A TA TÜ R K ; Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu
ve ilk Cumhurbaşkanı. 1£81 senesinde Selânik’te
bugün müze hâline getirilen evde dünyâya geldi.
Babası Ali Rızâ Bey, mnesi Zübeyde Hanımdır,
îlköğrenimine Selânik’G Fatma Hanım Mahalle
Mektebinde, sonra da 6 yaşında Şemsi Efendi İlkokulunda
başladı. Babası Selânik’te Asâkir-i Millîye
Taburunda mülâzım olarak (1876) çalışıp, bilâhare Evkaf kâtipliğinde rüsûmat memurluğu
yaptı. Daha sonra bu vazifeden ayrılarak kereste ticâreti
ile uğraştı.
Mustafa Kemâl, babasını çocuk yaşta kaybedince,
annesi ve kızkardeşi ile birlikte bir ara çiftlikte
kâhyalık yapan dayısının yanma gitti. Sonra
annesi onu Selânik’te bulunan kızkardeşinin yanma
göndererek Selânik Mülkiye îdâdisine yazdırdı. Kısa
bir müddet sorra büyük annesi onu okuldan
ayırdı. Ancak gizlice Selânik Askerî Rüşdiye imtihanlarına
girip kazanması ile askerî meslek hayâtı
başladı. Mustafa isimli matematik öğretmeni
1893’te başarısı sebebiyle; “Bundan sonra senin ismin
Mustafa Kemâ olsun.” dedi. Bu isim kendisi,
öğretmenleri ve öğrenciler tarafından benimsendi.Selânik Askerî Rüşdiyesini bitiren Mustafa
Kemâl, daha sonra Manastır Askerî Îdâdîsi (Lisesinden
mezun oldu. Bu arada tâtillerde Frerler’de
(Fransız okulu) Fransızcasını ilerletti. 13 Mart
1899’da İstanbul Harp Okuluna girdi. Meslek
dersleri yanında, lisan ve kültürünü geliştirmeye
başladı. Geleceğe dönük hayalleri, yapmayı tasarladığı
devrimlerin fikrî temeli daha Harbiye
’deyken filizlendi.
1902’de Harbiye’den mezun olup, 1903’te üsteğmen
olan Mustafa Kemâl, Erkân-ı Harb (Kurmay)
olmak üzere Harp Akademisi tahsiline başladı.
11 Ocak 1905’te Kurmay Yüzbaşı olarak
Harp Akademisinden mezun olduktan sonra, Şam’a
tâyin edildi. Kurmay stajını da 5. Ordu emrinde
yaptı. Harran’da Dürzîlerle çıkan bir ihtilâfı halletti.
1906 Ekiminde Şam’da Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti’ni gizlice kurup kimsenin haberi olmadan
Selânik’e giderek burada bir şûbesini açtı ve
Yafa’ya döndü.
20 Haziran 1907’de Önyüzbaşı (Kolağası) oldu.
13 Ekim 1907’de Makedonya’da 3. Ordu Karargâhına
tâyin olundu. 22 Haziran 1908’de Garp
Demiryolları (Selânik-Ürgüp) hattı müfettişliğine
getirildi. 13 Ocak 1909’da 3. Ordu Selânik Redif
Tümeni Kurmay Başkanlığına tâyin edildi.
O târihlerde Makedonya’da İttihat ve Terakki
Cemiyeti çok faal çalışıyordu. Teşkilâtın Eylül
1909’da toplanan ikinci kongresine Trablusgarb
delegesi olarak katıldı. Fakat bunların çalışma
tarzlarını ve düşüncelerini beğenmiyordu. Kongrede; “Asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan
bir Türk Devleti çıkarmaktır.” diyerek,
kendi görüşünü izâh etti. Enver Paşa ile
bütün kongrelerde çekişti. Mustafa Kemâl’e göre;
“İmparatorluğu yavaş yavaş tasfiye etmeliydi.”
Mustafa Kemâl, teşkilât içerisinde İsmet İnönü,
Kâzım Karabekir ve Fethi Okyar gibi kendisini
destekleyen isimler buldu ise de görüş ayrılıkları
yüzünden cemiyetten uzaklaştı.
31 Mart Vak’asında (31 Mart 1325-13 Nisan
1909) İstanbul’a gönderilen Hareket Ordusunun
görevi sona erince, yeniden Selânik’e 3. Orduya
Kurmaybaşkanı olarak tâyin olundu. 1910 senesinde
Arnavutluk harekâtına katıldı. 13 Eylül
1911 ’de İstanbul’da Genel Kurmay Karargâhında
görevlendirildi. 27 Kasım 1911’de binbaşılığa
yükseldi. 18 Aralık 1911’de Bingâzî ve Derne
Şark Gönüllüleri Komutanı oldu. 9 Ocak 1912
Dobruk taarruzunu idâre etti. 11 Mart 1912’de
Derne Komutanlığına getirildi.
24 Ekim 1912’de İstanbul’a döndü. Rahatsızlığı
sebebiyle tedâvî gördü. Bahr-i Sefîd Mürettep
Kuvvetleri Harekât Şûbe Müdürlüğüne, 24 Kasım
1912’de Bolayır Kolordu Kurmay Başkanlığına
tâyin edildi. 1 Mart 1914’te yarbay oldu.
Bükreş ve Belgrad Ataşe Militerliklerinde bulundu.
Oradan Çanakkale’de 19. Tümen Komutanlığına
tâyin olundu. 25 Şubat 1915’te Eceabat’ta
göreve başladı. 25 Nisan 1915’te Karaçimen’de
düşman taarruzunu durdurdu. 1 Haziran 1915’te
Anafartalar Grup Komutanlığına tâyin olundu. 10
Ağustos 1915’te Anafartalar’da düşmanı püskürttü.
Bu sırada Enver Paşa ile arası açılarak görevinden
istifâ etti ve İstanbul’a geldi. Ocak1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığına
tâyin olundu. 27 Şubat 1916’da Generalliğe
yükseltildi. 7 Ağustos 1916’da 2. Ordu
Komutanlığına getirildi. 5 Eylül 1917’de 7. Ordu
ile Sûriye’ye gitti. 15 Aralık 1917’de Pâdişâh Vahideddîn
ile Almanya’ya gitti. 5 Ocak 1918’de
döndü. 7 Ağustos 1918’de Nablus’daki ordunun
başına geçti. 26 Ekim 1918’de Haleb’in kuzeyindeki
düşman taarruzunu durdurdu. 31 Ekim
1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına tâyin
edildi. Birinci Dünyâ Harbi sonunda Mondros
Mütarekesine göre Osmanlı Devleti batı ülkeleri
arasında paylaşıldı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a
gelen Mustafa Kemâl, 16 Mayıs 1919’a kadar çalışmalarını
burada sürdürdü. Şişli’de daha sonra
müze hâline getirilen eve yerleşerek sonraları millî
mücâdelenin çekirdek kadrosunu meydana getirecek
arkadaşlarıyla (Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy,
İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Fethi Okyar,
Rauf Orbay) toplantılar yaptı. 30 Nisan 1919’da
Karadeniz Bölgesindeki Rum eşkıyâyı yola getirmeye
ve 9. Ordu müfettişliğine tâyin olundu. Bu
görevin adı, 15 Haziran 1919’dan sonra 3. Ordu
müfettişliği oldu. Ona bu vazifeyi veren Osmanlı
Sultânı Vahideddîn ile Yıldız Sarayındaki görüşmesini
Fâlih Rıfkı Atay Çankaya isimli eserinde
(s. 174-175) yine Mustafa Kemâl’in ifâdesiyle şu
şekilde nakletmektedir:
“Yıldız Sarayının ufak salonunda Vahideddîn’le
âdetâ diz dize denecek kadar yakın oturduk.
Sağında dirseğini dayamış olduğu masa üstünde bir
kitap vardı.
Salonun Boğaziçine doğru açılmış penceresinden
gördüğümüz manzara şu idi: Birbirine muvâzî
hatlar üzerinde düşman zırhlıları bordolarındaki
toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş. Manzarayı
görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı
sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahideddîn hiç
unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
«Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.
Bunların hepsi bu kitâba girmiştir.» Elini demin
bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilâve etti.
«Târihe geçmiştir.» O zaman bunun bir târih kitâbı
olduğunu anladım, dikkatle ve sükûnetle dinliyordum.
«Bunları unutun» dedi. «Asıl şimdi yapacağın
hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa,
Paşa, devleti kurtarabilirsin!» Bu sözlerden hayrete
düştüm…”
Mustafa Kemâl, 16 Mayıs 1919’da Bandırma
Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19
Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 28 Mayıs’ta Havza’ya
geldi. Burada üst kademede bulunanlara ve
bütün komutanlara gizli bir genelge yayınlayarak
işgâl karşısında Türk milletini bütünleşmeye çağırdı.
Buradan Amasya’)a geçti. 21-22 Haziran gecesi
Amasya Tamîmi ile Türk milletini birlik ve bütünlüğe dâvet etti. Bu tamimler, îtilâf devletlerinin
baskısıyla hükümetçe İstanbul’a çağırılmasına yol
açtı. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemâl Paşa 7
Temmuzda görevinden ve askerlikten istifâ ettiğini
hükümete bildirdi. 23 Temmuz 1919’da açılan Erzurum
Kongresine başkan seçildi. Bu kongrede
dokuz kişilik bir Hey’et-i temsiliye seçildi ve başına
Mustafa Kemâl getirildi. 4-11 Eylül’de toplanan
Sivas Kongesinde Heyet-i temsiliyeye bütün
ülkeyi temsil etme yetkisi verildi. 7 Kasım 1919’da
Erzurum milletvekili seçilen Mustafa Kemâl 27
Aralık 1919’da Ankara’ya geldi. 16 Mart 1920’de
İstanbul’un işgâlini yabancı parlamentolar nezdinde
protesto etti.
19 Mart 1920’de Türk vatanseverlerini Ankara’ya
çağırdı. Ankara’dan milletvekili seçildi.
23 Nisan 1920’de de Türkiye Büyük Millet
meclisi, dînî bir merâsimle açıldı. 24 Nisan
1920’de Meclis Başkanlığına seçildi. Türk İstiklâl
Savaşı fiilen başladı. Birinci ve İkinci İnönü
Savaşları ile Türk Ordusu üstünlüğünü gösterdi.
5 Ağustos 1921’de Başkomutan oldu. 12
Ağustos 1921’de Polatlı’da Başkomutan sıfatıyla
ordunun başına geçti. 13 Eylül 1921 ’de 22
gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşını kazandı.
19 Eylül 1921’de Gâzi ve Mareşal ünvânı
verildi. 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzâladı.
20 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz için
Akşehir’e gitti. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu
idâre etti. 30 Ağustos 1922’de; “Ordular,
ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. 9
Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. 11 Eylül’de
Atatürk İzmir’e geldi. 14 Ocak 1923’te annesi Zübeyde
Hanım öldü ve İzmir’e gömüldü. 29 Ocak
1923’te Lâtife Hanımla evlendi. 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet ilân edildi ve ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
5 Ocak 1925’te Lâtife Hanımdan ayrıldı. 24Ağustos 1925’te Karadeniz gezisinde ilk defa
şapkayı giydi. 15 Haziran 1926’da İzmir süikastı
ortaya çıkarıldı. 3 Ekim 1926’da ilk defa heykeli
Saraybumu’na dikildi. 1 Temmuz 1927’de askerlikten
emekliye ayrıldı. 15-20 Ekim 1927’de
“Büyük Nutuk’unu Türkiye Büyük Millet Meclisinde
okudu. 1 Kasım 1927’de ikinci defâ Cumhurbaşkanı
seçildi. 4 Kasım 1927’de Etnografya
Müzesi önüne heykeli dikildi.
9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda Latin
harflerinin kabûlüyle ilgili nutkunu söyledi. 29
Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayında Türk dili
ve yeni harflerle ilgili kongreyi topladı. 3 Kasım
1928’de Harf Devrimini yaparak Lâtin harfleri
kabûl edildi. 15 Nisan 1931 ’de Türk Târih Kurumunu
kurdu. 4 Mayıs 1931’de üçüncü defâCumhurbaşkanlığına seçildi. 1 Temmuz 1932’de
Ankara’da Birinci Târih Kongresini topladı. 22 Eylül
1932’te Dil Kurultayı Kongresine başkanlık
yaptı. 29 Ekim 1933’te 10. Yıl Nutkunu söyledi.
24 Kasım 1934’te kendisine “ATATÜRK” soyadı
verildi. 1 Mart 1935’te dördüncü defâ Cumhurbaşkanlığına
seçildi. 6 Ocak 1937’de Hatay ile ilgili
olarak Konya’ya gitti. 16 Ağustos 1937’de
Trakya manevralarına katıldı. 19 Mayıs 1938’de
Güney Doğu illerine geziye çıktı. 14 Haziran
1938’de rahatsızlığı sebebiyle “Savarona Gemisi”
nde istirâhata çekildi. 25 Temmuzda Dolmabahçe
Sarayına getirildi. 15 Eylül 1938’de vasiyetnâmesini
hazırladı. 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetin
15. Kutlama törenlerine katılamadı. Mesajı
okundu. 8 Kasım 1938’de hastalığı arttı. 10 Kasım
1938 sabahı saat 9 ’u 5 geçe Dolmabahçe Sarayının
“Muayede Salonu”nun denize bakan dördüncü
odasında öldü. 16 Kasım 1938’de katafalka
konarak 500 bin kişi önünden geçip saygı duruşunda
bulundu. Generaller nöbet tuttular. 19
Kasım 1938’de Zafer Zırhlısı ile Sarayburnu’ndan
hareket edilerek 21 Kasım’da Ankara’ya ulaştı.
Daha sonra Etnografya Müzesine konuldu. 10
Kasım 1953’te 136 Harp Okulu öğrencisinin çektiği
top arabasıyla kendisi için yaptırılan “Anıtkabir’^
getirildi ve oraya defnedildi.
A ta tü rk ’ün devrimci şahsiyeti: Zaman zaman
bâzı târihçi veya yazarlar, Cumhuriyetten
önceki Mustafa Kemâl ile Cumhuriyetten sonraki
Mustafa Kemâl Atatürk arasında ayırım yapmışlar
ve târihî bir hatâya düşmüşlerdir. Halbuki
fikir yapısı ve idealleri bakımından fark yoktur.
Fark sâdece Cumhuriyetten önceki ideallerinin
Cumhuriyet’ten sonra fiiliyâta intikâlidir. Nitekim
Atatürk bu hususu Nutuk’ta şöyle ifâde etmektedir:
“Ben Milletin vicdânında ve istikbâlindeihtisâs ettiğim büyük tekâmül istidâdım, millî bir
sır gibi vicdânımda taşıyarak peyderpey bütün
heyet-i içtimâiyemize tatbik ettirmek mecbûriyetinde
idim.”
Devrimler için zamanlama faktörünü çok iyi
ayarlamış, ihtiyatlı ve acele etmeden attığı siyâsî
adımlarla hayâtı boyunca idealleri olan düşüncelerini
(devrimlerini) hedefine doğru şuurluca ve
azimle yaklaştırmıştır. Tek kelime ile devrimler,
Atatürk’ün şahsiyetinin ve hayâtının her safhasının
ayrılmaz unsurlarıdır. Nitekim Mazhar Müfit
hâtırasında şöyle yazmaktadır:
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam!”
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın.
Al gel.” dedi. Defteri getirdiğimi görünce,
sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu
defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin.
Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya
(Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin.
Şartım bu!” dedi.
Süreyya da, ben de:
“Bundan emin olabilirsin, Paşam!” dedik.
“Öyle ise târih koy!” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz
1919 sabaha karşı, “Zaferden sonra hükümet
biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Pâdişâh
ve hânedân hakkında zamanı gelince gereken işlem
yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes
kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç
defâ:“
Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da
örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Lâtin
harfleri kabûl edilecek dediğim ve bunları not etmesini
söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına
almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti.”
dedi.Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka
devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu.
Ankara’ya döndüğü anda, otomobille
eski Meclis binâsı önünden geçiyor, ben de kapı
önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime
inanamadım. Kendisinin yanında oturan
Diyânet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı.
Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya
gelenler arasında bulunan Diyânet İşleri Başkanı –
na da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı
seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanma
çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz?
Notlarına bakıyor musun?” dedi.
Atatürk ile devrimleri arasında çok sıkı bir
bağ vardır. Gerçekleştirdiği devrimler, Harbiye
talebesi Mustafa Kemâl’den ölümüne kadar hayâtının
sebeb-i gâyesi, ideali, hayalleri ve hayâtının
ayrılmaz bir parçası olmuştur. İstiklâl Harbi esnâsında
bâzı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında
rejimle ilgili icrââtların yapılmasını istemelerine
karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyâna lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız
yapmak o işi akâmete uğratmak olur. Fikirlerinize
muhâlif değilim. Sâdece zamansız olduğu
kanâatindeyim… Her şey zamânmda ve sırasında
yapılmalıdır…” derken muhâliflerine karşı
da: “Biz memleketin kânunlarına, idâre ve rejim
sistemlerine müdâhale niyeti güden bir teşekkül değiliz;
gâyemiz sâdece vatan ve milleti kurtarmaktan
ibârettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kânunları
değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizâm
verecek, hükümet şeklini değiştirecek olan
müessese Millî Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusân
değiliz.” diyerek ilerde gerçekleştireceği
devrimlerin tehlikeye düşmesini önlemiştir.
Daha talebe olduğu yıllarda hep geleceğin hesâbını
yapardı. Saatlerce uyuyamazdı. “İstanbul
Pangaltı’daki Harp Okulu yıllarında Mustafa Kemâl’in
geceleri karman-çormandı. Yatar ama uyuyamazdı.
Sabaha karşı ancak dalardı ve sabahları
kalk borusunu duymazdı. Bir gün arkadaşlarından
birisi: “Sen kalk borusunda uyanamıyorsun.
Nöbetçi subayı karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun
nen var senin?” diye sorduğunda şu cevâbı
almıştı: “Yatağa girdikten sonra uykuya dalamıyorum.
Gözlerim sabahlara kadar açık. Tam
uyuyacağım zaman da kalk borusu çalıyor…”
1908 kış aylarında Selânik’te Beyaz Kule Birâhânesi
karşısındaki Askerî mahfelde Mustafa Kemâl
ve bâzı arkadaşlarının giriştikleri, memleketle
ilgili münâzarada Mustafa Kemâl’in söylediklerinin
bir kaçı şöyledir: “İnkılâbı ikmâl etmek lâzımdır.
Ben bunu yapacağım. Bugünkü Osmanlı İmparatorluğunun
yüksek sayılan kumandanları benim
için yoktur. Ordu kumandan sicilleri için son limit
olarak binbaşıyı kabûl ediyorum. Geleceğin büyükkumandanları bunlar olmak gerekir. Sicil defterlerinin
binbaşıya kadar olanlarını muhâfaza edeceğim.
Üst tarafını yaktıracağım. Bundan sonra ne olacağını
yapacağımız inkılâp gösterecektir. Evet inkılâp
(devrim) yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılâp
(devrim) sayılmaz. Memleketi binbir akılsızın eline
bırakamam. Birçok adamların yerine birkaç kafa
ile iktifâ edebilirim. Meselâ; Kâzım Köprülü’yü
(Özalp) harbiye nâzın yapacağım. Nuri’yi (Conker)
kumandan ve idare şefi yapacağım. Fethi’yi (Okyar)
yeni inkılâpçı Türkiye’nin mümessili olarak Avrupa’ya
göndereceğim.”
Nuri Conker’in gülmesine Mustafa Kemâl;
“Niçin gülüyorsun?” diye sorduğunda; “Seni düşünüyorum
onun için, bütün işler içinde sen ne
olacaksın?” Mustafa Kemâl gülerek; “Ben mi?
Ben de sizleri o makamlara getiren olacağım.”
cevâbını verdi. O kendi misyonunu daha o Selânik
günlerinde başlatmıştı bile. 29 sene sonra 1937’de
Çankaya’da bir yemekte aynı kişiler karşısında
bu konuşmayı kendisi anlatmıştır.
Mustafa Kemâl 1918 yılında tedâvî maksadıyla
gittiği Karlsbad’da hâtıra defterine şöyle
yazmıştır: “Bir gün bu milleti idare mevkiine gelirsem,
carp (darbe) yapacağım. Ama bu darbe
sonunda hiçbir zaman avâmm derecesine inmeyeceğim.
Avâmı kendi seviyeme çıkaracağım.”
Mustafa Kemâl henüz 26 yaşında ve kıdemli
yüzbaşı rütbesindeyken 1907’de Bulgar Türkoloğu
İvan Manolof’a: “Bir gün gelecek hayal zanATÜRK___________________________
nettiğiniz bütün inkılâpları başaracağım. Mensûp
olduğum millet bana inanacaktır.” dedi. Mustafa
Kemâl Atatürk yapacağı inkılâpları 1923’ten önce
tasarlamıştı. Ancak bütün bu hususları sağlam
zaman ve zemin imkânlarıyla başarabilirdi. Beden
ve ruh nasıl ki, canlı bir insanın birbirinden ayrılmaz
parçaları ise, Atatürk’ün hayâtı ve devrimleri
onun şahsiyetinin ayrılmaz unsurlarıdır.
Atatürk devrimlerinin içinde en mühimi lâiklik
devri midir. Hatta Atatürk ile ilgili birçok
eserde lâiklik, Atatürk devrimlerinin temeli olarak
kabûl edilmiştir. Atatürk’ün inandığı ve yapmak istediği
lâiklik, “Dünyâ işlerini din işlerinden ayırmak
yâni dünyâ işlerinin dînin dışında ele alınması,
dînî emirlerden ayrı mütâlaa edilmesidir. Atatürk’e
göre bir devletin lâik olabilmesi için, hukûki
bakımdan siyâsî ve dînî otoritenin birbirinden ayrılması
ve devlet işleri ile din işlerinin ayrı olmaları
gerekmektedir.
Atatürk, Türkiye’nin tâkib edeceği iktisâdî
sistemi ve diğer hususlardaki görüşlerini şu sözlerle
belirtmektedir: “Türkiye’nin tatbîk ettiği
devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin
ileri sürdükleri fikirlerden alınarak
tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin
ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has
bir sistemdir.” “İktisâden zayıf bir millet fakr ü sefâletten
kurtulamaz. Kuvvetli bir medeniyete, refah
ve saâdete kavuşamaz. İçtimâî ve siyâsî felâketlerden
yakasını kurtaramaz.”“Siyasî ve askerî muzafferiyetler, ekonomik
tedbirler ile terviç edilemezlerse, kazanılan zaferler
pâyidâr olamaz. Az zamanda söner.”
“Tüccar, milletin emeğini ve istihsâlini kıymetlendirmek
için eline ve zekâsına emniyet edilen
ve emniyete liyâkat gösterilmesi gereken adamdır.”
“İstikbâl göklerdedir… Türk çocuğu göklerdeki
yerini en kısa zamanda almalıdır… Bu yarışa Türk
milleti olarak vakit kaybetmeden katılmalıyız ve
söz sâhibi olmalıyız… Yurt içinde behemahal hava
sanâyii kurulmalıdır.”
“Hükümetin varlığının hikmeti, memleketin
güvenlik ve asâyişini, milletin huzur ve râhatını
sağlamaktır.”
“ Millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirlerine
bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyâsî
ve içtimâî heyettir.”
“Bilelim ki, millî birliğini bilmeyen milletler,
başka milletlerin şikârıdır.”
“Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe,
yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında
millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu
ve kâbiliyetlerinin olgunluğudur.”
“Hükümet millettir ve millet hükümettir.”
“Hükümetin iki hedefi vardır: Biri milletin
korunması, İkincisi milletin refâhını temin etmektir.
Bu iki şeyi temin eden hükümet iyidir.
Edemeyen fenâdır.”
“Basın, bir milletin müşterek sesidir. Bir milleti
aydınlatma ve irşâtta bir millete muhtâç olduğu
fikrî gıdâyı vermekte, hülâsâ bir milletin hedefi
saâdet olan müşterek bir istikâmette yürümesini
teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep
ve bir rehberdir.”
“Felâket başa gelmeden evvel onu önleme çâreleri
ve müdâfaası düşünülmekîâzımdır. Geldikten
sonra düşünmenin faydası yoktur.”
“Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri
mel’ûn ihtiraslara karşı dâimâ demirden bir duvar
gibi yükselecektir.”
1 Mart 1922’de Meclisi açış nutkunda: “Buraya
kadar sözünü ettiğimiz hususlar, milletin
maddî güçlerini geliştiren ve yükselten tedbirlerdir.
Halbuki insanlar yalnız maddî değil, aynı zamanda
bu maddî gücün içinde yer alan mânevî
gücün de etkisi altında hareket ederler. Milletler de
böyledir… Mânevî güç ise, özellikle ilim ve inanç
ile yüksek bir süratle gelişir.”
“Türkiye’nin öğretim ve eğitim siyâsetini, her
seviyede, tam bir aydınlık ve hiçbir şüpheye yer bırakmayan
bir açıklıkla belirlemek ve uygulamak
gerekir. Bu siyâset her anlamıyla millî bir özde düşünülebilir.”“Millî terbiye esas alındıktan sonra onun dilini,
usûlünü, vâsıtalarını da millî yapmak zarûreti münâkaşasız
kabûl edilecek bir kânundur.”
Atatürk 15 Temmuz 1921’de ilk Millî Eğitim
Kongresinin açış konuşmasında: “Efendiler; yetişecek
çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri
tahsilin sınırı ne olursa olsun en evvel ve her şeyden
evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine,
millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla
mücâdele etmek lüzûmunu öğretmelidir. Dünyâdaki
milletlerarası duruma göre böyle bir savaşın
gerektirdiği terbiye unsurları ile donanmış olmayan
fertler ve bu mâhiyette fertlerden toplanmış cemiyetlere
hayat ve istiklâl yoktur. Silâhla olduğu
gibi dimağı ile de mücâdele mecbûriyetinde olan
milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti İkincisinde
de göstereceğine aslâ şüphem yoktur. Milletimizin
saf karakteri kâbiliyetle doludur. Ancak
bu tabiî kâbiliyeti bilecek bilgilerle donanmış vatandaşlar
lâzımdır.”
‘ Bu konuşma yapıldığı sırada ideolojik, kültür
ve psikolojik savaş ve her türlü soğuk savaş usûlleri
bugünkü seviyede değildi. Atatürk bir yurt
gezisinde arkadaşlarıyla sohbet ederken, subaylığının
ilk senelerinde Alman filozofu Ludwig Büchlen’in
eserlerini okuduğunu ve beğendiğini söylemiş
ve Alman filozofunun görüşlerini etrâfındakilere
şöyle izâh etmiştir: *
“Târihten zaferden, büyük devlet adamlarından
mahrûm milletler maddî imkânları ne kadar geniş
olursa olsun ciddî ve güçlü bir sarsıntı karşısında
dayanamayıp yıkılıp silinmişlerdir.”
Atatürk bir konuşmasında:
“Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkûresini
yıkmaya çalışan nazariyelerin dünyâ üzerinde
tatbik kâbiliyeti bulunmamıştır. Çünkü târih,
vukûat, hâdisât ve müşâhedât, insanlar ve milletler
arasında hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir
ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyastaki
fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin
ölmediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Batılılaşmak, Atatürk’ün ve onun kurduğu
Cumhuriyetin ve devletin resmî hedefi olmuştur.
Atatürk’e göre batılılaşmak, batının örf ve âdetlerini
almak ve onu kopya etmek değildir. Elbette
her milletin kendisine mahsus özel husûsiyetleri,
örf ve âdetleri, töreleri, milleti millet yapan millî
ve mânevî değerleri (kökleri) vardır. İçtimâî bünyeye
ters düşen, yâni milleti ile bütünleşmeyen
bir devlet düşünülemez.
Atatürk ile ilgili olarak Türkiye’de ve dış ülkelerde
yüzlerce eser yazılmıştır. Elbette Atatürk’ün
yaptıklarını ve şahsiyetini mahdut olan
sayfalar arasına sığdırmak mümkün değildir. Atatürk’ün
târihi, siyâsî askerî, idârî görüş ve icrââtları
ile ilgili hususlar ciltler dolusu anlatılmıştır.
ATATÜRK
31
Eki