Genel

STALİN REJİMİNİN PEKİŞMESİ

STALİN REJİMİNİN PEKİŞMESİ

Bu parti içi çatışmaların sonunda, kazanan Stalin oldu. Öbür önderler ülkeyi dolaşarak söylevler vermekle uğ­raşırlarken, Stalin, parti genel sekreteri olarak günlerini, parti yönetiminin somun ve cıvataları üstünde çalış­makla, yani dev boyutlu Sovyet devlet sisteminin bütün aşamalarına kendisine bağlı kişiler atamakla ve siyasal eşgüdüm sağlamakla geçiriyordu. Karşıtlarının meka­nik bir siyaset olarak gördükleri şeyi, Stalin’in destekçi­leri parti birliği için yapılması gereken pratik iş olarak görmekteydiler. Stalin, dinleyicilerini peşinden sürük­leyen bir hatip değildi; ama partinin “tek ülkede” -Rus- ya’da- sosyalizmi kurarak, ileri Batı ülkelerine “yetiş­mek ve onları geçmek” isteğini kişiliğinde somutlaştır­mıştı.

1929’a varıldığında, denetim tartışma götürmez bi­çimde Stalin’in eline geçmiş, genel sekreter partinin karşısına çıkan ikilemlere kendi başına çözüm yolu önerecek konuma gelmişti. Bunun üstüne Stalin, Bolşe­viklerin temel bazı hedeflerinin, bütün öbürlerinin fe­da edilmesi pahasına, kesinlikle korunması gerektiğine karar verdi. Söz konusu hedefler hızlı sanayileşme, par­ti ve toplum içinde birlik, sınıf düşmanları karşısında uyanıklıktı.

 


Sanayileşme. Stalin, partide hiç kimsenin daha önce gerçekleşebileceğini aklına bile getirmediği bir hızla, ülkeyi sanayileşmeye zorladı. Rusya’nın bir sürü düş­manı tarafından yıkılmak istemiyorsa, insan üstü bir bü­yüme hızına ulaşması gerektiğini ileri sürdü. Eşitlik ya da demokrasi gibi öbür sosyalist değerlerin, “ilkel sosyalist birikim” döneminin tamamlanmasına ve Rusya’nın ba­şarıyla ilerleyen bir sanayi ekonomisi haline gelmesine kadar, beklemesi gerektiğini bildirdi. Büyümeyi istenen hızda tutmak için, köylülerden, geçici bir “vergi” diye nitelendirdiği yiyecek ve tarım hammaddeleri biçimin­de bir vergi alınmasında ısrar etti. Bu “vergi”nin, köylü­lerle dostluk ilişkilerinin sürdürülmesiyle bağdaşmama­sı sorununa bir çıkış yolu ararken de, çok önemli bir ka- rarverdi: Sanayileşmenin böyle birdeğişme için gerekli elektriklendirme ve traktörler biçiminde zorunlu teknik temelini sağlamasından önce, köylülerin kolektif çiftlik­ler oluşturmaları zorunluluğunu getirdi.

Zorunlu kolektifleştirme, çağlardır süregelmiş köylü yaşama biçiminde, bir altüst oluşa yol açtı. Zor yoluyla ve üstünde pekfazla düşünülüp taşınılmadan yürürlüğe koyulan kolektifleştirme, sürecin maliyetini daha da ar­tırdı. 1929 sonlarında Stalin “kulakların sınıf olarak tasfi­yesi” kararnamesini yayınladı (kulak, her türlü sıkıntının günah keçisi haline gelmiş olan hali vakti yerinde köylü­lere, Bolşeviklerin verdiği addı). Milyonlarca köylü, topraklarından koparılarak uzak bölgelere sürüldü. Ki­şisel çiftliklerin yerini kolektif çiftliklerin alması öylesine hızlı gerçekleştirildi ki, bunun sonucu olarak, kitlesel bir karışıklık doğdu. Geçici geri adımlara karşın, kolektif­leştirme zorla ve amansız biçimde uygulandı. Devletin baskıyı gevşetmeye, hattâ bir sorunun var olduğunu ka­bule yanaşmaması, 1933’teki kötü hasadı, milyonlarca insanın yok olduğu bir kıtlığa dönüştürdü.

