Gerçeğe uçan Hollandalı
Vehbi VAKKASOĞLU
Zef Clement, 1981 yılının sonlarında İstanbul’a hicret ederek Türkiye’de yaşama düşüncesini gerçekleştirdi ve müslüman olarak Muhammed Said adını aldı.
Ve bütün ömrüm geçecek dediği Türkiye’de, Müslüman olarak 28 Haziran 1983’te vefat etti. Kabri, çok sevdiği, hatta hayran olduğu, birçok zamanını içinde geçirdiği ve fotoğrafını çekerek resmini yaptığı Karacaahmet mezarlığın- dadır.
lslâmiyeti seçmesi üzerine Hollanda- yı adeta sarsan ve ülkesindeki olağanüstü imkânları hiçe sayan Muham- med Said’in hayat hikayesini muhterem eşi Melike Hanım’dan dinliyoruz.
O, Müslümanların hayatına olduğu kadar ölümlerine de yakınlık duyuyordu. Hattâ, ilk İstanbul seyahatinden, Müslüman olarak döndüğünde, Hollanda gazetelerine beyanat verdi. Bir cümlesi çok ilgi çekicidir: “Türk- ler, kardeş gibi yaşamasını ve kardeş gibi ölmesini biliyorlar. Çünkü mezarları bile yanyana, omuz omuza, sırt sırta…”
Melike Hanım, Stokholm’de öğretmenlik yaparken, sanata olan ilgisini bilen dostları Zef Clement’ten bahsetmişler. O da hemen ziyarete gitmiş… Gidiş o gidiş… Tanıştıklarının üçüncü günü evlenmişler… Fakat diyor, ilk eşimden ayrılmıştım ve evlenmeyi de yıllardır hiç düşünmemiştim… Nasıl oldu anlayamadım, evlenmiştik…
Bir yaz tatilinde, onu ailesiyle tanıştırmak için İstanbuPa geliyorlar. Uçakta Zef Clement diyor ki: “İstanbul’a iner inmez doğru camiye gideceğiz. Ve ben; seni, bu ülkeyi ve İslâ- miyeti tanıdığım için Allah’a dua edip şükredeceğim.”
İstanbul’a geldiklerinde akşam üzeri olduğu için, Melike Hanım, bu saatte camiler açık olmaz, yarın gelir dua edersin, diye onu eve götürüyor. Melike Hanım çok açık sözlü, dürüst bir insan. Fakat diyor, ben o zamana kadar camiye gitmemiştim. Gerçi inançlı bir müslümandım, ama, dinimi hiç bilmiyordum. Dükkânlar gibi caminin de kapanacağını düşünmüştüm o saatte…
Sabahleyin ilk işi hemen bir cami aramak oldu. Ben, babamın tavsiyesiyle bir başörtü alarak onu yakınımızdaki Erenköy Galip Paşa Camiine götürdüm. Tabii bilemediğim için İmamı buldum ve müslüman olmayan eşimin camide dua etmek istediğini söyledim. Neresinde, nas»! dua edebilir diye sordum: İmam, “burası Allah’ın evidir, neresinde nasıl isterse Allah’a dua edebilir.” dedi.
Bunu Zefe söylediğim zaman çok sevindi.
Hemen ayakkabılarını çıkardı ve büyük bir heyecanla Camiye girdi. Ben de heyecan ve şaşkınlıkla arkasından girdim… Merak ediyordum, o nerede ve nasıl dua edecek, şükredecek diye.. Doğruca gitti ve mihrabın önünde, secde vaziyetinde yere kapandı..
Ben, biraz gerisinde belki yarım saat bekledim. Artık endişe ediyordum ki, başını kaldırdı. Yüzü, o ana kadar hiç görmediğim bir biçimde nurlan- mıştı… Çıkarken camideki teşbihleri gördü. Onlarla ne yapıldığını sordu ve çok hoşlandı… Bir tane satın almak istedi. Avrupa’daki kiliseler gibi zannetmişti camideki eşyaları… Çünkü oradaki kiliseden mukaddes ibadet araçlarını satıyorlar. O’na bunların satılık olmadığını, ancak camide kullanılabileceğini söylediler. Fakat bir tanesini kendisine hediye ettiler. O da onu alıp boynuna taktı bir kolye gibi…
Dışarı çıktığımızda Zefin heyecanı hâlâ geçmemişti.. Uzun bir suskunluktan sonra aynen şunları söyledi:
-“Camideki duam sırasında, gökten helezoni biçimde bir nur indi üzerime… Ben orada Allah’ın nurunu gördüm.. O âlemden zamanlar boyu ay- rılmayabilirdim, o kadar tatlı idi ki…”