Keşifler çağının başlıca öncüsü ve “Yeni Dünyacın bulucu’sunun Cenova’lı bir denizci olduğu şüphe kaldırmaz. Bilinmeyene doğru başardığı işlere, tuttuğu yol ve yönteme bakılırsa, yapılanların hiç de fırsatçı ve yeteneksiz kişilere özgü olmadığı kendiliğinden anlaşılır, öncelikle, On- beşinci yüzyılın ortasından sonraki karanlık Avrupa ile İberik Yarımadasında dalgalanan toplumsal havayı şöyle bir koklamak gerekir:
Henüz döneminden iki bin yıl öncesi.. Ünlü tarihçi Heredot (I.Ö. 495 – 425), eserlerine konu seçtiği Avrupa, Asya ve Afrika’nın bazı yerlerini gezerek dolaşmıştır. Grek coğrafyacıları ise, dünyayı Orient (Asya), Occident (Avrupa) ve Libya (Afrika) olarak üç parçaya bölmüşlerdi.
İskenderiyeli bilgin Ptolemaeus, yukardaki bilinenlerin sınırlarını İngiliz Adalarından Ortaas- ya’ya ve hatta Afrika’ya kadar ayrıntılarıyla uzatmıştı. Hele Platon “Phaedo” adlı kitabında, dünyanın yuvarlaklığına işaret etmiş ve bunu Taren- tum’lu Archytas’ın (İ.Ö. 379) incelemelerine bağlamıştı. Üstelik aynı görüş Aristo ile Eudoxus (İ.Ö. 355)’un bilimsel verilerine de dayandırılıyordu. Dahası Poseidonius ile Eratosthenes (İ.Ö. 276 – 176) dünya çevre kuşağını (Amerika Anakarısı ve Atlantik bilinmeden) 40.000 Km. olarak hesaplamışlardı.
Gel zaman git zaman hıristiyanlığın bağnaz doğmaları Orta Çağı karanlıklara boğar. İncil ve kilise, “Yedide biri deniz olan dünyayı dümdüz ve evrenin merkezi kabul eder. Kudüs, tüm ülkelerin ortasındadır”. Katı katolik dinsel yasaklara karşın, İslâmın yeşil bayraklı orduları, İbni-Batu- ta, El-İdrisi ve Marko Polo gibi bilgin ve gezginler yeryüzü kabuğundaki incelemeleri giderek genişlettiler. Türklerin 1453’de İstanbul’u alması, Avrupa kara bağnazlığının yırtılmasında ve yeni zenginlik yollarının bulunmasında önemli bir etken olmuştu Zira Avrupa’nın tiryakisi kesildiği “Hint baharat ve ipek” yolu Türklerin eline geçmişti artık… Batı’da Portekizliler bilinen denizlere egemendiler. XII. yüzyılda yeniden geliştirilen pusula öteki kara perdeli açık denizlere açılmayı kolaylaştırıyordu.
Hele Cenova’lı katolik bir dokumacının oğlu olan Kolomb’un yirmi altı yaşına dek kendini yetiştirdiği su götürmez. Yetenekleri için gerekli dinsel, kültürel ve mesleki bilgileri devşirmeye uğraştığına, önce güçlü kişiliği ile kapsamlı gemi seyir günlüğü tanıktır. Dinmez deniz tutkusu ise şu olayla saptanır: Cenova – Lizbon – İngiltere – Flanders arasında yük ticaret gemileri çalışır. Altı Ceneviz teknesinden oluşan bir ticaret konvoyu, 1476’da Portekiz açıklarındaki Vincent burnu yakınlarındadır. Hemen oracıkta Portekiz – Fransız Birleşik korsan donanmasının saldırısına uğrarlar. Zorlu bir deniz savaşından sonra, gece
bastırırken Cenevizli’lerin üç, düşmanın dört gemisi sulara gömülür. Batan Ceneviz yelkenlilerinden birinde Ingiltere’ye gitmekte olan deniz tutkulu bir genç de bulunuyordu. O, eline geçirdiği bir tahta parçasına tutunarak karanlık sularda saatlerce boğuştu. Sonunda bu yaralı genç adam, altı mil uzaktaki, ışıkları görünen Portekiz kıyılarına ancak yüzerek çıkabildi. Büyük bir şans ve çaba sonucu boğulmaktan kurtulabilen bu gemici Kristof Kolomb’du. İşte böy- lece kader çizgisi üzerindeki Lizbon’a yerleşti. Haritacılık yaparak, kitap satarak hem onları okudu, hem de geçimini sağladı. Daha sonra beliren amacında kendisini kayın babasının özendirdiği söylenir. İçinden kurtulduğu deniz savaşının, genç denizci üzerinde yarattığı ruhsal etkiler şüphesiz bir dönemeç noktasıdır. Ölümden kurtuluşunu, kendisini isteği doğrultusunda Tanrı’nın görevlendirdiğine.inanır. Açık denizler de bile olsa ölümden korkusuzluk, zorlu özlemlerinin gerçekleştirilmesindeki sert ve inatçı tutumuna destek olabilir.
O sıralarda denizlerde egemen Portekizlilerin yoğun ticaret işlerinin kan dolaşım merkezi Lizbon limanıydı. Fakat bu gelişme, Portekiz krallarının aç zenginlik tutkularını hiç doyurmuyordu. ille de baharat ülkesi varlıklı Hindistan’a, Çin’e, incileri ve değerli taşlarıyla ünlü Cipangu (Japonya)’ya koca Afrika anakarasını dolaşmadan gidilebilecek kısa bir yol bulunmalıydı Zamanın bu en güncel konusu, haliyle Cenevizli gemiciyi de ilgilendiriyor. Durmadan Batı’ya yelken açarak Hindistan’a varabilmenin plan ve olanaklarını araştırıyordu. Artık karısının ölümü üzerinden de on yıl geçmişti. Yine Floransa’lı Toscanelli adında birinin “Baharat ülkelerine ulaşan kısa bir deniz yolu”nu bildiği çevreden Kral Joao’ya duyurulduysa da kendisine olumsuz karşılık verildi. Bir süre Kolomb’la Toscanelli bu ortak konu üzerinde mektuplaştılar. O ara da Cenova’lı gemici “Kısa Hindistan Yolu” planını Majeste Krala sunabildi. Fakat istek, “bilimsel Denizcilik Komitesi”nin de karşı çıkmasıyla geri çevrildi. Derken bu atak gemici, 1485 yılının sisli bir gecesi, Lizbon’u gerilerde bırakarak İspanya Krallığı ülkesine geçmek zorunda kaldı. Zaten Aragon Hükümdarı Ferdinand ile Kastilla Kraliçesi Isabella evlenerek ispanya Krallığı birliğini kurmuşlardı. Göçmen gemici, zeki ve güzel kraliçenin mavi gözlerine çarpmanın yolunu da buldu. Ama bu kez de Krallık Konsülü üyelerini kendi planına inandıramadı. Öylesine bir süre de Portekiz – İspanya sarayları arasında mekik dokudu durdu. Nihayet son bir umutla Fransız Kralına başvurmak üzere Granada’dan ayrılırken,
Isabella tarafından geri çağrılır. Artık 2 Ocak 1492’de Arapların Endülüs yarımadasındaki başşehri ve son kalesi Granada da düşmüştür. İspanya, hıristiyanlığın merkezi Kudüs’ü korumak ve denizlerde amansız düşmanı Portekizli’lere üstün gelmek amacıyla yepyeni zenginlik kaynakları bulmak zorundadır. Sarayda hemen “Beklenen Kısa Hindistan Yolu” kararı alınır: Kral ve Kraliçe, Nisan ayında Kolomb’a soyluluk rütbesi vererek kendisini, “Okyanuslar Amirali” olarak tüm keşfedeceği ada ve kara parçalarının Valiliğine atarlar. Ayrıca ele geçireceği altın, gümüş, inci gibi hâzinelerin onda biri de Vali’nindir. Yüz tonilatonun üzerindeki Sancak Gemisi “Santa Maria” ile daha küçük çaptaki “Pinta” ve “Nina” ahşap yelkenlileri hızla uzun ve açık bir deniz yolculuğuna hazırlanırlar. Şurdan burdan derlenen gözüpek tayfa sayısı 89’dur.
Cemiler, Palos’dan 1492 Ağustos’unun 3’ünde ve Kanarya Adalarından Eylül’ün 6’sında Atlantik’e yelken açtılar. Kaptan kamarasında yalnız bir kum saati, denizci pusulası, yıldızların yüksekliğini ölçmeye yarayan bir âlet ile bir kaç cetvel vardı. Santa Maria ve konvoyu, kendilerini bahtın yeline bırakırcasına, mevsimin rüzgâr ve akıntılarına salıverdiler. Tıpkı alın yazgısı üstünde “ya herro, ya merro” diyenler gibi .. hani yarı- yarıya bir yaşam şansı üzerine zar atılırcasına…
Burada Okyanuslar Amiralinin ruh yapısındaki üç nitelik iyice belirlenmektedir: a) Katı katolik bir ailenin gelenekçi inanç ve kanılarını bağnazlıkla benimsemesi, b) Denizcilik mesleğinde ve kaptanlıktaki teknik ve moral yeterliğine sonsuz güvencesi, c) Düşüncelerini, amacı ve arayışı yolunda bezmeden usanmadan girişimlerle eyleme çevirebilmesi….
Amiral’in varış limanı yazılmamış günlük seyir defteri, her gece nice ilginç olaylarla doldurulur. Mevsim rüzgârlarıyla akıntılar ondan yana çıkarlar. Ama günlerce süren mavi – siyah renk arasındaki yolculuk, basit kumanya ve böcekli ambarlar tayfaları bıktırır. Gariptir, ufukta bir kara parçası görünmez! Doksan çift göz günlerce ufuk çizgisini boş yere tarar durur. Sabırları tükenen tayfalarla öteki kaptanlar geriye dönmek üzere ayaklanırlar. Fakat Amiral yine direnerek kendilerinden üç gün süre ister. Nihayet otuz üç gün sonra 11 – 12 Ekim gecesi sabaha karşı, “Pinta”nın gözcüsünün keskin bağırışı ortalığı çınlatır. Gerçektir; bu kez ufukta bir kara parçası görünür. Orası bu gün de Bulucu’sunun vaftiziyle San Salvador (ya da VVatling) adası olarak tanınan Bahama takım adalarından biridir. Amiral – Vali ve beraberindekiler, kendilerini gözleyen kahve- renkli çıplak yerlilerin saf ve şaşkın bakışları önünde karaya çıkarlar. Gözyaşlarıyla, canlarını bağışlayan Tanrıya şükranlarını sunarlar. Ardından da en yüksek tepeye sömürgecilik adına ilk İspanyol bayrağının dikilmesi unutulmaz. Vali çevrede keşfettiği yerlerin hepsine de dinsel, kutsal adlar takar. İlerde oraları Tanrı adına hıris- tiyanlaştırarak dine de hizmet edeceğini ummaktan geri kalmaz. Böylece eski dünya insanı yeni dünya ile armağanlaşarak birden kaynaşır. Konvoy, Taçlılarına vaadettiği altın tutkusuyla Küba ve Haiti (Hispaniola) adalarına koşuşturur. Ne var ki kaptan karşılaştığı bütün adalar halkına hâlâ “Hintliler” demektedir ve “Altın Hint Adalarından eski dünyaya değerli taş ve türlü madenlerin yanında iki büyük belâyı da beraber getirecekti: Tütün ve frengi…
Bir gece Santa Maria kayalara oturarak parçalanır. Kalıntılarıyla Haiti de Hispanyola adlı ilk İspanyol koloni garnizonu kurulur. Eldeki tüm eşyalarla yerlilerin altın külçeleri takasolunur. Vali – Amiral iki küçük yelkenli, 1493’ün Ocak ayının 6’sında rotayı Avrupa’ya çevirir. Şüphesiz dönüşteki çekilen sıkıntılar ve çetin fırtınalarla uğraşılar gidişden kat kat fazlaydı. En sonunda hain “Pinta”yı yitiren “Nina” Portekiz’in Santa Maria adası kıyılarına zorla yanaşabildi. Bir sürü uğraşmadan sonra da güçlükle Lizbon’a varabildiler. Önce Portekiz Kralı Joao kendisini kabul ederek ilginç öyküsünü dinledi. Ardından Alka- zar Sarayında Kral ve Kraliçe, Amirallerini (getirdiği çeşitli altın bilezik, kolye ve yanında tuhaf kılıklı çıplak yerlilerle), krallara yakışır biçimde karşıladılar .. ve O’nu tahtlarında yanlarına oturtarak, onurlandırdılar.
Ama Ceneviz’li Amiral yeni keşfettiği ve asla gerçeğini bilmediği ülkeye üç sefer daha düzenledi. Yeni kara ve adalardan altınlar, mücevherler getirdi. Hepsinde de hâlâ “Batı Hint adalarına” vardığını sanıyordu. Ama üçüncü gezisinden, özellikle hazırlanmış tuzaklar yüzünden zincirlere vurularak geri getirildi. Yani saray ilk sözünde durmamıştı. 1504’deki son seferinden sonra bedenen bitkin düştü. Büyük kâşif savaşçı, saray tarafından adı kasten unutturularak ve beklediklerinin karşılığını da göremeden 1506 yılının 20 Mayısında Valladolid’de öldü ve sessizce gömüldü.