BİD’AT FIRKALARI

BİD’AT FIRKALARI; Eshâb-ı kirâmın, Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdikleri doğru îtikâd olan Ehl-i sünnet yolundan ayrılanlar.

Bid’at fırkalarının aslı dokuzdur:

1) Şîa,

2) Mûtezile,

3) Havâric (Hâricîler),

4) Cehmiyye,

5) Mürcie,

6) Neccâriye,

7) Dırâriyye,

8) Kilâbiyye,

9) Müşebbihe.

Bunlar kollarıyla birlikte yetmiş iki kısım oldular. Asr-ı seâdetde Peygamber efendimizin sohbetleri bereketiyle Müslümanların îmânları tertemizdi. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları), herhangi bir konuda müşkülleri (problemleri) olursa, Resûlullah’a sorarlar, cevâbını öğrenirlerdi. Akâid husûsunda (inanılacak şeylerde) aralarında hiç ayrılık yoktu. Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra, İslâm düşmanları, Müslümanların arasındaki îmân birliğini bozmak istedi. Abdullah ibni Sebe’ isminde Yemenli bir Yahûdî, Müslümanlar arasında ilk fitneyi çıkardı. Hazret-i Osman’ın şehid edilmesine, Cemel ve Sıffîn savaşlarının meydana gelmesine sebeb oldu. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbını kötülemeye kalkıştı. Böylece bozuk bir çığır açtı. Nihâyet, Peygamber efendimizden sonra, halifelik hazret-i Ali’nin hakkıydı, diğer üç halîfe onun hakkını gasb ettiler, diyerek Eshâb-ı kirâma dil uzatan kimselerin çıkmasına sebeb oldu. Böyle kimselere “Şîa” dendi. Bilâhare, hazret-i Ali, hazret-i Osman’dan sonra halîfe olunca, Sıffîn Muhârebesi sonunda, tâyin edilen hakemler halifeliği hazret-i Muâviye’ye bırakmıştı. Bir takım kimseler buna karşı çıkıp, hazret- i Ali’den ayrıldı. Onlara “Hâricîler” dendi. Bunlar haz- ret-i Ali, hazret-i Muâviye ve diğer bâzı sahâbe hakkında uygun olmayan şeyler söylediler. Büyük günâh işleyen kâfir olur dediler. (Bkz. Hâricîler) Bu arada Emevîlerin son zamanlarından îti- bâren başlayan tercüme faâliyetleri ile Yunan felsefesi de Arapçaya tercüme edilmişti. Bunun neticesinde bir takım kimseler felsefî fikirlerin tesirinde kalıp, inanılacak şeylerde aklı esas aldı. Bunlar, akılla îzâhı mümkün olmayan müteşâbih (mânâsı kapalı) âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifleri kendi akıllarına göre açıkladılar. Âhiret ile ilgili hâllerde bile akla öncelik verip, nakli yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifleri tevil ettiler. Yorumladılar. Mûtezile ile Cehmiyye bunların meşhurlarındandır. Yine, felsefî düşüncelerin tesirinde kalarak, sonraki zamanlarda İslâm filozofu diye meydana çıkan kimseler, bozuk fikirler ortaya attılar. Bunun üzerine başta İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh olmak üzere kelâm âlimleri onlara gerekli cevâplar verdiler. (Bkz. Kelâm İlmi)

Bir kısım kimseler de, müteşâbih âyet-i kerîmelere yanlış mânâlar vererek Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetmişlerdir. Müşebbihe veya mücessime denilen bu kimseler başkalarını sözlerine inandırabilmek için, Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek kendilerine Selefiyye ismini vermişlerdir. Bu cereyanın yedinci asırda temsilcisi, İbn-i Teymiye ile talebesi İbn-i Kayyım’dır (Bkz. İbn-i Teymiyye). Bu cereyân on ikinci hicrî asırda, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu Vehhâbîlik ile devâm ettirildi. Daha sonra Cemâleddîn Efgânî, Muhammed Abduh, talebeleri ve hayranlan da bu bozuk yolu devâm ettirdiler. (Bkz. Müşebbihe)

Hulâsa, bid’at fırkalarının hepsi, hicrî 2. asırdan sonra yayılmaya başladı. Mûtezile gibi bir kısmının kurucuları daha önce yaşamış ise de kitaplarının yazılıp, toplu olarak ortaya çıkarak yayılmaları Tâbiîn devrinden sonra olmuştur. Bid’at fırkalarının ortak husûsiyeti, nakli (din bilgilerini, bilhassa inanılacak şeyleri) akıllarına hoş gelecek  şekilde anlamaları, kısaca; nakli, akla tâbi kılmalarıdır. Bu sebeple âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifleri kendi akıllarına uyarak yanlış anlamışlardır. Bid’at fırkaları, ehl-i kıbledirler, yâni Lâ ilâhe illallah sözünü söyleyip, mânâsına inanırlar. İbâdetlerini yaparlar. Fakat, îtikatları bozuk olduğu için, ibâdetleri kabûl olmaz. Dinde âdil sayılmazlar. Bu sebeple şâhitlikleri kabûl edilmez. Küfrü gerektiren bir şey söylemedikçe veya yapmadıkça, onlara kâfir (îmânsız) denmez. Bozuk inanışları yüzünden Cehennem’e girecekler ancak sonsuz kalmayacaklardır.

Peygamber efendimiz, ümmetinin böyle fırkalara ayrılacağını haber vererek; “Benî İsrail (İsrâiloğulları) yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunların yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırka kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduklarında; “Cehennem’den kurtulan fırka benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbınm (arkadaşlarının) yolunda gidenlere, Ehl- i sünnet ve’l-cemâat veya kısaca Sünnî denir. Bid’at fırkalannın çıktığı devirlerde başta dört hak mezheb imâmları olmak üzere diğer büyük âlimler Ehl-i sünnet îtikâdını hem yaymışlar, hem de bozuk kimselere karşı müdâfaa etmişlerdir. Bunu yaparken nakli esas almışlar, aklı ona tâbi kılmışlar. Daha sonra, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin talebe zincirinden gelen Ebû Mansûr Mâturîdî ile İmâm-ı Şâfiî’nin talebe zincirinden gelen Ebü’l-Hasan Eş’arî, Ehl-i sünnet îtikâdını sistemleştirmiş, belli usûl ve kâi- delere bağlamışlardır. Bu iki zât, Ehl-i sünnetin itikatta imâmlarıdır. Ehl-i sünnet Müslümanları günümüze kadar, îtikatta bu iki imâmdan birine bağlı olarak gelmişlerdir. (Bkz. Ehl-i Sünnet)

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*