Temizlik hareketi. Stalin, bu köktenci ve çok ağır bedel ödenerek gerçekleştirilen siyasetlere, parti içinde pek çok kişinin yoğun bir kuşkuyla baktığının farkındaydı. Partide birlik konusundaki bağnazca ısrarının, kuşkucu ve kindar kişiliğiyle birleşmesi, onu 1937-38’de doruk noktasjna ulaşan “Büyük temizlik” adı verilen terör kampanyası aracılığıyla, muhalefetle hesaplaşmaya yö­neltti. Ülkenin siyasal ve ekonomik seçkinlerinin yok edilmesi, buzdağının yalnızca su üstünde görünen bö­lümüydü: “Temizlik hareketi” sırasında milyonlarca Sovyet vatandaşı ya idam edildi ya da zorunlu çalışma kamplarına sürüldü.

Birlik ve merkezden denetim konusundaki zorlama, partiyle sınırlı kalmadı. Yönetim açısından özerklik ka­zanmak yolunda gösterilen her çabayı “ulusçuluk” ola­rak gören Stalin, bu “ulusçuluğun” bütün belirtilerini yok etmeye yöneldi. Kültür yaşamı, Yazarlar Birliği gibi merkezî örgütlerin denetimi altına sokuldu; yazarlara ve sanatçılara, “sosyalist gerçekçilik”in izin verilen tek üslup olduğu anlatıldı.

Stalin ve destekçileri, kulakların yokedilmesi ve “Bü­yük temizlik” gibi siyasetlerin içerdiği şiddeti, “hain ve her köşeye pusulanmış sınıf düşmanlarına” karşı uya­nıklığın gereği olarak haklı görüyorlardı. “Uyanıklık” konusundaki bu yoğun çaba, Devrim’in ilk günlerinde sabotajlarla ve karşıdevrimcilerle uğraşmak için kurul­muş olan gizli polis örgütünün, gün geçtikçe güçlenme­sine yol açtı. Bu örgüt, Sovyetler Birliği’nin bütün tarihi boyunca değişik adlar (son olarak Bk. KGB) altında var­
lığını korudu. 1930 yıllarının olağan dışı terörü nedeniy- le, gizli polis görevlileri, milyonlarca insanın, insanlık dı­şı koşullarda çalıştırıldığı bir zorunlu çalışma kampları imparatorluğunun yöneticileri haline geldi. Çalışma Yoluyla Islah Kampları Genel Yönetimi’nin (Rusça Clavnoye Upravteniye İspravitelno Trudovih Lagerey) adının kısaltması olan GULAG adı, Aleksandr Soljenis- tin’in bu kamp sistemini ayrıntılı biçimde anlattığı Gulag Takımadaları (1973) adlı kitabıyla, sonradan bütün dünya tarafından öğrenildi.

SOVYET DIŞ SİYASETİNİN OLUŞTURULMASI Ülkedeki birliği sağlama çabasının ülke dışındaki karşılı­ğı, “komünizmin düşmanları” arasına düşmanlık to­humları ekme çabası oldu. Bolşevikler, “düşman kapi­talist devletler” tarafından kuşatılmış yoksul, yanıp yıkıl­mış bir ülke olan Sovyetler Birliği’nin zayıflığının ve çok kolay çökertilebilecek bir durumda olduğunun farkın­daydılar. Devrim düşmanlarının Sovyetler Birliği’ni ezip geçememelerinin nedeninin, söz konusu düşman ülke­lerin kendi iç çatışmalarından başka şeyle uğraşamaya- cak durumda olmalarından kaynaklandığını düşünü­yorlardı. Bu yüzden Sovyet dış siyasetinin, bu çatışma­ları kullanarak, devrime soluk alma olanağı sağlaması gerektiğine karar verdiler.

Savaştan çekilme. 1917 Rus Devrimi’nden sonra, yeni Sovyet yönetiminin dış siyasetteki ilk eylemi, dünya emekçilerine kendi yönetimlerini, acil, eşitlik temeline dayalı bir barış yapmaya zorlamaları çağrısında bulun­mak oldu. Bu çağrı yanıtsız kalınca, Lenin ve çalışma ar­kadaşları, Almanya’yla savaşı sürdürüp sürdürmeme konusunda karar vermek zorunda kaldılar. Ordunun dağılması ve ekonominin çöküşü, Bolşevikleri savaşı başarıyla yürütme konusunda önceki Rus yönetimle­rinden daha da güçsüz bir duruma düşürmüştü. Bunun farkında olan Almanlar da, barış için son derece ağır ko­şullar ve önemli toprak istekleri öne sürdüler.

1918 başlarında, küçük bir sınır kasabası olan Brest- Litovsk’ta Bolşevikler, bu ağır koşulları kabul eden bir antlaşma imzaladılar. Lenin, antlaşmanın imzalanma­sından sonra bile, partinin onaylaması için bütün etkisi­ni kullanmak zorunda kaldı. Rusya’nın zayıflığı konu­sunda yapmış olduğu ciddi değerlendirme, daha sonra, dış ilişkilerdeki en önemli başarısı olarak kabul edildi. Bu arada henüz yerleşmemiş olan Sovyet yönetimi, Al­manya Kasım 1918’de öbür kapitalist devletler tarafın­dan yenilinceye kadar, ayakta kalmasına yetecek soluk alma olanağını bulmuş oldu. Ama Almanya’yla ayrı bir barış imzalanması, bunu bir “ihanet” sayan İtilaf Dev- letleri’nin eline, sonradan patlak veren iç savaşlarda Bolşeviklere karşı müdahalede bulunma kozunu da vermiş oldu. Ne var ki, müdahaleleri, büyük ölçüde kendi aralarındaki rekabet yüzünden, sonuçsuz kal­dı.

Uluslararası tanınma. İç savaşlar dönemi kapanırken, öbür devletler arasındaki sözü edilen rekabet, Sovyet­ler Birliği’nin ticaret ilişkileri kurma ve diplomatik olarak tanınma sürecini hızlandırdı. Yenilgisinden sonra yalıtıl­mış bir durumda bulunan Almanya, SSCB’yle ilk bağ kuran büyük devlet oldu (1922). ABD’nin, SSCB’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edileceği 1934 yılına kadar sürdürdüğü tanımama tutumuna karşın, Almanya’yı öbür devletler izledi.

Almanya’yla ilişkiler. İki dünya savaşı arasındaki yıllar­da, Almanya’nın yükselen gücüne nasıl karşılık verile­ceği, Sovyetler Birliği’nin dış siyasetinin ikilemini oluş­turdu. Bu, çarlık döneminden miras kalmış bir ikilemdi. Çarlık yönetimin iki seçeneği vardı: Başka yerlere yayı­lacağı umuduyla Almanya’yla dostluk bağları kurmak;

her türlü Alman yayılmacılığını önlemek umuduyla, Al­manya’nın düşmanlarının saflarına katılmak. Çarlık yö­netimi, sonunda ikinci seçeneğe eğilmiş, bu da Rus­ya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisine, sonunda da çarlık rejiminin çökmesine yol açmıştı.

İç savaşlar sona erdikten sonra, SSCB, Almanya’yla barışma yolunu izledi: Uluslararası sistemin içinde, Al­manya da, SSCB de neredeyse birer “parya” sayıldıkla­rından, ortak çıkarlar söz konusuydu. Rapallo Antlaş- ması’yla (16 Nisan 1922), iki ülke arasındaki ilişkiler resmileştirildi ve gizli bir askerî işbirliğinin yolunu açtı. Ama 1930 yıllarının başlarında Adolf Hitler’in iktidara gelmesi, işbirliğinin daha ileri götürülmesini engelledi. Hitlerin komünizm düşmanlığı ve doğuya doğru geniş­leme yönündeki açık istekleri, SSCB’yi ikinci seçeneğe, yani Almanya’yı yalıtma seçeneğine yönelmek zorun­da bıraktı.

SSCB, ”kolektif güvenlik” adı verilen bir siyaset izle­yerek, Almanya’ya yayılma çabalarının kazanç getir­meyeceğini anlatmak için, Fransa ve İngiltere’yle işbirli­ği yapma girişiminde bulundu. Ne var ki, Sovyetler Birli­ği ile kapitalist demokrasiler arasında etkili bir işbirliği kurulması konusunda Var olan tek cılız olanak da, 1938’de ortadan kalktı ve 1939’da Münih Konferan- sı’nın ardından Hitler, Çekoslovakya’yı işgal etti. Bunun üstüne Stalin, Hitler’in cesaretlendirmesiyle, bir kez daha hızla yön değiştirerek, Ağustos 1939’da Alman­ya’yla bir saldırmazlık paktı (Nazi-Sovyet Paktı) imzala­dı. Böylece iki cephede birden savaşma korkusundan kurtulan Hitler, hemen Batı Polonya’ya saldırırken, Sovyetler de Doğu Polonya’yı işgal ettiler. Bunun sonu­cu, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi oldu. Stalin, Almanya ile Batı devletleri arasında uzayıp giden bir sa­vaş beklemiş olsa bile, çok geçmeden düşkırıklığına uğ­radı. Hitler, Avrupa kıtasını hızla egemenliği altına alıp, gözlerini doğuya dikti.

Komünist Enternasyonal. Dıştan gelen tehdidin bütü­nüyle ortadan kaldırılması, ancak dünya sosyalist devri- miyle gerçekleşebilirdi; oysa Sovyetler, daha 1920 yıl­larında bunun yakın bir gelecekte gerçekleşmesi umu­dunu bırakmışlardı. Bununla birlikte, dıştaki Komünist Partiler, kapitalist ülkeler içindeki toplumsal çatışmayı, Sovyetlerin yararına çevirmeye çalıştılar; Lenin tarafın­dan 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal (ya da Komintern) içinde bir araya geldiler.

Komintern’in anlamını ve önemini yalnızca Sovyet dış siyasetinin bir aracı olmak derecesine indirmek hak­sız olmakla birlikte, SSCB Komünist Partisi’nin dev bo­yutlu saygınlığı ve maddi kaynakları sayesinde Komin- tern’e kolayca egemen olduğu da bir gerçektir. Bütün üye partilere Sovyetler Birliği’ni savunma görevi verilir­ken, Komintern’in varlığı SSCB’ye ikili (biri devletler arasında uluslararası ilişkiler düzeyinde; öbürü partiler arasındaki ilişkiler düzeyinde) bir diplomasi izleme ola­nağını sağladı (bununla birlikte Komintern, Stalin’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerinin isteklerine uymasıyla, 1943’te dağıtıldı).

1939-1941 arasındaki dönemde, SSCB, Doğu Po­lonya’yı, Baltık ülkelerini (Letonya, Estonya ve Litvan- ya), Karelya’yı ve Besarabya’yı topraklarına katmıştı. Bu yeni toprakların çoğu, daha önce Rusya İmparatorlu­ğumun bir parçasıydı. Sovyet yetkilileri, daha başlan­gıçta, Batı sınırları üstündeki küçük devletlerin kapitalist devletler tarafından kolayca Sovyet düşmanlığının aleti olarak kullanılabileceğini sezmişler, 1920 Polonya- Sovyet Savaşı, bu sezgiyi pekiştirmişti. Nazi-Sovyet Paktı, Stalin’e bu tehlike kaynağını ortadan kaldırma fır­satını sağladı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir