Genel

Kolomb’un Yumurtası

 Kolomb’un Yumurtası; belki yüzyıllardanberi aydın yörelerde hep yeri geldikçe hâlâ kırı­larak vurgulanan bir anlatım örneğidir. Söylen­tiye göre olay, zamanın Ispanyol soylularıyla, Ko­lomb’un da bulunduğu zengin bir sofrada geçer. Soylular, Kolomb’u çekemiyerek: “Bir işi oluştur­mak için o işi (düşünmek yeter)” derler. Kolomb ise bir yumurta alarak çağrılılardan; bunu uçla­rından biri üstünde durdurmalarını önerir. Dene­meler sonuç vermeyince, Kolomb yumurtayı alır, tabağının kenarında hafifçe kırar ve dikine otur­tur. “Bu zor değil” diye bağırırlar. Kolomb’un “Şüphesiz, fakat (yine de düşünmek gerekirdi)” cevabı, bir atasözü olagelmiştir. ..ki hâlâ zor işle­rin çözümünde, veya “çok lâf, az iş’in” tersine çevrilmesinde, kısacası söyleyenin karakterini yansıtmasında bir eylem öncüsü olarak kullanıl­maktadır. Yine bazıları, günün gözlüğü ve belli bir bakış açısıyla “DÜN”e bakarak bazı tarihsel olayları çarpıtırlar. Oysa ki çağın görüşleriyle, varılan sonuç, çok gerilerde kalmış, durum ve koşulların üstüne oturmaz, çelişir. Nitekim biyografi yazarları onca günahı nice arıtmaya uğraşırlar? Ne yazık ki onlardan biri de Kolomb’un yaşam öyküsüdür. Çeşitli kaynaklar değişik bil­giler verir: kimi birdokumacı, kimi bir serüvenci, kimi de üniversite bitirmiş bir denizci der.

Keşifler çağının başlıca öncüsü ve “Yeni Dün­yacın bulucu’sunun Cenova’lı bir denizci olduğu şüphe kaldırmaz. Bilinmeyene doğru başardığı işlere, tuttuğu yol ve yönteme bakılırsa, yapılan­ların hiç de fırsatçı ve yeteneksiz kişilere özgü olmadığı kendiliğinden anlaşılır, öncelikle, On- beşinci yüzyılın ortasından sonraki karanlık Avrupa ile İberik Yarımadasında dalgalanan top­lumsal havayı şöyle bir koklamak gerekir:

Henüz döneminden iki bin yıl öncesi.. Ünlü tarihçi Heredot (I.Ö. 495 – 425), eserlerine konu seçtiği Avrupa, Asya ve Afrika’nın bazı yerlerini gezerek dolaşmıştır. Grek coğrafyacıları ise, dünyayı Orient (Asya), Occident (Avrupa) ve Libya (Afrika) olarak üç parçaya bölmüşlerdi.

İskenderiyeli bilgin Ptolemaeus, yukardaki bili­nenlerin sınırlarını İngiliz Adalarından Ortaas- ya’ya ve hatta Afrika’ya kadar ayrıntılarıyla uzat­mıştı. Hele Platon “Phaedo” adlı kitabında, dün­yanın yuvarlaklığına işaret etmiş ve bunu Taren- tum’lu Archytas’ın (İ.Ö. 379) incelemelerine bağ­lamıştı. Üstelik aynı görüş Aristo ile Eudoxus (İ.Ö. 355)’un bilimsel verilerine de dayandırılı­yordu. Dahası Poseidonius ile Eratosthenes (İ.Ö. 276 – 176) dünya çevre kuşağını (Amerika Anakarısı ve Atlantik bilinmeden) 40.000 Km. olarak hesaplamışlardı.

Gel zaman git zaman hıristiyanlığın bağnaz doğmaları Orta Çağı karanlıklara boğar. İncil ve kilise, “Yedide biri deniz olan dünyayı dümdüz ve evrenin merkezi kabul eder. Kudüs, tüm ülke­lerin ortasındadır”. Katı katolik dinsel yasaklara karşın, İslâmın yeşil bayraklı orduları, İbni-Batu- ta, El-İdrisi ve Marko Polo gibi bilgin ve gezginler yeryüzü kabuğundaki incelemeleri giderek geniş­lettiler. Türklerin 1453’de İstanbul’u alması, Avrupa kara bağnazlığının yırtılmasında ve yeni zenginlik yollarının bulunmasında önemli bir etken olmuştu Zira Avrupa’nın tiryakisi kesildiği “Hint baharat ve ipek” yolu Türklerin eline geç­mişti artık… Batı’da Portekizliler bilinen deniz­lere egemendiler. XII. yüzyılda yeniden geliştiri­len pusula öteki kara perdeli açık denizlere açılmayı kolaylaştırıyordu.

Hele Cenova’lı katolik bir dokumacının oğlu olan Kolomb’un yirmi altı yaşına dek kendini yetiştirdiği su götürmez. Yetenekleri için gerekli dinsel, kültürel ve mesleki bilgileri devşirmeye uğraştığına, önce güçlü kişiliği ile kapsamlı gemi seyir günlüğü tanıktır. Dinmez deniz tutkusu ise şu olayla saptanır: Cenova – Lizbon – İngiltere – Flanders arasında yük ticaret gemileri çalışır. Altı Ceneviz teknesinden oluşan bir ticaret konvoyu, 1476’da Portekiz açıklarındaki Vincent burnu yakınlarındadır. Hemen oracıkta Portekiz – Fran­sız Birleşik korsan donanmasının saldırısına uğrarlar. Zorlu bir deniz savaşından sonra, gece

 

bastırırken Cenevizli’lerin üç, düşmanın dört gemisi sulara gömülür. Batan Ceneviz yelkenli­lerinden birinde Ingiltere’ye gitmekte olan deniz tutkulu bir genç de bulunuyordu. O, eline geçir­diği bir tahta parçasına tutunarak karanlık sularda saatlerce boğuştu. Sonunda bu yaralı genç adam, altı mil uzaktaki, ışıkları görünen Portekiz kıyılarına ancak yüzerek çıkabildi. Büyük bir şans ve çaba sonucu boğulmaktan kur­tulabilen bu gemici Kristof Kolomb’du. İşte böy- lece kader çizgisi üzerindeki Lizbon’a yerleşti. Haritacılık yaparak, kitap satarak hem onları okudu, hem de geçimini sağladı. Daha sonra beliren amacında kendisini kayın babasının özendirdiği söylenir. İçinden kurtulduğu deniz savaşının, genç denizci üzerinde yarattığı ruhsal etkiler şüphesiz bir dönemeç noktasıdır. Ölüm­den kurtuluşunu, kendisini isteği doğrultusunda Tanrı’nın görevlendirdiğine.inanır. Açık denizler de bile olsa ölümden korkusuzluk, zorlu özlem­lerinin gerçekleştirilmesindeki sert ve inatçı tutumuna destek olabilir.

O sıralarda denizlerde egemen Portekizlile­rin yoğun ticaret işlerinin kan dolaşım merkezi Lizbon limanıydı. Fakat bu gelişme, Portekiz krallarının aç zenginlik tutkularını hiç doyurmu­yordu. ille de baharat ülkesi varlıklı Hindistan’a, Çin’e, incileri ve değerli taşlarıyla ünlü Cipangu (Japonya)’ya koca Afrika anakarasını dolaşmadan gidilebilecek kısa bir yol bulunmalıydı Zamanın bu en güncel konusu, haliyle Cenevizli gemiciyi de ilgilendiriyor. Durmadan Batı’ya yelken açarak Hindistan’a varabilmenin plan ve olanak­larını araştırıyordu. Artık karısının ölümü üzerin­den de on yıl geçmişti. Yine Floransa’lı Toscanelli adında birinin “Baharat ülkelerine ulaşan kısa bir deniz yolu”nu bildiği çevreden Kral Joao’ya duyurulduysa da kendisine olumsuz karşılık veril­di. Bir süre Kolomb’la Toscanelli bu ortak konu üzerinde mektuplaştılar. O ara da Cenova’lı gemici “Kısa Hindistan Yolu” planını Majeste Krala sunabildi. Fakat istek, “bilimsel Denizcilik Komitesi”nin de karşı çıkmasıyla geri çevrildi. Derken bu atak gemici, 1485 yılının sisli bir gecesi, Lizbon’u gerilerde bırakarak İspanya Kral­lığı ülkesine geçmek zorunda kaldı. Zaten Aragon Hükümdarı Ferdinand ile Kastilla Krali­çesi Isabella evlenerek ispanya Krallığı birliğini kurmuşlardı. Göçmen gemici, zeki ve güzel krali­çenin mavi gözlerine çarpmanın yolunu da buldu. Ama bu kez de Krallık Konsülü üyelerini kendi planına inandıramadı. Öylesine bir süre de Portekiz – İspanya sarayları arasında mekik dokudu durdu. Nihayet son bir umutla Fransız Kralına başvurmak üzere Granada’dan ayrılırken,

Isabella tarafından geri çağrılır. Artık 2 Ocak 1492’de Arapların Endülüs yarımadasındaki baş­şehri ve son kalesi Granada da düşmüştür. İspan­ya, hıristiyanlığın merkezi Kudüs’ü korumak ve denizlerde amansız düşmanı Portekizli’lere üstün gelmek amacıyla yepyeni zenginlik kaynakları bulmak zorundadır. Sarayda hemen “Beklenen Kısa Hindistan Yolu” kararı alınır: Kral ve Kraliçe, Nisan ayında Kolomb’a soyluluk rütbesi vererek kendisini, “Okyanuslar Amirali” olarak tüm keşfedeceği ada ve kara parçalarının Valiliğine atarlar. Ayrıca ele geçireceği altın, gümüş, inci gibi hâzinelerin onda biri de Vali’nindir. Yüz tonilatonun üzerindeki Sancak Gemisi “Santa Maria” ile daha küçük çaptaki “Pinta” ve “Nina” ahşap yelkenlileri hızla uzun ve açık bir deniz yolculuğuna hazırlanırlar. Şurdan burdan derle­nen gözüpek tayfa sayısı 89’dur.

Cemiler, Palos’dan 1492 Ağustos’unun 3’ünde ve Kanarya Adalarından Eylül’ün 6’sında Atlan­tik’e yelken açtılar. Kaptan kamarasında yalnız bir kum saati, denizci pusulası, yıldızların yük­sekliğini ölçmeye yarayan bir âlet ile bir kaç cetvel vardı. Santa Maria ve konvoyu, kendilerini bahtın yeline bırakırcasına, mevsimin rüzgâr ve akıntılarına salıverdiler. Tıpkı alın yazgısı üstün­de “ya herro, ya merro” diyenler gibi .. hani yarı- yarıya bir yaşam şansı üzerine zar atılırcasına…

Burada Okyanuslar Amiralinin ruh yapısın­daki üç nitelik iyice belirlenmektedir: a) Katı katolik bir ailenin gelenekçi inanç ve kanılarını bağnazlıkla benimsemesi, b) Denizcilik mesle­ğinde ve kaptanlıktaki teknik ve moral yeterliğine sonsuz güvencesi, c) Düşüncelerini, amacı ve arayışı yolunda bezmeden usanmadan girişim­lerle eyleme çevirebilmesi….

Amiral’in varış limanı yazılmamış günlük seyir defteri, her gece nice ilginç olaylarla doldu­rulur. Mevsim rüzgârlarıyla akıntılar ondan yana çıkarlar. Ama günlerce süren mavi – siyah renk arasındaki yolculuk, basit kumanya ve böcekli ambarlar tayfaları bıktırır. Gariptir, ufukta bir kara parçası görünmez! Doksan çift göz günlerce ufuk çizgisini boş yere tarar durur. Sabırları tüke­nen tayfalarla öteki kaptanlar geriye dönmek üzere ayaklanırlar. Fakat Amiral yine direnerek kendilerinden üç gün süre ister. Nihayet otuz üç gün sonra 11 – 12 Ekim gecesi sabaha karşı, “Pinta”nın gözcüsünün keskin bağırışı ortalığı çınlatır. Gerçektir; bu kez ufukta bir kara parçası görünür. Orası bu gün de Bulucu’sunun vaftiziyle San Salvador (ya da VVatling) adası olarak tanınan Bahama takım adalarından biridir. Amiral – Vali ve beraberindekiler, kendilerini gözleyen kahve- renkli çıplak yerlilerin saf ve şaşkın bakışları önünde karaya çıkarlar. Gözyaşlarıyla, canlarını bağışlayan Tanrıya şükranlarını sunarlar. Ardın­dan da en yüksek tepeye sömürgecilik adına ilk İspanyol bayrağının dikilmesi unutulmaz. Vali çevrede keşfettiği yerlerin hepsine de dinsel, kutsal adlar takar. İlerde oraları Tanrı adına hıris- tiyanlaştırarak dine de hizmet edeceğini ummak­tan geri kalmaz. Böylece eski dünya insanı yeni dünya ile armağanlaşarak birden kaynaşır. Kon­voy, Taçlılarına vaadettiği altın tutkusuyla Küba ve Haiti (Hispaniola) adalarına koşuşturur. Ne var ki kaptan karşılaştığı bütün adalar halkına hâlâ “Hintliler” demektedir ve “Altın Hint Adaların­dan eski dünyaya değerli taş ve türlü madenlerin yanında iki büyük belâyı da beraber getirecekti: Tütün ve frengi…

Bir gece Santa Maria kayalara oturarak par­çalanır. Kalıntılarıyla Haiti de Hispanyola adlı ilk İspanyol koloni garnizonu kurulur. Eldeki tüm eşyalarla yerlilerin altın külçeleri takasolunur. Vali – Amiral iki küçük yelkenli, 1493’ün Ocak ayının 6’sında rotayı Avrupa’ya çevirir. Şüphesiz dönüşteki çekilen sıkıntılar ve çetin fırtınalarla uğraşılar gidişden kat kat fazlaydı. En sonunda hain “Pinta”yı yitiren “Nina” Portekiz’in Santa Maria adası kıyılarına zorla yanaşabildi. Bir sürü uğraşmadan sonra da güçlükle Lizbon’a varabil­diler. Önce Portekiz Kralı Joao kendisini kabul ederek ilginç öyküsünü dinledi. Ardından Alka- zar Sarayında Kral ve Kraliçe, Amirallerini (getir­diği çeşitli altın bilezik, kolye ve yanında tuhaf kılıklı çıplak yerlilerle), krallara yakışır biçimde karşıladılar .. ve O’nu tahtlarında yanlarına otur­tarak, onurlandırdılar.

Ama Ceneviz’li Amiral yeni keşfettiği ve asla gerçeğini bilmediği ülkeye üç sefer daha düzen­ledi. Yeni kara ve adalardan altınlar, mücevherler getirdi. Hepsinde de hâlâ “Batı Hint adalarına” vardığını sanıyordu. Ama üçüncü gezisinden, özellikle hazırlanmış tuzaklar yüzünden zincir­lere vurularak geri getirildi. Yani saray ilk sözünde durmamıştı. 1504’deki son seferinden sonra bedenen bitkin düştü. Büyük kâşif savaşçı, saray tarafından adı kasten unutturularak ve bek­lediklerinin karşılığını da göremeden 1506 yılının 20 Mayısında Valladolid’de öldü ve sessizce gömüldü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir