli macun sürdü. Sonra ortaya yemek geldi.

Yedik. Bir saat geçince herif gözlerini açarak yemek istedi. Badem sübyesi ve tavuk ezmesi içirdiler ve beş miskal (yaklaşık olarak yirmi beş gram) şarap verdiler. Ben, yedi gün müddetle hastaneye devam ettim. Sekizinci gün herif iyileşerek hastanenin içinde gezinmeye başladı. On beşinci gün ise, Kralın huzuruna çıktı.
Seyahatname’nin dil zenginliği

Evliya Çelebi’nin dili, XVII. yy yazarlarınınkinden oldukça ırklıdır: O, belirli kurallara bağlı, süslü «kitabî» üsluptan olabil-iğince uzaklaşmaya çalışmıştır. Büyük ölçüde de bunu başarmış-ır. Çelebi, anlatısını oluştururken konuşma dilinin canlılığından e kıvraklığından başarılı bir biçimde yararlanmıştır. Seyahatna-te’nin dil ve anlatımının sürükleyici, içeriğinden çok bu özellik-en kaynaklanır.

Seyahatname, XVII. yy Osmanlı Türkçesinin zengin sözvarlığı-u (kelime, deyim, atasözü, tekerleme, vb.) içerir. Çelebi, Arapça re Farsça kelime ve tamlamaları kullanmış olsa da, Seyahatna->ıc’nin bütününde Türkçenin egemenliği kendini hep hissettirir. Seyahatname, aym zamanda XVII. yy Osmanlı Türkçesinin ses, >içim, sözdizim ve anlam özelliklerini de yansıtır.

Özel adlar yönünden de zengin bir kaynak olan Seyahatna-ne’de Evliya Çelebi, Türklerin fethettiği yöreleri gezerken, bura-ardaki kasaba, köy, dağ, tepe, ırmak, göl, köprü vb.’yi Türkçeleş-irilmiş adlarıyla anar…

ÇAĞININ TANIĞI BİR GEZGİN VE YAZAR

Hemen bütün gezi yazarlarının olduğu gibi, Evliya Çelebi’nin yaşamını da hep «tanıklık etme» düşüncesi yönlendirmiştir denilebilir. Evini sırtında taşıyan, hiç evlenmemiş olan bu «çelebi» gezginin, yaşadığı çağı kendi gözlem ve izlenimleriyle tanıtmak, başta gelen amacı olmuştur. Çağının tanığı olmak isteyen bir yazarın ilk uyması gereken de yaşadıklarıyla anlattıklarının paralellik göstermesi, birbirleriyle olabildiğince örtüşmesidir. Başkalarından aktardıkları bir yana bırakıldığında, Evliya Çelebi’nin anlattıklarının doğrululuğuna ve gerçekliğine tanıklık edecek pek çok kaynak vardır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si birinci elden gözlem ve yaşantıları içerdiği, kendi döneminin renkli bir tutanağı olduğu için de başlı başına bir kaynak değeri taşır.

Evliya Çelebi, çok geniş bir coğrafyayı belirli bir zaman dilimi içinde gerçekçi bir biçimde aktarabilmek için oldukça özgür davranmıştır. Ancak bu özgürlüğü onu olağanüstülüklerin alanına sü-rüklememiştir. Çelebi, gezi yazısı (seyahatname) türünün genel ilke ve kurallarına uyarak kendi kurgusunu oluşturmuştur.

İstanbul’dan çıkıp Osmanlı coğrafyasının çeşitli yörelerine yaptığı yolculuklarını anlattığı Seyahatname’de Evliya Çelebi’nin insancıl yönü de ortaya çıkar: Evliya Çelebi, sadece görüp yaşadıklarını aktarmakla kalmaz; yer yer eleştirir; birtakım uyarılarda bulunur; geçmiş ve bugünün bilgisini kaynaştırıp aktarırken bunu niçin yaptığını sezdirir. Seyahatname, günceli saptamaktan öte bütün Osmanlı halkına yönelik bir çağrıyı da içerir: yaşadığının farkına varmak ve bundan büyük zevk almak. Osmanlı devleti coğrafyasını bütünlüğü içinde görüp göstermek isteyen Evliya Çelebi, çeşitli unsurların bir araya toplandığı renkli, canlı Osman-lı dünyasında yaşamaktan büyük muduluk duymuştur. Ancak Osmanlı halkı, onu ne kadar okudu ve anladı?

Osmanlı Devleti’nin belirli bir yüzyılını dahi olsa tanımanın en kısa yolu, Evliya Çelebi’nin tanıklığından (Seyahatname) geçer (A.H. Tanpınar). Seyahatname’de bugün bile canlılığı, yaşarlığı hissedilen pek çok sahne yer almaktadır.

GÜÇLÜ BİR ANLATI USTASI

Evliya Çelebi için, hayatının sanki iki amacı vardı: birincisi sürekli olarak gezip dolaşmak, yeni yerler görmek, değişik insanlar ve kültürlerle tanışmak; İkincisi gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını yazıya geçirmek. Seyahatname’den elde edilen ilk izlenim budur. Evliya Çelebi’nin yetkin bir gözlem gücü, kuvvedi bir hafızası, zengin bir hayal gücü olduğu da hemen fark edilir. Evliya Çelebi’nin anlatısı büyük ölçüde gözleme dayanır. Ancak Çelebi gözlemlerini aktarırken araya yer yer kendi yorumlarını katmadan da edemez. Bu yorumlarında da bireysellikten çok sanki halkın sağduyusu ön plana çıkmış görünür. Belki gördüklerinden ve onları anlatmaktan duyduğu muduluğu, halkıyla paylaşmak istediği için böyle bir söylem geliştirmiştir. Özellikle yabancı ülkelerde (mesela Viyana’da) gördüğü değişiklik ve güzelliklerle kendinden geçer; duygularını karşılaştırmalar yaparak veya hikâye üslubu içinde aktararak okuruyla (dinleyeniyle) paylaşmak ister.

Evliya Çelebi’nin olayları ele alıp yorumlayış biçimi genellikle sevecendir; bir savaşı, isyanı, olumsuzluğu anlatırken bile bu tavrını değiştirmez. Belleğine topladığı gerçekleri hayal gücünün de yardımıyla yeniden biçimlendirir, gerekli gördüğünde araya küçük hikâyeler katar. Böylece geleneksel hikâyeciliğin sınırları içine girer.

Evliya Çelebi’nin anlatısında, Dede Korkut ve meddah hikâyelerinin izlerini bulmak mümkündür. Özellikle savaşları anlattığı bölümlerde, Çelebi, belirli bir coşku yaratmak amacıyla «destansı» söyleyişten yararlanır (Fatih’in İstanbul’u kuşatması, Azak savaşı, vb.). Evliya Çelebi, Seyahatname’de çokluk geleneksel hikâyeci kimliğiyle görünür. Bir «meddah» tavrıyla olup bitenleri anlatır; kişilerini konuşturur, taklider yapar, zaman zaman abartmalara başvurur (Turhal ovasındaki ekinlerin sapının adam pazısı kalınlığında olması, vb.); araya «absürd» sayılabilecek hikâyecikler sıkıştırır (Sivas’ta bakire bir kızın fil doğurmasına ilişkin abartılı hikâyesi).

Evliya Çelebi’nin mizahî yönü de oldukça güçlüdür. Ancak Çelebi, mizahı kırıcılık çizgisine vardırmaz; şaka, takılma aşamasında dengelemeye çalışır (bilginlerin Arapça sanıp okuyamadıkları bir kelimeyi, bir yarı okumuşun okuyup anlamlandırmasının konu edinildiği olay, vb.). Frenklerin Süleymaniye Camii’ni hayranlıkla seyretmelerini komik biçimde anlatır, fakat onlarla alay etmez. Aynı şekilde Viyana gezisinde gördükleri karşısında düştüğü şaşkınlığı anlatırken de mizahtan yararlanır. □

Evliya Çelebi’nin Seyahatname

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir