SİNEMA

SİNEMA, bir ışık kaynağından çıkan ışınları, üzerinde resimler bulunan bir film şeridinden geçirerek bunlarla bir perde üzerinde hareketli görüntüler oluşturma eylemi ve böylece oluşan görüntü; bu biçimde film gösterilen salon. Sinema sözcüğü, Fransa’da Lumière Kardeşler tarafından bulunan kameraya, Yunanca “klnima” (hareket) sözcüğünden yararlanarak takılan “sinematograf” (hareketi yazan) adının kısaltılmışıdır. Bu deyim bugün esas olarak, bir olay ya da tezi hareketli görüntüler yoluyla anlatmak için dramatik yapı, sahne düzeni, oyun, konuşma, görüntü çerçevelemesi ve düzenlemesi, kamera hareketleri, dekor, aydınlatma, ses, müzik, kurgu gibi bir filmi yaratan bütün öğelerin en uygun biçimde kullanılmasını öngören sanat ve sanayi kolunu tanımlar. Film kamerası konusundaki ilk ciddi adımlar Thomas Edison ve yardımcısı W. K. L. Dickson tarafından atıldı. Dickson, bir başka Amerikalı mucidin, George Eastman’ın geliştirdiği selüloit filmi kamera içinde yürütmeyi başardı. 1894’te Edison, film göstericisinin atası sayılan “kinetoskop”u buldu. Hemen hemen aynı tarihlerde Londra’da Robert Paul ve Paris’te Louis ve Auguste Lumière kardeşler, filmi perdeye yansıtabilen göstericiler yaptılar. Lumière Kardeşler’in geliş-
tirdiği aygıt, filmi hem çekiyor hem gösteriyordu. Dünyada ilk sinema gösterisi 1895 yılında Paris’te Louis Lumière tarafından yapıldı. Kısa zamanda dünyanın belli başlı kentlerinde sinema gösterileri yapılmaya başlandı. İlk filmler sessizdi ve bir dakika ya da daha az sürüyordu. Günümüzde “yedinci sanat” da denilen bu yeni sanat, yalnızca doğayı hareketli resimlerle göstermekle yetinmedi, hemen hayal gücünü ve fantezisini de onun yanına kattı. Esas mesleği gözbağcılık olan Georges Méliès, sinemanın neredeyse sonsuz denebilecek olanaklarını ilk keşfedenlerdendi. İlk konulu filmleri çeken; 1897’de ilk film stüdyosunu kuran; erime, kararma, iki görüntüyü üst üste bindirme, yavaşlatılmış hareket vb. film hilelerini bulan Méliès oldu. Bu hilelere dayanarak 1902’de “Le Voyage dans le Lune” (Aya Yolculuk) adlı ilk bilimkurgu filmini çekti; sinemayla ilişkisini kestiği 1912 yılına dek yüzlerce film yaptı. Film kamerasına ilk kez yerdeğiş-tirten ve ilk kurgu tekniklerini kullanan, ‘The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu, 1903) filmiyle Amerikalı yönetmen Edwin S. Porter oldu. Sinemanın sanat ve ekonomik yanı da hızla gelişti. Sinema tekniği giderek tiyatronun katı kurallarından bağımsızlaştı. Sinema, Amerikalı yönetmen David Wark Grif-fith’in yapıtlarıyla olağanüstü bir atılıma girdi. Sinemayı bir sanat katına
yükselten ilk adlardan sayılan Grif-fith, ilk uzun Amerikan filmi olan ‘The Birth of a Nation” (Bir Ulusun Doğuşu, 1915) ve “İntolerance” (Hoşgörüsüzlük, 1916) ile sinema dilini kurallaştırdı. Kurguyu ilk kez sinema dilinin temel öğesi haline getirdi; koşut-kurguyu kullandı, sinemasal gerilim sağladı. Daha sonra sinema dünyasının merkezi olacak olan Hollywood’un temelini Griffith attı. Öte yandan Mack Sennett 1914-1930 arasında Chester Cönkün, Ben Turpin, Charlie Chaplin, Buster Keaton ve Harold Lloyd ile altın çağını yaşayan güldürücü sinemayı (slaptick comedy) yarattı. Buster Keaton ‘The Navigator” (Gemici, 1924) ve ‘The General” (General, 1926) gibi filmlerde hareketsiz, gülmek bilmez yüzüyle herkesi güldürürken; Charles Chaplin de “Şarlo” tipiyle dünya çapında ün kazandı. Chaplin, katıksız güldürücülüğün yanı sıra toplumsal yerginin yer aldığı uzun metrajlı filmlerde sanat gücünü kanıtladı. ‘The Kid” (Yumurcak, 1921), ‘The Pilgrim’1 (Şarlo Hacı, 1923), ‘The Gold Rush” (Altına Hücum, 1925) vb. ile sinemanın dahi sanatçıları arasına girdi. I. Dünya Savaşı’na dek film üretimi uluslararası bir nitelik taşıyordu. Ancak savaşla birlikte Avrupa film üretimi hızlı bir düşüş gösterdi ve ABD başlıca film üreticisi haline geldi. 1920’lerde Hollyvvood, yıldız sistemiyle bağlantılı dağıtım tekelleri ve dünya film

pazârındaki geniş payıyla, sinemanın ve milyonlarca doların döndüğü bir sanayinin merkezi oldu. Gold-wyn-Mayer, Paramount, Universal, Warner Brothers ve Fox gibi dev film şirketleri fabrikadan çıkar gibi film üretmeye başladılar. Bu dönemde Hollywood’un en çok değer verdiği varlıklar Rudolph Valentino, Mary Pickford, Charlie Chaplin, Lillian Gish, Lionel Barrymore, Douglas Fairbanks, Gloria Swanson, Greta Garbo, Lon Shaney ve Norma Shearer gibi yıldızlardı. Hollywood ayrıca kendine özgü iki film türüyle, “western” (kovboy) ile ve “slaptick” denilen sessiz güldürü filmleriyle büyük ün kazandı. Sessiz sinemayı üstün bir yetkinliğe kavuşturan, Alman ve Sovyet yönetmenleri oldu. Almanya’da F. W. Murnau “Nosfera-tu” (1922), Fritz Lang “Dr. Mabuse” (1922) ve “Metropolis” (1926) gibi başyapıtlar verdiler. Bir başka Alman yönetmeni, G. W. Pabst, psikolojik bir dışavurumculuk ve özgün bir kurgu tekniği geliştirdi. 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra Ayzenş-tayn, Pudovkin, Vertov ve Dovçen-ko gibi Sovyet yönetmenleri sinema sanatına taze kan getirdiler, özellikle Ayzenştayn fil m ve kuramlarıyla sinemada devrim yaptı. 1925’te çevirdiği “Bronenosets Potyomkin” (Potemkin Zırhlısı), çarpıcı kurgusu, yığınları kullanmadaki başarısı, epik anlatımıyla tüm dünya sinemasını etkiledi. İleriki yıllarda bu film, birçok eleştirmence sinema sanatının başyapıtı sayıldı. Aynı dönemde Fransa’da Louis Delluc; İsveç’te Victor Sjöström ve Mauritz Stiller; Danimarka’da Cari Dreyer gibi önemli yönetmenler yetişti. Amerikalı Robert Flaherty belgesel sinemanın ilk büyük yapıtları sayılan, insancıl ve toplumsal nitelikli “Nano-ok of the North” (Kuzeyli Nanook, 1922) ve “Moana” (1926) adlı filmleri yarattı. 1920’lerden başlayarak filmleri sesli hale getirmek için çeşitli girişimler oldu. Amerikalı Lee De Forest, bir fotosel yardımıyla film şeridinin kenarına sesleri kaydetme yöntemini geliştirdi. 1927’de New York’ta konuşma ve müziğin yer ai-
VIVIEN LEIGH

ttSCAxisrr o hará

A SEIZNICÏC INTERNATIONAL PICTURE

DIRECTED BY VICTQft. FUMINO

krkk »uv »y s«a«»y wowau,

•4 METRO GOLDWVN MAYEÎC A*/«»*«

Muw fcy Ma» Matr
“Rüzgâr Gibi Geçti” filminin afişi

dığı ‘The Jazz Singer” (Caz Şarkıcısı) adlı sesli bir film gösterildi. Bu film sinemada bir dönüm noktasıydı. 1929 ekonomik bunalımına karşın Amerikan sineması sesli sinemanın ilk yıllarında büyük bir üstünlük kazandı. Bu arada, bazı büyük şirketlerin iflasın eşiğine geldiği ve bankerlerin el attığı Hollywood .bir yapı değişikliği süreci yaşıyordu. 1930’larda Hollywood’da iki yeni film türü ortaya çıktı: Müzikal ve gangster filmi. Müzikalde Fred Astaire ve Ginger Rogers, ‘Top Hat” (1935), “Swing Time” (1936) adlı filmlerde ünlü bir çift olarak sivrildiler. Hareketli, gerçekçi gangster filmleri James Cagney, Paul Muni ve Edward G. Robinson gibi yeni bir yıldız kuşağı yarattı. Güldürü alanında Marx Kardeşler (Üç Ahbap Çavuşlar), temeli saçmalığa dayanan yeni bir güldürü türü geliştirdiler. 1930-1940’larda Frank Capra, Howard Hawks, George Cukor, Otto Preminger, Orson Welles, Alfred Hitchcock ve John Ford, pek çok ünlü filme imzalarını atan yönetmenlerdi. Aynı dönemde Almanya’da Sternberg, Marlene Dietrich’i üne kavuşturan “Der blaue Engel” (Mavi Melek, 1930) adlı başyapıtını çevir-
dl. Fransa’da René Clair müzikalde yeni deneylere girişirken, Jean Renoir kişisel bir duygusallığın ve yalın biçimde sunulmuş bir insanlık gerçeğinin yer aldığı yapıtlar verdi: “La Grande illusion” (Büyük Hayal/Harp Esirleri 1937); Marcel Carné, “şiirsel gerçekçilik” denilen yeni Fransız okulunun başına geçti: “Quai des Brumes” (Sisler Rıhtımı,

1938), “Hotel du Nord” (Kuzey Oteli, 1938). Chaplin 1932’de “City Lights” (Şehir Işıkları); 1936’da ‘The Modern Times” (Yeni Zamanlar) adlı, sanayi ülkelerindeki makineleşmeyi yeren büyük yapıtını yarattı. Bu arada Amerikan sineması birçok kaliteli film yaptı. Raoul Walsh, William Wyler, King Vidor gibi yönetmenlerin yanı sıra Marlene Dietrich, Bette Davis, Gary Cooper, Cary Grant, Clarke Gable, Humphrey Bogart gibi yıldızlar doğdu. Renkli film i sesli filmden kısa bir süre sonra, 1934’te beyazperdeye geldi. Ç’ızgi-filmler Walt Disney’in yapımlarıyla I yaygınlaştı. Disney, “Snow White i and the Seven Dwarfs” (Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, 1937) vb. uzun metraj çizgifilmler yaptı; Miki ve Donald dizileriyle canlandırma si- : nemasını gerçek bir sanayi haline getirdi. II. Dünya Savaşı sırasında özellikle belgeseller ve propaganda filmleri çevrildi. Naziler bu işe daha savaş öncesinde başlamış ve Leni Riefensahl ‘Triumph des Willens” (İradenin Zaferi, 1936) adlı ünlü propaganda filmini yapmıştı. 1941’de Orson Welles, “Citizen Kane” (Yurttaş Kane) filminde dramatik kamera tekniklerini; alışılmamış kamera açılarının ve dramatik bir aydınlatmanın yarattığı etkileri sonuna dek kullandı. Savaş, sinema sanatını iki yönlü etkiledi: Bir yanda “kaçış slne-masrdenilen, dış dünyanın katı gerçeklerinden uzaklaşmak İçin sinemanın yanılsamacı niteliklerini öne çıkaran filmler, öte yanda savaşın acı deneyimlerini yansıtmaya çalışan gerçekçi filmler yaratıldı. Chaplin 1940’ta zorbalığı, özellikle nasyonal sosyalizmi yeren ’The Great Dictator” (Şarlo Diktatör) adlı son büyük filmini çevirdi. İtalya’da 1940’ tan başlayarak sinemanın gelişimi

üstünde büyük bir etki yapacak olan “yeni gerçekçilik” (neo-rea-lizm) akımı ortaya çıktı. Luchino Vis-conti “Ossessione” (Tutku, 1942); Vittorio de Sica “İ Bambini ci Guar-danol” (Evladıma Kıymayın, 1943); Roberto Rossellini bu akımın başyapıtlarından sayılan “Roma, Citta Aperta” (Roma, Açık* Şehir, 1945) adlı filmleri çevirdiler. Özellikle bu son film, Hollywood’un sinema seyircisini alıştırdığı o göz boyayıcı, cilalı yapıtlardan farklıydı. Savaştan sonra Hollywood 1947’den 1952’ye dek süren McCarthycilik döneminin yarattığı manevi bir bunalımın yanı sıra ekonomik bir bunalımla yüz yüze geldi: Hem 1952-1953’te piyasaya çıkan televizyonun rekabeti, hem de sinerama, sinemaskop, vis-tavision gibi yeni tekniklerle yarışma zorunluğu bu ekonomik bunalımın başlıca nedenleriydi. Amerikan sinemasında “western” türünün büyük ustası John Ford’a yeni usta yönetmenler eklendi: John Huston, Nicholas Ray, Billy Wilder, Stanley
Donen, Vincente Minelli, Joseph Mankiewicz, Elia Kazan. Bununla birlikte sinema Amerikan tekelinden kurtuldu. Fransa’da yapım güçlüklerine karşın önemli filmler üretildi: Cl. Autant-Lara’nın “Le Diable au Corps” (İçimizdeki Şeytan, 1947); Jean Cocteau’nun “La Belle et la Bete” (Güzel ile Hayvan, 1946) ve “Orphée” (1950); H.G. Clouzot’nun “Le Salaire de la Peur” (Korkunun Bedeli, 1953); “René Clair’in “La Beauté du Diable” (Şeytanın Güzelliği, 1950); Max Ophüls’ün “La Ronde” (Halka, 1950); Rene Clé-menht’in “Jeux interdits” (Yasak Oyunlar, 1952); Robert Bresson’un “Le Journal d’un Curé de Campagne” (Bir Köy Papazının Günlüğü,

1951); Jacques Tati’nin “Les Vacances de Monsieur Hulot” (Bay Hu-iot’nun Tatili, 1953) ve “Mon Oncle” (Amcam, 1958); Fransa’da 1950’le-rin sonunda “yeni dalga” denilen akım ortaya çıktı. Bu akımın genç yönetmenleri arasında özellikle Louis Malle, François Truffaut, Agnes
Varda, Claude Chabrol, Alain Res-nais ve Jean-Luc Godard’ın adlarını saymak gerekir. Resnais’nin “Hiros-hima, mon Amour” (Hiroşima Sevgilim, 1959); Truffaut’nun “Les 400 Co-ups” (400 Darbe, 1958); Godard’ın “A Bout de Souffle” (Serseri Âşıklar,

1959) adlı filmleri “yeni dalga”nın başyapıtlarındandı. İtalya’da “yeni gerçekçi” akım ilginç filmler yapmayı sürdürdü. Sica, “ladri di Biciclet-te” (Bisiklet Hırsızları, 1948); “Ros-sellini “Paisa” (1946); Federico Felli-ni “La Strada” (Sonsuz Sokaklar, 1954) ve “Otto e Mezzo” (Sekiz Buçuk, 1962); Visconti “İl Gattopardo” (Leopar, 1962); Michelangelo Anto-nioni “L’Avventura” (Serüven, 1959) ve “Deserto Rosso” (Kızıl Çöl, 1964) ile ön plana çıktılar. İsveç sineması, İngmar Bergman’ın ileri Batı sanayi toplumlarında insanın sorunlarını, bunalımlarını, yalnızlığını işleyen filmleriyle tanındı. İspanya’da hemen hiç çalışmayan İspanyol yönetmeni Luis Bunuel, kiliseyi ve burjuva toplumunu eleştiren, gerçeküstü öğeler taşıyan filmler yarattı. İngiltere’de Karel Reisz, John Schlesin-ger, Lindsay Anderson, David Le-an, Carol Reed, Joseph Lose ve Tony Richardson gibi önemli yönetmenler ortaya çıktı. Bir başka İngiliz, Stanley Kubrick, daha çok Holly-wood’da çalıştı. Doğu Avrupa sineması Andrej Vajda (Polonya), Mik-los Jancso (Macaristan), Dusan Ma-kaveyev (Yugoslavya) adlı yönetmenlerin filmleriyle dünyaya açıldı. PolonyalI Roman Polanski ve Çek Milos Forman Batı ülkelerinde film çevirmeyi yeğlediler. Uzun süre Ba-tı’da ilgi görmeyen Japon sineması, Akira Kurosava’nın “Raşomon” (1951) adlı filminin Cannes Film Fes-tivali’nde ödül kazanmasıyla tanındı. Japonya’da Kon İçikava, Nagasi Oşima, Mizoguşi öbür büyük ustalardı 1960’lı yıllar tamamlanırken genel olarak “Üçüncü Dünya Sineması” adı verilen bir sinema, sesini duyurmaya başladı. Hint sinemasında Satyacit Ray, uluslararası başarı kazanan filmler çevirdi. 1965’lerde ortaya çıkan “Genç Alman Sineması” eylemi, sineması uzun yıllardır kış uykusuna yatmış, Amerikan yapım

ve dağıtım sisteminin egemenliğine girmiş bir ülkede yeni ve özgün bir sinema rüzgârının esmesine yol açtı. Bu yeni akım Alexander Kluge, Jean-Marie Straub, Johennes Scha-af, Volker Schlöndorff, Reiner Werner Fassbinder ve Werner Herzog adlı genç yönetmenlerin filmleriyle tanındı. 1970’lerden sonra ortaya çıkan bir değişiklikle, filmler salonlardan evlere taşınmaya başlandı. “Video” ile, sinema kendine yeni bir pazar buldu. Türkiye’de ilk sinema gösterisi 1896’da Yıldız Sarayı’nda yapıldı. Bunu Sigmund Weinberg’in Beyoğlu ve Şehzadebaşı’daki halka açık gösterileri izledi (1897). Düzenli ve sürekli film gösteren ilk salon, yine Weinberg tarafından Pathe adıyla açıldı (1908). Türkiye’de ilk film, Fuat özkınay’ın çektiği “Ayas-tafanos Abidesi’nin Yıkılışı” (1914) adlı belgeseldi. Bu filmle başlayan “birinci dönem” 8 yıl sürdü. 1915’te kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi çeşitli belge filmler yaptı. İlk konulu filmler, Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe” (1917) ve “Casus” (1917) oldu. 1922’de ilk özel film yapımevi olan Kemal Film kuruldu. Muhsin Er-tuğrul bu yapımevi adına 1922-1939 arasında birçok film çekti ve o, bu “i-kinci dönem”de Türk sinemasında film yöneten tek kişi oldu. Muhsin Ertuğrul’un çevirdiği filmlerin çoğu, daha önce tiyatroda oynanan piyeslerden uyarlanmıştı. Sesli ilk Türk filmi, yine bu dönemde Muhsin Ertuğ-rul tarafından çekildi: “İstanbul Sokaklarında” (1931). 1939’da Türk sinemasında “geçiş dönemi” başladı. Bu dönemde çeşitli ve çok yönlü gelişmeler görüldü. Başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere tiyatrocuların etkisi azaldı. Bu dönemin en dikkate değer sinemacıları Şakir Sırmalı ile Orhan Murat Arıburnu’ydu. 1917’den 1948’e dek çevrilen film sayısı 74 oldu. 1951’de Lütfi Ömer Akad’ın “Kanun Namına” adlı filmiyle, Türk sinemasında “sinemacılar çağı” diye adlandırılan dönem başladı. Bu dönemde Akad’m dışında Metin Erksan, Atıf Yılmaz (Batıbe-ki), Memduh Ün, Osman Seden gibi yönetmenler ön plana çıktılar. Dönemin önemli sinema olaylarından
Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi Berlin’de Altın Ayı Ödülü’nü (1964) aldı.
biri, Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filminin 1964 Berlin Film Şenliği’n-de Altın Ayı Ödülü’nü kazanması oldu. 27 Mayıs 1960’tan sonra oluşan ortamın getirdiği düşünce özgürlüğü, toplumsal kaygılar taşıyan filmler çevrilmesine olanak tanıdı. İlk filmlerini 1960’tan sonra yapanlar arasında Halit Refiğ, Ertem Göreç, Nevzat Pesen, Duygu Sağıroğlu ve Yılmaz Güney vardı. 1960’tan sonraki dönemin en önemli yönetmeni Yılmaz Güney oldu. Sinemaya 1958’de oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak giren Güney, 1970’te Türk sinemasının en başarılı filmlerinden biri sayılan “Umufu çevirdi. Yerel öğeleri başarıyla kullandığı, toplumsal temaları işlediği “Acı” (1971) ve “Ağıt” (1971) ile başarısını sürdürdü. 1961-1971’ deki 188 filmlik yıllık yapım ortalamasıyla Türkiye, en çok film yapan ülkeler arasında yer aldı. 1972’den sonra televizyonun yayın alanını genişletmesi, bunalım içinde bulunan sinemayı darboğaza soktu. Film yapımında ve seyirci sayısında gözle görülür bir azalma oldu. 1972’de 200’ü aşan film sayısı 1975’e doğru giderek azaldı: 1973’te 200, 1974’te 188 film. Bu arada siyah-beyaz film sayısı 143’ten 30’a, oradan 6’ya indi ve 1975’te tümüyle yok oldu. 1979’da 195’e yükselen film sayısının 130 adedini 16 mm.lik seks filmleri oluşturuyordu. Seks filmlerinin yasaklandığı 1980’lerden itibaren film sayısı 70-80 dolayında sabitleşti. 1970 öncesinin tüm yönetmenleri 1972-1976 döneminde de film çevirdi. Lütfi Akad köyden kente göç
eden insanların yaşamını “Gelin” (1973), “Düğün” (1974) ve “Diyet” (1975) adlı üçlemesinde ele aldı. Bu dönemde en çok film çekenlerden Atıf Yılmaz, çeşitli konuları yüzeysel bir gerçekçilikle ya da sulu komedi tarzında işledi. Memduh Ün, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” (1975) ile dikkati çekti. Süreyya Duru, öykü yazarı Bekir Yıldız’ın yapıtlarına dayanan “Bedrana” (1974) ve “Kara Çarşaflı Gelin” (1975) filmleriyle belli bir başarı sağladı. Yılmaz Güney’ip “Arkadaş” (1974) filmi Türk sinemasında bir dönüm noktasını oluşturdu. Güney, pamuk işçilerinin yaşamını konu alan yarı belgesel “Endişe”yi çevirirken tutuklanarak sinemadan uzak kaldı. Bu arada senaryosunu yazdığı bazı filmler, genç yönetmenlerce gerçekleştirildi. Aynı dönemde genç kuşak sinemacılarından Ömer Kavur “Yatık Emine” (1974), Zeki Ökten (Askerin Dönüşü” (1974) gibi yapıtlarla dikkati çektiler. 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında bir grup genç yönetmen bir “Genç Türk Sineması”n-dan söz edilmesine yol açan filmler yarattılar: Zeki Ökten’in “Sürü” ve “Düşman”; Erden Kıral’ın “Kanal” ye “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Ö-mer Kavur’un “Yusuf ile Kenan”, “Ah Güzel İstanbul”; Ali Özgentürk’ün “Hazal”, “At” yapıtları gibi. Bu filmlerin bir bölümü de kent gerçeğini yansıtmayı deniyordu. Bu arada Tunç Okan’ın İsveç’te çektiği ve dış göç sorununu ele alan “Otobüs” filmi, uluslararası şenliklerde çeşitli ödüller kazanan, kendine özgü bir yapıttı. Aynı dönemde kısa ve belge-; sel film dalında gerek bazı kurumla-j rın, gerekse bazı yarışmaların daî desteğiyle önemli aşamalar sağlan-i dı. Suha Arın, Güner Sarıoğlu, Beh-lül Dal ve başkaları ilginç filmler yaptılar. Sinema eğitiminde bazı adımlar atıldı. 1975 yılı içinde Devlet Film Arşivi, bir Sinema/TV Yüksek Oku-) lu’na dönüştürüldü; Eskişehir’dek İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ de bir Sinema/TV Eğitim Enstitüsü kuruldu. 1975-1983 yılları arasınc sinema, Türkiye dışında en çc ödül kazanan sanat dalı oldu. Tür sinemasının tarihindeki en büyülı

başarılar 1982 Ve 1983 yıllarına nasip oldu. 1982 Cannes Şenliği’nde Şerif Gören – Yılmaz Güney İkilisinin çektiği “Yol” filmi, şenliğin en büyük ödülü olan Altın Palmiye’yi başka bir filmle ortaklaşa olarak kazandı. 33. Berlin Film Şenliği’ndeyse Erden Kıral’ın, Ferit Edgü’nün “O” adlı romanından uyarladığı “Hakkari’de Bir Mevsim”, dört ödül birden aldı. Atıf Yılmaz kadın sorunlarına değindiği filmleriyle başarısını sürdürdü: “Mine” (1982), “Bir Yudum Sevgi”

(1984), “Dul Bir Kadın” (1985), “Adı Vasfiye” (1986), “Ah Belinda” (1986), “Hayallerim, Aşkım ve Sen” (1987). 80’li yıllarda yeni bir yönetmen kuşağı yetişti. “Kardeşim Benim”

(1983), “Züğürt Ağa” (1985) ve “Selamsız Bandosu”yla (1988) Nesli Çölgeçen; “Ve Recep ve Zehra ve Ayşe” (1983), “Gramafon Avrat”

(1985), “Karartma Geceleri” (1989) ile Yusuf Kurçenli; “Fahriye Abla”

(1984) ve “Muhsin Bey” (1987) ile Yavuz Tuğrul; “Kurşun Ata Ata Biter” (1985), “Bir Avuç Gökyüzü”

(1987) ile Ümit Elçi; “Bir Avuç Cennet” (1986) “Kara Sevdalı Bulut”

(1988) ile Muammer Özer; “Bez Bebek” (1988 – 8. Uluslararası Amiens Film Şenliği’nde bu filmdeki rolüyle Hülya Koçyiğit En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı) ile Engin Ayça. Ömer Kavur’un, Yusuf Atılgan’ın romanından uyarladığı “Anayurt Oteli” (1987-Venedik Film Şeniiği’nde Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu Ödülü, Nantes Üç Kıta Film Şenliğinde En İyi Film Ödülü ve bu filmdeki rolüyle Macit Ko-per En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı), Orhan Oğuz da “Her Şeye Rağmen” adlı filmiyle (1987) Türk sinemasının uluslararası alandaki en büyük başarılarını getirdiler. Başer Sabuncu “Asılacak Kadın” (1986), Fevzi Tuna “Bir Kadın Bir Hayat” (1984), “Kuyucaklı Yusuf” (1986), Tunç Başaran’da “Biri ve Diğerleri” (1987) adlı filmleriyle dikkati çektiler. Tevfik Başer’in “Yanlış Cennete Elveda”sı (1989) Strasbourg Film Festivali’nde büyük ödül aldı. Zülfü Livaneli’nin “Sis” filmi 1989 Valencia Film Festivali’nde birinci ödülü Altın Palmiye, Akdeniz Festivali’nde bü-
618 km.2

2.616.000 (1987) Singapur İngilizce, Malayca Budist, Hindu, Konfüçyüsçü, Taoist, Müslüman, Hıristiyan Singapur Cumhuriyeti Singapur Doları
yük ödülü Altın Antigone’yi kazandı. Sinema, 20. yüzyıla özgü bir sanat dalı olarak tüm dünyada etkisini sürdürmektedir.

SİNEMA MAKİNESİ, içinden akan pozitif film kuşağındaki görüntüleri ekrana düşüren aygıt. Esas olarak bir projeksiyon makinesidir. Başlıca beş kısımdan oluşur: gövde, optik sistem, motor, itici mekanizma ve filmin akışını sağlayan mekanizma. Gövdesi hem öteki bölümleri taşımaya hem de korumaya yarar. Optik sistem mercekler, projeksiyon lambası ve bir obtüratörden oluşur. Obtüratör her resim karesi için genellikle üç kez açılıp kapanarak görüntünün ekranda titremesini önler. Motor, hem itici mekanizmayı hem de soğutma pervanesini çalıştırır. İtici mekanizma bir dişli sisteminden oluşur ve film akış mekanizmasını, film makaralarını ve obtüratörü çalıştırır. Film akış mekanizması, çevresi tırnaklı silindirlerden oluşur. Bu tırnaklar, filmin kenarındaki deliklere takılarak filmin akışını sağlar. Sinema makinesinden genellikle saniyede 24 kare geçer ve bu, gözde hareket duygusunun oluşturulabil-mesini sağlar.

SİNGAPUR (Fr.: Singapoure, İng.: Singapore), Güneydoğu Asya’da devlet. Biri büyük, 50 kadarı küçük adalar üzerinde kurulmuştur. Yüzölçümü 618 km.2, nüfusu 2.616.000 (1987), başkenti Singapur’dur. Nüfusun % 75’i Çinli, % 15’i Malaysiya-lı; geri kalanın çoğu da PakistanlIdır. Nüfusun 1.300.000’i, büyük ada üzerinde, Singapur limanında yaşar. Tropikal iklim altında bulunan
ada ananas, kakao ve kauçuk plantasyonlarıyla kaplıdır. Tütün ve başka ürünler de yetiştirilir Bulunduğu yer ulaştırma ve özellikle strateji bakımından büyük bir önem taşır. Yakınındaki karaya yüksek bir köprüyle bağlıdır. 1819’da, Doğu Hint Britanya Kumpanyası tarafından satın alınmış, daha sonra da İngiliz üssü haline getirilmiştir. II. Dünya Savaşı’ nda Japonlar tarafından işgal edildi. 1946’da tekrar İngiltere’ye geçti. 1959’da, İngiliz Uluslar Topluluğu’na dahil özerk bir devlet halinde örgütlendi. 1963’te Maiaysiya Federasyonu’na girdi, fakat 1965’te bağımsız bir “kent devlet” statüsüyle bu birlikten ayrıldı. Devletin başkenti olan Singapur limanı Avrupa, Uzak Doğu ve Avustralya arasında önemli bir ikmal iskelesi, ticaret ve endüstri kentidir.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*